208
İnsan ve Toplum
tutmuştur. Hegel’de ideanın veya tinin tarihsel yürüyüşteki
temel dinamiği olan diya-
lektik, zihnî kurgudan kurtarılarak üretim altyapısına, dolayısıyla insanın üretim araçları
yoluyla hem doğayı dönüştürmesi hem de insani ilişkilerin bu sayede oluşturulması
çerçevesinde maddi unsurlara hasredilmiştir. Diğer yandan Marx, önemli ölçüde isti-
fade ettiği Smith’in düşüncelerinin evrensel olma iddiasının karşısında, onun aslında
belli bir üretim altyapısı ve ilişkilerinin sözcülüğünü üstlendiğini belirterek iktisadın
tarihselliğine işaret etmiştir. Marx’a göre bu iktisat anlayışı, kapitalist ilişki biçimle-
rinden kaynaklı sömürüyü haklılaştırmak üzere öne sürülen ve yanlı(ş) bilinç olarak
kodlayabileceğimiz ideolojik bir tutum ve duruma göndermede bulunmaktadır. Yazar,
bu durumu, Marksist eleştirinin temel dayanak noktalarını oluşturan kavramsal bir çer-
çeve içerisinde ele almaktadır. Bu bağlamda, sosyal bilimlerin
doğa bilimlerine öykün-
mesi veya onları örnek alması, tarihsel görüntüsü içerisinde Marksist bir perspektifle
kritiğe tabi tutulmaktadır. Bu kritiğin temel noktası ise ideoloji kavramı çerçevesinde
belli bir tarihsel dönemin hâkim görüntülerinin ve işleyiş biçimlerinin mutlaklaştırılarak
insanın şeyleştirilmesi ve tarihin dinamik yapısının görünmez kılınmasıdır.
Bu nokta,
sosyal bilimler için var olan durumun analiziyle başlayan veya bu iddiada olan, böy-
lece de bilimselliğini belli bir kavramsal çerçevede öne süren anlayışın, aslında büyük
ölçüde olması gereken “Nedir?” sorusuna bir cevap olması, bu doğrultuda da baskıcı
bir unsura dönüşebilmesi tehlikesine işaret etmesi açısından oldukça önemlidir. Yazar,
mevcudu açıklama ve kontrol etme iddiasında olan Pozitivizm ve çoğu kez mevcutla
ilgili kültürel yorumla yetinen hermenötik yaklaşımın aksine, Marksizm’in toplumun
eleştirel dönüşümünü ve bireyin özgürleşmesini merkeze aldığı ölçüde sosyal bilim-
lere hem yöntemsel hem de kavramsal açıdan doğa bilimlerinde olması
mümkün
olmayan bir perspektif kazandırdığını da savunmaktadır.
Son olarak dördüncü bölümde yazar, hermenötik gelenek ve sosyal bilimler arasında
ne türden bir ilişki olduğunu tartışırken aynı zamanda farklı bir sosyal bilim anlayışının
imkânına da işaret etmektedir. Bu bölümde, temel tartışmasını Kant, Dilthey ve Weber
üzerinden yürüten yazar, doğa bilimlerinin tikel olandan ziyade tümelle ilgilenirken
sosyal bilimlerin, tam aksine, hangi ad altında olursa olsun insanla dolayısıyla yöne-
limli, tarihsel ve tinsel bir varlıkla ve onun diyalektik bir biçimde inşa ettiği bir çevreyle
muhatap olmasını değerlendirmesinin merkezine almaktadır. Kant’ın bu noktadaki
en önemli katkısı, insan için saf gerçeklik denen bir olgunun ve kavrayışın mümkün
olmadığı ve gerçeklik dediğimiz şeyin belli ölçülerde aklın kavrayışının imkânı olan
kategoriler tarafından koşullandığını ortaya koymasıdır. Bu noktayı, Dilthey’in, Batı’nın
Bacon’dan sonra bilim derken sadece doğa bilimleri modelini kabul ettiğinihâlbuki
toplumu veya insanı bu yöntemle ele almanın aslında imkânsız
olduğu eleştirisiyle
birleştirmemiz gerekmektedir. Dilthey, bize, sağduyusal olarak doğru gibi gelen doğa
bilimlerinin sosyal bilimlerden daha fazla nüfuz edilebilir bir sahaya dair olduğu şek-
lindeki kabulü tersine çevirmektedir. Kant’ın, daha önce belirttiğimiz düşüncesinden
çıkan önemli sonuçlardan biri de dış dünyanın bize göründüğü hali olan fenomen ve
aslında her ne ise o olduğu, ancak, bizim nüfuz etmemiz mümkün olmayan numen
209
Değerlendirme / Review
şeklinde iki var oluş biçimi olduğuna yönelik tespitleridir. Dilthey, tam da bu noktadan
hareket etmekte ve doğanın, ancak fenomen boyutuyla
doğa bilimlerine konu olabi-
lirken insanın kendi yapıp etmelerinin, tinselliğinin ve bilincinin tabiattan daha fazla
bilinebilir olduğunu savunmaktadır. Yani dış dünyanın “özü” bize kapalıyken kendi
“özümüz” bize açıktır. Ancak, bu dünya, empirik gerçeklik dünyası değil, bir anlam dün-
yasıdır. Dolayısıyla bu dünyayı merkeze alan bir bilim anlayışının, açıklamacı bir yön-
temden ziyade, anlamacı bir yöntemle kendisini kurması gerekmektedir. Bu noktada
Weber’in tarihsel görüntü ve oluş biçimlerini okuyabileceğimiz ve anlayabileceğimiz
bir kategorik unsur olarak ideal tipler önerisi de anlam kazanmaktadır. Weber’in ideal
tip kategorisi, Plâtoncu anlamda zaman-mekân ötesi formlar olmaktan ziyade, tarihsel
görüntülerin kaotik yapısından arındırılmış ve belli bir toplumsal yapıda görünürlük
kazanan kategoriler hüviyetindedirler. Bu kategorilere ihtiyaç duyulmasının nedeni,
Weber için, sosyal bilimlerin
bir yandan insani durumlarla, ilişkilerleilgilenirken anla-
macı bir yönteme sahip olmalarının, diğer yandan bilim olmaları hasebiyle de açıklayıcı
bir boyuta, dolayısıyla soyutlamaya dayanan bir yönteme de sahip olmalarının gereği-
dir. Dolayısıyla Weber’in yaklaşımı, sosyoloji ekseninde pozitivizmin açıklama ideali ile
hermenötiğin anlamacı yöntemi arasında orta bir yol olarak da yorumlanabilir. Bireyi
merkeze alan yöntemi ve zihinsel olana yaptığı vurgu ile Marksist gelenekten ayrılan
Weber, bu anlamıyla daha farklı bir sosyal bilimin imkânına işaret etmektedir.
Yazar, yukarıda ana hatlarını çizmeye çalıştığım dört bölümde, sosyal bilimler ve felsefe
ilişkisini ele almaktadır. Kitap, özellikle bazı noktalarda ufuk açıcı analizlerle önemli
bilgileri belli bir bütünlük ve tarihsel süreklilik içinde okuyucuya aktarmaktadır. Kitap,
elbette ki ele aldığı konuyla ilgili tüm tartışmaları ve isimleri ele almak durumunda
değil ve olamaz da. Ancak, doğa bilimlerinin sosyal bilimlere örnek olmasını müm-
kün kılan ideal, yöntem ve başarılarının da kendi içinde kritiğinin yapıldığı
bir bölüm
olması daha iyi olabilirdi. Örneğin, Thomas Samuel Kuhn, bilim felsefesi tarihinde köşe
taşlarından biri sayılan, “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” adlı kitabında, paradigma kavramı
etrafında doğa bilimlerinin tam da bu türden bir kritiğini tarihsel perspektifle yapmak-
tadır. Kuhn’dan ilham alarak belirtecek olursam, olan ve olması gereken ikilisinden
olanı incelediğini belirten doğa bilimleri, aslında gerçekliği
belli bir biçimde görmeyi
dayatan hâkim paradigma tarafından bir nevi olması gerekene doğru yönlendirilmek-
tedir. Buna göre, Kant’ın insan idrakinin mümkün koşulu olan kategorilerinin, hâlâ
kendi içinde taşıdığı bir evrensellik vurgusu bulunmaktadır. Ancak, Kuhn, bu kate-
gorileride belli ölçülerde tarihsel bir hüviyete büründürürken doğa bilimlerinin farklı
tarihsel dönemlerde, aslında farklı olgularla ilgilendiğini de ima etmektedir. Örneğin,
Newton fiziğindeki kütle ile Einstein fiziğindeki kütle, isim benzerliği dışında birbirile-
rinden farklıdır. Bu nokta, ele aldığımız kitap açısından sosyal bilimler, doğa bilimleri
ve felsefe arasındaki geçişkenlikler ve zıtlıklar hakkında daha zengin bir analiz imkânını
ortaya koyardı düşüncesindeyim.
Yazarın kitabın sonuç kısmında yazdığı şu satırlar da umarım diğer bir çalışmanın
müjdecisidir: “Farklılıkların iç içe geçerek birlikte organik bir bütün oluşturduğu dünya-