217
Değerlendirme / Review
araştırma yapabilmek için katılımcının eylemlerine yüklediği anlamlara sadık kalmak ve
yorumları, katılımcının eylemine yüklediği anlamın üzerinden yapmak gerekmektedir.
Sosyal bilimlerde nitel araştırmayı uygulanabilir kılan bu sadakat, aslında araştırmacının,
kendi düşünce dünyasını paranteze alması ile mümkündür. Yukarıda zikretmeye çalış-
tığımız nitel araştırmanın tabiatından kaynaklanan ve kolayca
suiistimal edilebilecek
olan bu durum, ancak araştırmacının kendi yorumundan ziyade, katılımcının eylemine
yüklediği anlamı araştırmasının merkezine alması ile aşılabilir. Hülasa edecek olursak
araştırmacının perspektifi ve kendisini içinde konumlandırdığı paradigması, nitel araştır-
manın bulgularının değerlendirilmesinde merkezî bir öneme sahiptir1. Fakat katılımcının
eylemine yüklediği anlamı araştırmanın merkezine alarak araştırmacının kendi siyasi ve
ya ideolojik tutumunun araştırma sonuçlarını manipüle etmesinin önüne geçilebilir. Bu
bağlamda Durak’ın mülakatlara kendi teorik çerçevesinin içinden bir anlam yüklediğini
ve bu anlam yüklemesini araştırmasının merkezine aldığını söylemek mümkündür.
Nitekim ileride örnekler üzerinde de görebileceğimiz üzere, Durak’ın görüşme yorumları,
bize, görüşmecinin kendi dolayımından ziyade araştırmanın teorik çerçevesini sunmak-
tadır. Tam da bu noktada Durak’ın, Marksist bir perspektifi benimsemiş, dolayısıyla yapı-
lan görüşmelere bu bağlamdan yaklaşmış olduğunu belirtmek gerekir. Esasında Durak,
mülakatların yorumuna bakmaya gerek duymadan nasıl bir paradigmanın içinden konu-
ya yaklaştığını, seçtiği terminoloji ile de açıkça ortaya koymaktadır.
Yukarıda izah etmeye çalıştığımız hususu eser özelinde açacak olursak ikinci bölümde
yer alan birkaç görüşmeyi örnek olarak vermek yeterli olacaktır.
Örneklere geçmeden
önce Durak’ın, ikinci bölümde, işçilerle işveren arasında kültürel hegemonyanın gereği
bir uzlaşım alanının oluşturulduğunu ve bu süreçte dinin araçsallaştırıldığını iddia etti-
ğini belirtmek gerekir. Bu doğrultuda Durak, bir işçinin, patronunun harama el uzatma-
dığını, namazlarını kaçırmadığını (s. 41)
belirtmesi üzerine, işçi ile işveren arasında dinî
bir alanda uzlaşım gerçekleştiğini, bu uzlaşım alanının güven duygusuna göre şekil-
lendiğini belirtmektedir. Daha sonrasında Durak, patronun güven duygusu üzerinden
otorite kurduğunu iddia etmektedir. Yani işveren ile işçinin dinî duygulardan dolayı
ortak paydada yer almaları, ortaya bir güven duygusu çıkarmakta ve bunun üzerinden
patron işçisine otorite kurmaktadır. Yine aynı bölümde yer alan başka bir mülakatta,
patronu görmese dahi işini ahlaki sebeplerden dolayı düzgün yapmaya özen gösteren
bir işçinin, kendi iş ahlakına dair
görüşleri, patronun “uhrevi bir panaptikon” olarak
görüldüğü şeklinde yorumlanmaktadır (s. 43). Başka bir mülakatta da alkol aldığı için
işten çıkarıldığını belirten bir kişinin görüşleri –bu kişinin alkollü bir şekilde işe gelip
gelmediğine dair herhangi bir ibare olmamasına rağmen-, dindar muhafazakâr net-
workun dışlayıcılığı ile yani dinî anlamda bir uzlaşımın olmamasıyla açıklanmaktadır
1 Durak’ın çalışması ile aynı kategoride değerlendirilebilecek olan Şennur Özdemir’in MÜSİAD
üzerine yaptığı bir çalışması (bkz. Özdemir, 2010), bize göstermektedir ki aynı alandan toplanan
iki farklı çalışmanın bulguları, tamamıyla birbirine zıt olabilmektedir. Nitekim Durak’ın bulguları
ile Özdemir’in bulguları çelişmektedir. Bu durum, en temelde bizim yukarda izahını yapmaya
çalıştığımız araştırmacının paradigmasının belirleyiciliğinden kaynaklanmaktadır.
218
İnsan ve Toplum
(s. 44). Çoğaltılması mümkün olan örneklerden görülebileceği üzere Durak,
görüşme-
leri, işçilerin eylemlerine yüklediği anlamların dışında –ki nitel araştırma tam olarak
eyleyenin eylemine yüklediği anlamı ortaya koymaya çalışır- kendi teorik çerçevesine
uygun anlamlar çıkartarak yorumlamıştır. Örneğin birinci örnekte, işçinin patronuna
güvenmesini pek tabii sosyal sermaye analizine tabi tutarak bu durumun, aslında işçi
patron iletişimi açısından çok olumlu olduğunu ve bu güven duygusunun esasında bir
dayanışmaya sebep olduğunu belirtmek mümkün olabilirdi. Ya da ikinci mülakatta,
işçinin alkol kullanmasından dolayı işini aksattığını ve hatta
işverenin sosyal sorumlu-
luk duygusu ile işçisinin alkol kullanmaması için çaba gösterdiğini belirtmek mümkün
olabilirdi. Üçüncü örnekte, işçinin ahlaklı olmasına vurgu yaparak karşılaştığı başka
ahlaksız durumlarda onurlu bir duruş sergileyeceğini ve kendi kimliğini, patronunun
konumundan ziyade, benimsediği ideal değerler üzerinden inşa ettiğini söylemek
mümkün olabilirdi. Bu ve bunun gibi yorumlar bize göstermektedir ki aslında makro
bir yaklaşım üzerinden nitel araştırma yaptığımızda, katılımcının ne söylediği çok da
önemli değildir. Onun söylediği her cümleyi, kültürel
hegemonya ya da başka bir
kuşatıcı kavrama evirmek mümkündür. Mesela birinci örnekte ele aldığımız görüşmeci,
tam tersi ifadeleri kullansaydı, acaba yine kültürel hegemonya üretimine konu olmaya-
cak mıydı? Nitekim dikkat edilirse işvereni ile uzlaşan da (birinci ve üçüncü örnekteki
kişi) işvereni ile uzlaşamayan da (ikinci örnekteki kişi) kültürel hegemonya üretimine
konu olmaktadır. Elbette bu durum, Durak’ın yorumlarının tamamıyla gerçekten uzak
olduğunu göstermez; fakat bu yorumların, işçi işveren arasındaki ilişkiye dair var olan
gerçeklikleri kuşatmaktan uzak olduğu aşikârdır.
Durak,
eserinin üçüncü bölümünde, Thompson’un “tiyatro” kavramından yola çıkarak
işverenin zaman zaman tiyatrolar kurgulayarak kültürel hegemonyayı tesis ettiğini
veya yeniden ürettiğini iddia ederek iddiasını, Bloch’dan aktardığı “köpek ve at” başlıklı
fabl ile karikatürize eder (s. 85). Üçüncü bölümün devamı niteliğinde olan ve “Kültürel
Hegemonyanın Sınırlar: Hassas Riayet” adını taşıyan dördüncü bölümde Durak, dinsel
kavrayışın eşitsizliklerin kabulüne yol açtığını, başka bir deyişle zulmü meşrulaştırdığını
iddia etmektedir. Ona göre sabır, sınav, şükür ve tevekkül gibi dinî kavramlar, işçilerin
gözüne perde çekmekte ve eşitsizliği yeniden üretmektedir (s. 98). Bu noktada belirt-
mek gerekir ki bir algılayışın bir durumu meşrulaştırdığını
anlayabilmek için öncelikle
o algının olması muhtemel farklı durumlarla karşılaşması gereklidir. Daha açık bir ifade
ile sabır, tevekkül, şükür, sınav vb. dinî algılayış biçimlerinin mevcut bir eşitsizliği meş-
rulaştırması, ancak işçilerin eşitsizliğin ortadan kaldığı bir durumla karşı karşıya kalma-
ları halinde test edilebilir. Gerçek şu ki bir işçi; sabır, tevekkül, şükür, sınav vb. kavramla-
ra sığınıyorsa –ki bu kavramlar tam anlamıyla insanlar için bir sığınaktır- bunun sebebi,
elindeki mevcut durumu kaybetme korkusudur. Yani hiçbir işçi,
daha rahat bir koşulda
çalışabilecek teknik imkâna sahipken bu imkândan dinî algılayış biçimi sebebiyle fera-
gat etmez ise içinde çalıştığı koşulları da dinî algılayış biçimi ile meşrulaştırmaz.
Beşinci bölümde Durak, mevcut kültürel hegemonyanın ortadan kaldırılması umudun-
dan bahsetmektedir. Bu noktada Durak, işçilerin bir araya gelerek namaz izinleri husu-
sunda mücadele vermeleri örneğinden yola çıkarak kültürel hegemonyanın sınırlarını