233
Değerlendirme / Review
bütünlüğü kavramıyla açıklayamadığında, bunun insanın anlamına
ve toplumsal
hayata izdüşümü, insanın, sadece beden veya sadece ruhtan ibaret algılanmasıdır. Bu
durumda insan onuru kavramının gerçek bir anlamı bulunmaz; bu kavram, tıpkı dinler
gibi kendi özel alanına hapsedilir ve somut bir mücadele alanına kavuşamaz. Kamusal
alanda yaşam uğruna mücadele, herkesin insan onuru
gereği sahip olduğu bir hak
olarak yaşam hakkının tanınması yerine, insanın fiziksel alanla sınırlı kalan ihtiyaçları
için başkalarının yaşamlarından vazgeçebildiği bir sürece evrilir. “Birini, istediğini
yok etmekten neyin alıkoyacağını bilememiz”, aslında yine modern bilimin, örneğin
nükleer silah imal ederken neden yapmamamız gerektiği sorusuna cevap verememesi
ile aynı sebepten doğan bir sorundur. Nazizm, bu anlayışın sadece uç görünümüdür;
kaynakları, her Batılı hukuk sisteminde mevcuttur.
İnsanın mevcut bilimsel kodlarla açıklanabilen, hesaplamalara konu edilen bir var-
lıkmış gibi algılanması ve hukukçuların kendilerini –artık- bilim insanı statüsünde
görmeleri, kendisini nükleer fizikçiyle eş tutan hukukçunun eşit insana eşit doz man-
tığıyla yaptığı teknikleştirmeler, “insan toplumunun bireysel faydalarının toplamına
hukukçular tarafından indirgenmesi” ile sonuçlanmıştır.
Supiot bunu, sadece bireysel
hakkın bulunduğu, her kuralın subjektif haklara bölündüğü ve hakların silah dağıtılır
gibi dağıtıldığı, bu sebeple bireysel haklara bölünen hukukun ortak fayda anlamıyla
yok olduğu ifadeleriyle nitelemektedir (s. 23). İnsanın, bireysel hakkının peşinde, mev-
cut güç anlayışının sağladığı olanaklarla mücadele etmesi, hakların güvencesi olarak
üçüncü kişiyi anlamsız kılarken bireyin hak sahibi olmak için hukuka ihtiyacının olma-
dığı, aksine bireylerin haklarının çarpışması sonucu yapılacak toplama ve çıkarmanın
hukukun bütünselliğini ortaya çıkardığını ifade etmektedir. Bugün, hukuk literatürün-
de hakların yarışması kavramı bunu ifade eder ve her konuda yazılan ayrıntılı kanunlar,
hukuku birbirine yamalanmış uyumsuz parçalardan oluşur hale getirmiştir.
Supiot, kitabının “Yasaların Hükümranlığı” başlıklı kısmında, Haudricort’un
düşünce-
lerine gider (s. 66). Haudricort, sosyal tarihi açıklarken insanın doğayla ilişkisi üzerinde
durur ve Yaratılış’ta Kain olarak temsil edilen çiftçi ile Habil olarak temsil edilen çoban
örnekleri üzerinden toplumların tipolojilerinin belirlenmesine dair bir önerme sunar.
Bir toplum, hayvanların ehlileştirilmesi ile veya bitki yetiştirme ile baskın biçimde ilgile-
nebilir. Asya toplumlarında, hayatta kalmanın öncelikle pirinç ve patatese tabi olması,
bu işlem sırasında doğaya karşı değil, doğanın yanı sıra eylemde bulunma gereğini,
Akdeniz kıyısındaki hayvanları ehlileştirme geleneğini ise yaptırımda bulunma gere-
ğini ortaya çıkarmıştır. Batı’da ehlileştirme düşüncesi zamanla bitkiler üzerinde de
uygulanmaya başlarken Doğu, hayvanlara doğayla uyum arayışını yansıtmıştır. Batı’da
idare edenler, kendilerini yönetim uygulamasıyla özdeşleştirirken,
örneğin Konfüçyüs
düşüncesinde siyasi iktidar, herkesin kendi dehasını gerçekleştirmesini sağlayacak
uyumun güvencesidir. (O hukuktur, her şey o emir vermeden yürür. O hukuk değilse
emir vermesi boşunadır, kimse onu izlemez.) Bu ise Batı’da yasalar tarafından, Doğu’da
ise insanlar tarafından yönetilmenin tercih edilmesinin sebebidir (s. 67). “Konfüçyüs
234
İnsan ve Toplum
geleneğinde ‘medenileşmiş’ insanın yasaya ihtiyacı yoktur, çünkü o, bütün yaşama
sanatını kendi içinde sindirmiştir” (s. 64). Yasa, bu sanata erişmeyenler için uygundur,
dolayısıyla genel düzenleyiciliği bulunmayan istisnai hükümler
içerir ve yasaya tabi
olmak, âdeta olumsuzlanır. Hukuk fakültelerinde kendi varlığını taşıyan ve “açıklan-
ması gereken bir gizem” (s. 65) gibi algılatılan Batılı anlamda yasa ise genel ve düzen-
leyici olmanın yanı sıra insan için en doğru davranış kurallarını belirlediği düşüncesini
yerleştirir.
Yasa, insanı hakikat algısına tabi kıldığında, aslında insanı kendi güçsüzlüğü konusun-
da ikna etmekte ve ona kendinden umudunu yitirmeyi öğretmektedir(s.74). Yazar, her
ayrıntının düzenlendiği girift ve çoğalma halindeki yasaların varlığının bilimle ilişkisini
açıklarken kitabi dinlerin, insanı özne olarak algılayan ve yasayı çiğneme ve yaptı-
rım görme özgürlüğünü tanıyan yaklaşımıyla bilimin sunduğu yeni bir değer olarak
insanın hareketlerinin sorumluluğunu doğurmayan nesnel belirlemelere başvurarak
açıklayan nesneleştirici tutumunu kıyaslama olanağı sağlamaktadır. “Doğa kanunu,
masum ve suçlu tanımaz; sadece sebep-sonuç bağlantılarını bilir.” (s.76)
Dış dünyanın sabitleştirilmesini ve sistemleştirilmesini sağlayan yasalar,
içi boş varsa-
yımsal bir egonun her şeyi bildiği anlayışıyla yaptığı düzenlemelerin tüm toplumlara
aynı şekilde uygulanması olarak ortaya çıktığında, mütevazi bir Budist rahibin inanç
alanının değeri tayin edilemez. İnsanı biyolojik varlığına indirgeyen bir kurallar sistemi,
yaşam hakkını içi boşaltılmış bir değer olarak kutsallaştırırken zulüm karşısında müca-
dele gibi yaşamdan daha kutsal bazı şeylerin bulunduğunun göz ardı edilmesi, insanı
siyasi taleplerini bir yana bırakarak yaşamaya iter. Yine insanı biyolojik tümlüğe indir-
gemenin bir sonucu olan her iki cinsiyeti de bedenleştiren insan kimliğinin, yerini cins
adları olan dişil ve eril kavramlarına
indirgemesi sorunu, kadın ve erkek kimliklerinin
ve siyasi bir varlık olarak insanın anlamının tüketilmesine sebep olur. Hukuku, insanlar
arasında, tıpkı dil gibi dogmatizmini kendi içinde taşıyan ve dilin kelimelerin anlamları
ile sınırlı olması gibi eşyanın hakikati ile sınırlı bir dizge olarak ele almamanın sonu-
cu, sınırı kendi içinde bulamayan insanın kendi dışında araması ile sonuçlanacaktır.
Supiot bunu, anneliğin yıkılmasıyla çocuklar için hapishaneler kurulmaya başladığını
söyleyerek örneklendirir (s. 60). Hukukun kurumsal anlamını yitirmesi ve kimliğin ve
hakların güvencesi olan üçüncü kişinin yerini devlete bırakması, modern devlet adını
verdiğimiz bir kural koyucu ve uygulayıcıya soyut bir varlık kazandırmamız ve bireysel-
leşerek teklik ve biriciklik, bağımsızlaşarak izole edilmişlik kazanan varlıklarımızı teslim
etmemiz anlamına gelir ki kanımca bu özelliklerin aslında aynılık taşıdığı devletle karşı
karşıya gelmeyi gerektirmesi, aklın niteliğini sorgulamayı gerektirir.
‘Sözün Bağlayıcı Gücü’ başlıklı kısımda Supiot, sözleşmelerin, insanı ve toplumu Batılı
şekilde düşünmenin bütün dünyaya yaymaya yönelik bir
araç olarak işlev görmeye
doğru gittiğini savunuyor. Devlet, sözleşmenin kefili olduğunda ve söz ya da eylemin
içsel bir referansla garanti altına alınmadığı durumda, insanın iradesiz ve kontrole tabi