Silas sayısız tehlike olduğunu biliyordu ama Öğretmen'in
buyruğunu yerine getirmek
olanaksız gibiydi. "Kilise kale gibidir. Özellikle de geceleri. İçeri nasıl gireceğim?"
Öğretmen muazzam nüfuzu olan birinin kendinden emin sesiyle yapılması gerekenleri
açıkladı.
Silas telefonu kapattığında, teni beklentinin heyecanıyla ürperiyordu.
Bir saat, dedi minnetle kendine, neyse ki Öğretmen ona, Tanrı'nın evine girmeden önce
günah çıkartacak vakti tanımıştı.
Ruhumu bugün işlediği günahlardan arındırmalıyım. Bugün
işlediği günahların kutsal bir amacı vardı. Yüzyıllardır Tanrı’nın düşmanlarına karşı savaş
açılıyordu,; Bağışlanacağı vaat edilmişti.
Öyle bile olsa, Silas günahlarının bağışlanması için fedakârlıkta bulunması gerektiğini
biliyordu.
Perdeleri kapatarak, soyundu ve odanın ortasında diz çöktü. Başını aşağı eğerek,
kalçasının etrafına dolanan
keçe kemere baktı.
Tarîk'in tüm sadık müritleri bu aleti takarlardı,
İsa'nın çektiği acıları hatırlatacak cinsten, ete sürekli batan sivri
metal kancalarla dolu, deri bir
kayış. Aletin verdiği acı, aynı zamanda bedenin arzularına hâkim olmasına da yarıyordu.
Silas keçeyi o gün, gerekli görülen iki saatten daha fazla taktığı halde, bunun sıradan bir
gün olmadığını biliyordu. Tokayı kavrayarak, bir diş geri çekince, etine daha fazla batan
kancalar yüzünden irkildi.
Yavaşça nefes vererek, ıstırabının arındırıcı ayininin tadını çıkarttı.
Acı iyidir, diye fısıldadı Silas. Peder Josemarîa Escrivâ'nın -Öğretmenlerin Öğretmeni-
kutsal mantrasını tekrar ediyordu. Escrivâ 1975 yılında öldüğü halde hikmeti devam ediyor,
sözleri yere diz çöküp "bedensel çile" diye bilinen kutsal ibadeti yerine getiren binlerce sadık
hizmetkâr tarafından fısıldanıyordu.
Silas artık dikkatini, yerde yanında düzgünce sarılı duran, düğümlü ağır ipe vermişti.
Cezalandırma. Düğümler, kurumuş kanla katılaşmıştı. Kendi ıstırabının
etkilerini temizlemek
isteyen Silas hızlı bir dua okudu. Ardından, ipin bir ucundan tutarak gözlerini kapattı ve
omzunun arkasından sertçe indirirken, düğümlerin sırtına çarpmasını hissetti. Yeniden kendini
kırbaçlayarak, omzunun arkasına kuvvetle vurdu. Kamçı darbelerini tekrar, tekrar indirdi.
Bedeni cezalandırma.
Sonunda kanın aktığını hissetti.
3
Citroën ZX, Opera Binası'nın ve Vendôme Meydanı'nın önünden geçip, güneye ilerlerken,
kuru nisan havası camdan içeri giriyordu. Yolcu koltuğunda
oturan Robert Langdon,
düşüncelerinden arınmaya çalışırken, şehrin kendisini fazlasıyla yorduğunu hissediyordu.
Tıraş olmak ve duş almak görüntüsünü adama çevirmişti, ama endişesini gidermeye pek
yaramamıştı. Müze müdürünün cesedinin ürkütücü görüntüsü aklından çıkmıyordu.
Jacques Sauniére öldü.
Langdon, müze müdürünün ölümüyle büyük bir kayba uğradığını hissediyordu. Sauniére
münzevi bir yaşam sürmekle tanınmasına rağmen, sanata olan tutkunluğu onu saygın bir adam
haline getirmişti. Poussin ve Teniers'in tablolarındaki gizli şifreler hakkında yazdığı kitaplar,
Langdon'ın en sevdiği ders kitaplarıydı. Langdon bu akşamki görüşmeyi dört gözle beklemiş
ve müze müdürünün gelmemesi onda hayal kırıklığı yaratmıştı.
Müze müdürünün cesedinin görüntüsü bir kez daha zihninde canlandı.
Bunu kendine
Jacques Sauniére mi yaptı? Langdon görüntüyü zihninden atmak için kendini zorlayarak,
başını çevirip pencereden dışarı baktı.
Dışarıdaki şehir uyanmaya başlıyordu, sokak satıcıları,
badem şekerlemesi arabalarını
sürüyor, garsonlar çöp torbalarını kaldırım kenarına taşıyor, geceden kalma âşıklar yasemin
kokuları taşıyan meltemde üşümemek için birbirlerine sokuluyorlardı. Citroën kaosun içinden
yetkiyle geçerken, iki tonlu ahenksiz sireni trafiği bıçak gibi yarıyordu.
Otelden ayrıldıklarından
beri ilk kez konuşan ajan, "
Yüzbaşı, bu akşam Paris'te
bulunduğunuzu öğrenmekten son derece memnun," dedi. "Çok talihli bir tesadüf."
Langdon talihli olmak dışında her şeyi hissediyordu, ayrıca tesadüf, kesinlikle
güvenmediği bir kavramdı. Hayatını, farklı amblemlerle ideolojilerin birbirleriyle gizli
bağlılıklarını keşfetmekle geçiren biri olarak Langdon dünyayı birbirine iyice dolanmış tarihin
ve olayların bir ağı gibi görüyordu.
Bağlantılar görünürde olmayabilir, diye sık sık
tekrarlardı. Harvard'daki simgeleme derslerinde, ama her zaman oradadırlar, yüzeyin hemen
altına gömülmüşlerdir.
Langdon, "Sanırım," dedi. "Size kaldığım yeri Paris Amerikan Üniversitesi mi söyledi?"
Şoför başını iki yana salladı. "Interpol."
Interpol, diye düşündü Langdon. Elbette. Avrupa’daki tüm otellerde giriş sırasında
pasaport sormanın formaliteden daha fazlası olduğunu unutmuştu, kanunlar böyleydi. Tüm
Avrupa'da herhangi bir gece, Interpol yetkilileri kimin nerede
uyuduğunu tam olarak tespit
edebilirlerdi. Herhalde Langdon'ı Ritz'de bulmak topu topu beş saniyelerini almıştı.
Citroën şehrin güneyine doğru ilerlerken, sağ taraftan gökyüzüne uzanan Eyfel Kulesi'nin
aydınlatılmış silueti belirdi. Onu görünce Langdon, Vittoria'yı düşündü. Bir yıl önce, her altı
ayda bir, dünyadaki romantik yerlerden birinde buluşmaya söz vermişlerdi. Langdon, Eyfel
Kulesi'nin bu listede yer alacağını tahmin ediyordu. Ne yazık ki, Vittoria'yı en son Roma'daki
gürültülü bir havaalanında öpeli bir yıldan fazla oluyordu.
Ajan yana dönerek, "Ona bindiniz mi?" diye sordu.
Langdon başını kaldırıp ona göz atarken, yanlış anladığına emindi. "Affedersiniz
anlayamadım?"
"Harika, öyle değil mi?" Ajan ön camdan Eyfel Kulesi'ni gösteriyordu. "Ona bindiniz
mi?"
Langdon gözlerini devirdi. "Hayır. Kuleye çıkmadım."
"Fransa'nın sembolüdür. Bence mükemmel."
Langdon dalgın bir edayla başını salladı. Simgebilim uzmanları genellikle Fransa'nın
maçoluk, zamparalık, Napolyon
ve Cüce Pepin gibi tehlikeli, kısa boylu liderlerle tanınan bir
ülkenin -üç yüz metrelik penisten daha uygun bir ulusal amblem seçemeyeceğini söylerlerdi.