Rue de Rivoli kavşağına vardıklarında kırmızı ışık yanıyordu ama Citroën durmadı. Ajan
sedanı gazlayarak, ünlü Tuileries Bahçeleri'nin -Paris'in Central Park'ı-
kuzey girişi olan Rue
Castiglione'nin ağaçlıklı bir bölgesine doğru sürdü. Pek çok turist, yanlış bir tercüme yaparak
Jardins des Tuileries ismini burada açan binlerce laleye atfederlerdi ama aslında
Tuileries'in,
daha az romantik bir adı vardı. Bir zamanlar bu park, Paris'li müteahhitlerin şehrin ünlü
kırmızı kiremitlerini -ya da
tuiles- üretmek için kil çıkardıkları devasa bir kazı alanıydı.
Sessiz parka girdiklerinde ajan kontrol panelinin altına uzanarak, acı acı öten sireni
kapattı. Langdon ani sessizliğin getirdiği huzurla rahat bir nefes aldı. Arabanın dışında,
tekerleklerin engebelerden geçerken çıkardığı çıtırtılı ses uyutucu bir ritim yaratırken, halojen
farların soluk ışığı çakıllı bulvarın üstünde gezindi. Langdon her zaman Tuileries'in
kutsal bir
yer olduğunu düşünmüştü. Burası, Claude Monet'nin biçim ve renkle oynadığı ve gerçek
anlamda Empresyonist akımın doğuşuna ilham veren bahçelerdi. Bu gece ise her nedense
garip bir şekilde, kötü bir şeylerin habercisi gibiydi.
Citroën batıya yönelerek, parkın merkez bulvarına doğru, sola sapmıştı. Şoför yuvarlak bir
gölcüğün etrafından kıvrılıp, ıssız bir caddeden geçerek,
arka taraftaki geniş avluya
kestirmeden gitti. Langdon şimdi Tuileries Bahçeleri'nin dev bir taş kemerle belirlenmiş
bittiği yeri görebiliyordu.
Arc du Carrousel.
Arc du Carrousel'de bir zamanlar yapılan alemlere rağmen, sanat tutkunları bu yere
bambaşka bir sebepten ötürü önem verirlerdi. Tuileries'in sonundaki kordondan dünyanın en
iyi sanat müzelerinden dördü görülebiliyordu... her biri pusulanın ayrı bir noktasında
bulunuyordu.
Langdon sağ taraftaki pencereden Seine ile Quai Voltaire'in arkasındaki, eski tren
istasyonunun -şimdiki Musée d'Orsay- çarpıcı derecede aydınlatılmış cephesini görebiliyordu.
Sol tarafa göz attığında, Modern Sanat Müzesi'ne ev sahipliği yapan ultramodern Pompidou
Center'ın tepesini seçebiliyordu. Langdon arka tarafında batıya doğru ise Musée du Jeu de
Paume'u belirleyen eski Ramses dikili taşının, ağaçların üstünden yükseldiğini biliyordu.
Ama dünyanın en ünlü sanat müzesi haline gelen yekpare taştan yapılmış Rönesans sarayı,
doğuya doğru tam önlerinde kemerin gerisindeydi.
Musée du Louvre.
Gözleri büyük yapının tamamını görmek için nafile bir girişimde bulunduğunda,
Langdon
tanıdık bir merak duydu. Louvre'un görkemli cephesi, insanı hayrete düşürecek kadar geniş
meydanın karşısında, Paris semalarına yükselen bir kale gibi duruyordu. Uç uca eklenmiş üç
Eyfel Kulesi uzunluğundaki Louvre, at nalı şekliyle Avrupa'daki en uzun binaydı. Müzenin
kanatlan arasındaki doksan üç bin metrekarelik açık meydan bile, cephenin görkemiyle
yarışamazdı. Langdon bir keresinde Louvre'un çevresi etrafında yürüyerek,
beş kilometrelik
yol kat etmişti.
Bir ziyaretçinin bu binadaki 65.300 sanat eserini beş günlük bir süre içinde görebileceği
tahmin edilmesine rağmen, çoğu turist Langdon'ın "Diyet Louvre" diye bahsettiği kısaltılmış
bir tur atmayı tercih ediyordu Bu tur, müzedeki en ünlü üç objeyi -
Mona Lisa,
Milo Venüs'ü
ve
Zafer Tanrıçası Nike'yi- görebilmek için atılan bir sürat koşusuydu. Art Buchwald bir
zamanlar üç sanat şaheserini beş dakika elli altı saniyede gördüğünü söyleyerek övünmüştü.
Şoför küçük bir el telsizi çıkartarak kısaltılmış bir Fransızcayla konuşmaya başladı.
"Monsieur Langdon est arrivé. Deux minutes."
*
Telsizden deşifre edilemeyen cızırtılı bir teyit geldi.
Aygıtı yerine koyan ajan, Langdon'a döndü. "
Yüzbaşı ile ana girişte buluşacaksınız."
*
Bay Langdon geldi. İki dakika sonra oradayız
Şoför meydanda araç trafiğini yasaklayan
işaretleri hiçe sayarak, gaza bastı ve Citroën'i
kaldırıma doğru sürdü. Işıklı fıskiyelerin su püskürttüğü yedi üçgen havuzla çevrelenen ana
giriş, artık görülebiliyordu.
La Pyramide.
Paris Louvre'un yeni girişi müzenin kendisi kadar ünlü olmuştu. Çin kökenli, Amerikalı
mimar I. M. Pei tarafından tasarlanan tartışmalı, dömi-modern cam piramidi, Rönesans
avlunun asaletini bozduğunu düşünen gelenekçiler tarafından hâlâ hor görülüyordu. Goethe
mimariyi müziğin donmuş hali diye tanımlamıştı. Pei'yi
eleştirenler ise bu piramide
karatahtayı çizen tırnak diyorlardı. Bununla birlikte hayranları, Pei'nin yirmi bir metre
uzunluğundaki şeffaf piramidinin, Louvre'un gelecek bin yıla taşınmasına yardımcı olduğunu,
eski yapıyla modern metotlar -eskiyle yeni arasında sembolik bir bağ- arasında göz
kamaştırıcı bir sinerji yarattığını söyleyerek yüceltiyorlardı.
Ajan, "Piramidimizi beğeniyor musunuz?" diye sordu.
Langdon kaşlarını çattı. Görünüşe bakılırsa Fransızlar bunu Amerikalılara sormaktan
hoşlanıyorlardı. Elbette bu soruda bazı anlamlar yüklüydü. Piramidi beğendiğinizi itiraf etmek
sizi zevksiz bir Amerikalı yapıyor, beğenmediğinizi söylemekse Fransızlara hakaret gibi
algılanıyordu.
Langdon, "Mitterand cesur bir adamdı," diyerek kaçamak bir cevap verdi. Piramidin
yapım işini başlatan, merhum cumhurbaşkanında "Firavun Kompleksi" olduğu söyleniyordu.
Paris'i Mısır sanatı, el sanatları ve dikili taşlarıyla doldurmaktan tek başına
sorumlu olan
Francois Mitterand'ın, Mısır kültürüne olan tutkunluğu o denli aşırıydı ki, Fransızlar ondan
hâlâ Sfenks diye bahsediyorlardı.
Langdon konuyu değiştirerek, "Şefinizin ismi nedir?" diye sordu.
Şoför piramidin ana girişine yaklaşırken, "Bezu Fache," dedi. "Biz kendisine
le Taureau
deriz."
Bütün Fransızlara bir hayvan takma adı verilip verilmediğini düşünen Langdon gözlerini
ona çevirdi. "Şefinize
Boğa mı diyorsunuz?"
Adam kaşlarını yay gibi yukarı kaldırdı. "Fransızcanız söylediğinizden daha iyiymiş Bay
Langdon."
Langdon,
Fransızcam berbattır, diye düşündü, ama
Zodyak ikonografim iyidir. Taurus'un
anlamı boğa demekti. Astrolojinin sembolleri tüm dünyada aynıydı.
Ajan arabayı durdurup, parmağıyla iki çeşmenin arasından piramidin yan tarafındaki geniş
kapıyı gösterdi. "Giriş burası. İyi şanslar bayım."
"Sız gelmiyor musunuz?"
"Bana sizi burada bırakmam emredildi. Yapmam gereken başka işler var."
Langdon
içini çekerek, arabadan indi.
Bu da senin numaran.
Ajan arabayı gazlayarak uzaklaştı.
Langdon tek başına ayakta durup, uzaklaşan farlara bakarken, avludan kolaylıkla çıkıp, bir
taksi çevirebileceğini ve yatağına doğru yol alabileceğini fark etti. Ama içinden bir ses, ona
bunun kötü bir fikir olduğunu söylüyordu.
Havuzların yarattığı sise yaklaşırken, başka bir dünyaya açılan hayali bir eşikten geçtiğini
hissediyordu. Akşamın rehaveti yeniden bastırmaya başlamıştı. Yirmi dakika öncesine kadar,
otel odasında uyuyordu. Şimdi ise Sfenks tarafından yaptırılmış şeffaf
piramidin önünde
durmuş, Boğa lakaplı bir polisi bekliyordu.
Bir Salvador Dali tablosunda kapana kısıldım, diye düşündü.
Langdon ana girişe doğru yürüdü, devasa döner kapıydı. Arkasında loş ve boş bir fuaye
vardı.
Kapıyı çalacak mıyım?
Langdon acaba Harvard'lı ünlü Mısır uzmanları hiç piramidin ön kapısını çalıp, cevap
beklemişler midir, diye düşündü. Cama vurmak için elini kaldırdı ama aşağıdaki karanlığın