Muhammed COŞKUN
332
tam olarak anlayabilmem için “sil”, “sal”, “sol” gibi gösterenleri de biliyor olmam
gerekmektedir. Ancak “sil”, “sal”, “sol” gibi gösterenlerin her birini anlamak için de,
diğer başka gösterenlere ihtiyacım olacaktır. Bunun sonucunda dil, kendi içinde bir
ilişkiler, benzerlikler ve farklılıklar (differances) sitemi olarak anlaşılabilecektir.
Şimdi, bu teorinin Câbirî’nin tefsir anlayışı üzerinden yapısalcı bir yöntem olarak
“tefsir” disiplinine taşınması, herhangi bir sûrede geçen bir âyetin anlamının, ancak o
surede geçen diğer âyetlerin anlamı ile birlikte ortaya çıkabileceğini, aksi durumda
hem pasajdan çıkarılan âyetin hem de geride kalan âyetlerin anlam erozyonuna
uğrayacaklarını düşünmek şeklinde gerçekleşmiş bulunmaktadır.
Dikkat edileceği üzere bu teorinin en nihayetinde gerçekleştirmek istediği şey,
klasik dönemde münasebatu’l-Kur’ân ve i’câzu’l-Kur’ân gibi bahisler altında konu
edilmiş meselelere benzemektedir ve (Fareddin Râzî başta olmak üzere) klasik
tefsirde surelerin iç uyum ve insicamlarını tebarüz ettirmeye yönelik bu tür
girişimleri görmek mümkündür. Doğrusu Câbirî her ne kadar bunu bir yöntem olarak
ortaya koymuş olsa da, uygulamada bütünüyle bu yönteme sadık kaldığını söylemek
zordur. Çünkü onun özellikle önem atfettiği bir diğer yöntem olan “dil dışı bağlam”
ya da “sîret-nüzûl ilişkisi” yöntemi, yapısalcı analizi devre dışı bırakmak gibi bir
özelliğe sahiptir. Çünkü yapısalcı yöntemde metnin dışındaki verilerden, yani
rivayetlerden, tarih ve siyer bilgilerinden istifade etmek ve metni kendi dışından
hareketle yorumlamak asla söz konusu değilken, siret-nüzul ilişkisi yöntemi
bütünüyle Kur’ân’ı kendi nüzûl dünyasına yerleştirip o günkü anlama imkân ve
koşulları çerçevesinden bakabilme çabasını ifade etmektedir. Bu yüzden bunların
ikisi birbirine zıt görünmektedir. Câbirî esasında bu iki yöntemin her ikisine de yer
vermek sûretiyle, yapısalcı metodu birebir kullanmadığını, sadece bir fikir olarak
“bütünlük” yaklaşımından ilham almış olduğunu göstermektedir. Nitekim klasik
müfessirler de bir taraftan sebeb-i nüzûl rivayetlerine önem verirlerken diğer taraftan
Kur’ân âyetleri ve (bazen de) sureleri arasındaki uyum ve insicamı esas almışlardır.
V.
Yapısalcı Metin Analizinin Sorunları
Yapısalcı metin analizi, sosyal bilimlerin diğer branşlarında olduğu gibi, Kutsal
metinlerin (ve bu çerçevede) Kur’ân’ın tefsiri açısından da birtakım sorunlar ihtiva
etmektedir. Bu sorunları ilki ve belki de en önemlisi, indirgemeciliktir.
İndirgemecilik, belli bir düşünse, tarihsel, sosyal ya da dinî olguyu izah ederken, bu
olgunun arz ettiği yapıyı önceden (ya da araştırmanın herhangi bir aşamasında) bir
postula olarak koyutlamak ve çalışmanın devamındaki bütün verileri bu postulanın
gölgesinde takip etmektir. Örneğin Arap İslam akıl yapısının beyan, burhan ve irfan
Tefsirde Yapısalcılık: İmkânı ve Sorunları
333
olmak üzere üç ana düşünce sistemi üzerinden şekillendiğini öne süren ve bu aklın
yapısal unsurlarını böylece tespit etmiş olan Câbirî, burhan aklına mensup gördüğü
Endülüs ekolünü bütünüyle felsefi/rasyonel düşünme yanlısı olarak görme
indirgemeciliği yapmış, hatta İbn Tumert gibi pek de rasyonel akıl taraftarı
sayılamayacak bazı şahsiyetleri “burhan” aklının mümessili olarak görmüş, buna
karşılık İrfan aklını gnostik/hermetik düşünce olarak değerlendirdiği için, bu akıl
yapısı içinde felsefî eserler veren İbn Sina gibi bir filozofu, İslam düşünce
geleneğinde irrasyonelin kalesi olarak görebilmiştir. Önceden belirlediği yapılar,
varacağı sonuçları etkilemiş, belki de vakıayı olduğu gibi görmesine engel olmuştur.
Aynı durum tefsir için de söz konusudur. Görüleceği üzere Câbirî’nin yapısalcı
sistem anlayışında, tefsir edilecek sure veya pasajın yapısal olarak metnin hangi
kısmına denk düştüğü belirlendikten sonra, o pasajdan ne anlaşılacağı da önemli
ölçüde belirlenmiş olmakta, hatta (en azından teorik olarak) o pasajda (yapı gereği)
bulunması gerektiği düşünülen anlamın oraya (farkında olunmadan) monte edilmesi
söz konusu olabilmektedir. Örneğin mukaddime bölümünde ahiretle ilgili uyarılar
yapan bir surenin sonuç bölümünde muhakkak aynı konuyla ilgili bir üst ilkenin
bulunması gerektiği (yapı gereği) düşünüleceği için, sonuç bölümünde yer alan
ifadeler türlü zorlamalarla bu anlama tekabül ettirilecektir. En azından böyle bir
zorlama ve indirgeme için teorik olarak müsait bir zemin sağlanmış olmaktadır.
Yapısalcı tefsir yönteminin bize göre en önemli açmazı budur.
İkinci sorun ise, metnin iç yapısını tahlil etmenin, Kur’ân’ın sözlü olarak
(şifahen) vahyedilmiş ve insanlara şifahen okunmuş bir metin olmasından
kaynaklanan keyfiyeti göz ardı etme tehlikesi taşımasıdır. Zira yapısal analizde
metin, masa başında ve bir kurgu uyarınca yazılmış bir “bütün” olarak telakki edilir.
Oysa Kur’ân, birbirine kâh benzeyen kâh birbirinden farklılık arz eden değişik
durumlara cevap olarak, yirmi küsur yıllık bir dönemde peyderpey ve şifahen inzâl
edilmiştir. Bu durum onun bir metin/kitap değil, hitap/söylem/söylev olarak ele
alınmasını, en azından tefsir faaliyeti esnasında onun bu özelliğinin göz önünde
bulundurulmasını gerektirmektedir.
Yapısalcılığın tefsirde yol açabileceği muhtemel bir diğer sorun ise, nesnellik
düşüncesinin farklı yorum imkanlarını yadsıyacak ve yorumda otoriterleşmeye yol
açacak boyutlara varmasıdır. Bu çerçevede ifade etmek gerekir ki, metin yorumunda
öznellik ve nesnellik tartışmalarını etraflıca ele almış olan Hans Georg Gadamer’in
diyalektik hermenötiği, bazı tadilatlardan geçirildikten sonra, sadece edebî metin
incelemelerinde ya da edebiyat teorilerinde değil, aynı zamanda ilk dönemlerden
günümüze kadar Kur’ân tefsiri çevresinde geliştirilmiş dinî geleneğin yeninden