182
ve kalıplar dışında düşünen ve yaşayan Balzac üzeri-
ne düşündürtür. Rodin, heykelinde fotografik bire bir
bir benzerlik amaçlamamıştır. (Johnson, 2010, s.98)
Balzac’ı, halk içinde tanınan yönlerini de dikkate alarak,
itirazlara yol açacak şekilde betimlerken, belirsizliğe ve
yoruma yer açmıştır. Resmi dile sahip heykellerin ehli
ya da terbiyeli durmaya çalışarak gerçeği sansürleyen
duruşunu bozar. (Schor, 1997, s. 18) Rodin’in heykeli
gibi, Brancusi de heykelin değişiminde kırılma noktala-
rındandır. Yüzleşmesi zor tarihsel süreçlerin hafızalaş-
tırılmasının ortaya koyduğu biçimsel problemler, Ro-
din’in Balzac’ı yüceleştirmeden ve fotoğraflaştırmadan
anıtlaştırma çabasından ayrı değildir. Anıtsallaştırma,
eğer düşünceye dair ise, eril bir yüceleştirme çabasını
terk eder. Sanatın toplumsal tarihinin farkındalığı, anıtın
dilini değiştirir.
Meydandan Mahalleye Uzanan Anıtlar
Toplumun ve onu oluşturan toplulukların adalete, barışa
dair talepleri arttıkça, anıtlar ve hafıza arasındaki
mesafe, kamusal mekanlarda daha görünür olmaktadır.
Bunu söylerken aklımızdaki görüntü, Galatasaray Mey-
danı’nda Şadi Çalık’ın “50. Yıl Anıtı” ile Cumartesi Anne-
leri’nin yan yana gelişidir. Cumartesi Anneleri’nin 500.
haftadaki oturumunda, anıtın etrafında artık meydana
sığmayan bir kalabalık toplanmış, halk yere oturdukça
anıt da daha görünür olmuştur. Kayıp yakınların fotoğ-
raflarını tutanlar, anıtı yaslanacak ve fotoğrafların da
seviyesini yükseltecek bir platform olarak kullanmıştır.
Anıtın işaretlediği, Cumhuriyet’in 50.yılıdır. Heykeltıraşı
Şadi Çalık’ın diğer işlerindeki deneysellik ve aykırılık,
bu anıta kaidenin tasarımı, dönemine göre yenilikçi
malzeme kullanımı ve metnin kullanışı sile yansımıştır.
Cumhuriyet’in 50. Yıl kutlamaları kapsamında heykel-
tıraşlara sipariş eden anıtlarda, “(...)sanatçılar özgür
bırakılmış, farklı biçimsel ve tematik eserlere imza
atılmıştır. Dolayısıyla 1973 yılı da kamusal alanda heykel
uygulamaları açısından bir dönüm noktası niteliğinde-
dir.” (Tekiner, 2010, s. 181-182) Bu heykellerden hayatta
kalan çok azdır. Şadi Çalık, bir röportajında, Türkiye’de
sanatçının yapıtını serbest bir şekilde biçimlendirerek
şehre yerleştirmesinin ancak 50 senede mümkün ola-
bildiğine dikkat çeker. Sanatçıya göre, “Gerçek anıt, bu
düşünce düzeyine erişmektir” (“Heykel Olmayan Yerde
Heykel Yapmak İçin Yaşamak”, 1974 ). Anıtın kaidesinde
yer alan 1923 ve 1973 rakamları, yatıktır; diyagonaldir.
Dik değildir. Rakamların kendisi birer objeymişçesine
birbirinden farklı seviyelerde yükseltiler oluşturur; yü-
zeyi hareketlendirir. Paslanmaz çelik boruların yükselişi
de diyagonaldir; etrafındaki binaların dikeyliğini hafifçe
büker. Yine de sanatçının diğer işlerindeki aykırılığa
oranla daha ehlidir. 1923-1973 ibaresi, bir zaman aralı-
ğını işaret etmesi ile ilgimizi çeker. Bu zaman aralığının
taş üzerine işlenişi, mezar taşları üzerindeki tarihleri
hatırlatabilir. Yakın tarihte ve günümüzde, zorla kaybe-
dilen yakınları için adalet isteyen Cumartesi anneleri ile
yan yana geldiğinde, farklı bir okuması çıkar: Kaybedilen
yakınların bir mezarı yoktur; Galatasaray bütün kay-
bolanların sembolik mezarı haline gelmiştir. (Koçali,
2004, s.358) Çok öznel bir yorum olarak eleştirilebile-
cek bu bakış açısı, yakın tarihin, plastik dili kuvvetli bir
anıt örneği ile yan yana gelişinden türemiştir. Anıtlar
ile toplumsal hafızayı birlikte düşünmek için, ilgi çekici
bir metafordur. Bizim anıta bakışımızda ilgimizi çeken,
anıtın yerini işaretleyen çelik borulardan çok, kaide-
sidir. Kaide, anıtı zeminden kopartmaz. Kaide, eğiktir.
Rakamlar, anıt çevresinde toplananların oturarak yatay
düzlemde oluşturduğu tabandan yayılan hareketi, bıçak
gibi kesmez. Aralarında uzanır. Düşünme mesafesini
bırakır.
Anıtlar ve toplumsal hafıza arasındaki mesafeyi so-
runsallaştıran, bu mesafe üzerine düşünen sanatçılar
arasında kamusal mekanlardaki müdahaleleriyle göze
çarpan en önemli sanatçılardan biri, Krzysztof Wodicz-
ko’dur. Wodiczko, halka açık mekanlarda, meydanlarda,
anıtlar ya da hükümet binaları gibi güç temsilleri olan
yapıları üzerine yansıttığı projeksiyonları ile bu mekan-
ları yeniden canlandırmayı, toplumsal hafızayı canlan-
dırmayı hedeflemiştir. Projeksiyonları ile amaçladığı,
bir gösteri ya da “mutlu bir kimlik temsili ya da şehrin
ihtişamlı galerisi, ideolojik tiyatrosu ve mimari-sosyal
sistemi ile pasif bir işbirliği” değildir. (Debord, 1958,
s.50) Sanatçının Meksika sınırında yer alan Tijuana’da
gerçekleştirdiği bir çalışma, bir kültür merkezinin
anıtsal kubbesini, geçici süreliğine bir ekrana dönüş-
türür. Bu ekran, yüzleşmesi zor bir hafızayı görünür ve
işitilir kılmayı amaçlar. Sanatçı, taciz ve aile içi şiddet
gibi konuşulması zor durumlara maruz kalan kadınları
kamusal mekanda konuşmaya davet etmiştir. Sanat-
çının bir ekip ile tasarlamış olduğu, başa ve çeneye
monte edilebilen bir kamera-mikrofon sistemi, kadın-
ların görüntülerini kubbeye yansıtmaya yarar. (“Tijuana
Projection”, 2001) Kadınların yüzleri, kubbeyi tamamen
kaplar. Yansıtıldığı şekli ile benzer biçimlerde yuvarlak-
laşan yüzleri ayrıştıran, kadınların sesleri ve hikaye-
lerdir. Claire Bishop, Antagonizma ve İlişkisel Estetik
isimli makalesinde, Rosalyn Deutsche’nin kamusal
olanın demokratikleşme sürecinde çatışmanın ifadesi
ile ilişkisine dair fikirlerine yer verir; Rosalyn Deutsc-
he’nin “kamusal alanın ancak kabul edilmiş dışlamaları
göz önünde bulundurup itiraza açıldığında demokratik
kalabildiğini” (Bishop, 2007, s. 39) öne sürdüğünden
bahsedip, tam da çatışmanın demokratik kamusal ala-
nın varlığının koşulu olduğunu söylerken, Deutsche’nin
takip ettiği kaynağın Laclau ve Mouffe’un kuramları
olduğunu hatırlatır. Bu metinde Bishop, aslen kürator
Nicolas Bourriaud’un 1990’larda ilişkisel estetik ile
tanımlamaya çalıştığı bir pratiği sürdüren sanatçıların
çalışmalarını, ilişkisel antagonizma olarak nitelendi-
receği kavram üzerinden inceler. Toplumda bastırılmış
olanı açığa çıkarmaya niyetli olan ilişkisel antagonizma,
Bishop’un bakışıyla, ilişkisel estetiğin önerisinden çok
daha sert yapıtlar ortaya koymakta olan Santiego Sierra