7
Diyorum ki, tabii Yunanlılar değildi, -‐-‐ Platon’un (Eflatun) Şölen’inde herkes devamlı
oturup içer şekilde betimlenmişti. Tüm gece boyunca sırf bunu yapıyorlardı, ama aynı
zamanda konuşuyorlardı da ve hatta konuşmaları oldukça iyiydi, konuşmalarının, hatta
yaptıkları partinin asıl sebebi, birlikte içmek anlamına gelen symposiumdu. Böylece
birlikte içip, konuşuyorlardı, bu ikisi bir arada yapılıyor olmalıydı. Önemli olan,
bayılmadan mümkün olduğu kadar çok içebilmekti ve Platon’un Şöleni’nin sonunda
herkes bayılmıştı, bir tek Sokrates hariç. O da etrafına bakıp, “Ne yapalım, herkes
uykuya daldı artık konuşma bitti,” demişti. Sonra da gitmişti; bunu kim kazandığını
biliyoruz. Bunu neden yapmışlardı?
Bilgisiz lisans öğrencisi değildi bunlar, ama sizin içtiğiniz barbarların sıvılarından değil,
şarap içiyorlardı, ama aynı zamanda şarabı suyla karıştırıyorlardı, bu da onları hemen
sarhoş yapmıyordu. Düşünün bakalım o günden bu yana dünya ne kadar çürümüş.
Alkolün yaratacağı sonuçlar belli, ama onların amacı alkolün etkisi çok fazla olmadan,
yani insanın sinirlerini ve fiziksel becerilerini etkilemeden, havaya girmekti. Şarap
insanın beynini o denli etkiliyor ki, hani barlarda saldırganlaşana kadar içenler gibi, bu
seviyeye gelindiğinde, eğer bir kişi derse ki, “Bana fıstığı uzatır mısınız,” siz de, “Tamam,”
dersiniz. Bunun hoplit düşünce biçimini özetlediğini düşünüyorum. Bu da onların
yararına çalışıyordu, asıl amaçları karşılarındaki belalıları yakalayıp öldürmek; bu da
onların genel ruh halini anlatmakta. Tabii bu durum iki taraf için de aynı şekilde geçerli.
Karşılaştıklarında iki taraf da aceleci bir havaya girmiş oluyordu. Adımları yürüyüşten
hızlıydı, iki taraf karşılaştığında düşünün, neler olduğunu tahmin edersiniz.
Burada düşünülmesi gereken bir başka durum daha söz konusu. Bu da, direkt olarak
ileriye gitmeleri gerektiğini biliyorlardı, ancak aynı zamanda sağ kanatları açıkta kaldığını
da biliyorlardı. Grand Canyon’un kenarında, sağ kanatlarını koruyacak şekilde
savaşamayacaklarına göre, savaşçılar bir ovanın düzlüğünü kabullenmek durumundaydı.
İlk adım şu şekilde olmalıydı, yani her savaşçı bir insandı, ilk adım bu şekilde, ve sıranın
öbür tarafındakinin de şu şekilde oluyordu. Thukydides 5. kitapda iki ordunun
çarpışırken bir parça sağa kaymış olduklarını söyler. Herkes biraz sağa kayardı, bütün
adamlar sağa kaymış olurlardı, sağa dönerken herkes birbirine biraz açıyla girişmiş
olurdu.
4. Bölüm: Dövüşme Tarzı, Kayıplar, Kazanma ve Kaybetme
Bu kadar yeter. Bakalım şimdi. Ben karşımdaki adama yaklaşıyorum ve asıl yapmak
istediğim, eğer becerebilirsem, onu öldürmek. Eğer beceremezsem, bunun yerine onu
geriye itmek isterim, çünkü asıl yapmak istediğim onu önümden çekmek. Diyelim ki, onu
önümden çekecek kadar şansım iyi gitti, – savaşırken siz bana bakamazsınız, ama ben
bakabilirim. Doğruya doğru. Sizi öldürebilme şansı için önümdekini itebilmem gerek.
Eğer şansım yaver gitmişse ve size erişebilmişsem, – şimdi diz çökün burada. Bu
savaşçının fena yaralandığını veya öldüğünü düşünün, yani kendinde olmadığını. İşte o
zaman kimin üstün olabileceği ortaya çıkmaya başlıyor. İlk önce arkanızdaki savaşçıyı ele
8
alalım. Bu sen misin? Eğer burada duruyorsan, – bakın ilk üç sıra birbirine girme
olasılığıyla karşı karşıya. Yukarıdan birine saldırabiliyor olabilirisin, ama, birden bire
önündeki adamın düştüğünü görüyorsun. Boğazından kanlar fışkırıyor, ya da yan
tarafında, yerde kıvranıyor. O zaman ne düşünürdün? Söyle. Tabii ki, buradan hemen
gitmeyi. Hemen önümdeki adamı öldürdüler ve sıra birazdan bende diye düşünürsün.
Aklıma hep, eğer gördüyseniz, En Uzun Gün filmindeki Normandiya Çıkartması hakkında
müthiş bir sahne gelir; Alman subay gelir, kendisi Normandiya’nın korunmasıyla
görevlendirilmiştir: Bir sığınakta merkeze rapor vermekle görevlendirilmiştir; hava
kararmış olmasına rağmen ama birden bire ufukta gelen 50.000 gemiyi görecek kadar
aydınlanır; bütün bir donanma. Merkezi arar ve, “Geliyorlar, geliyorlar!,” der. Öbür
taraf, “Kaç kişi?,” diye sorar. Subay da, “Binlerce,” diye cevap verir. “Hangi yönden?,”
diye sorarlar öbür taraftan. Subay da, “auf mich zu direct (tam üstüme doğru),” der.
Ona durum böyle gözükmektedir. Bu şekilde konuşunca durumun şehri için ne denli
tehlikeli olduğu anlaşılmaktadır.
Eğitimini aldığı tek şey, düşündüğü tek şey, ileriye doğru bastırmaktır; önde düşenleri
aşıp, gerekirse üzerlerine basıp geçerek düzende açılan boşluğu doldurmaktı. Öne çıkıp
tehlikeyle yüzleşmelidir, saldırılara göğüs germeli ve açılan boşlukları doldurmalıdır.
Başka türlü, – bakın, şimdi yanımdaki asker seni tepelemişti, ama ben şimdi ona
ulaşabilirim, onun yerine geçebilirim, arkamdaki asker de aynı şeyi yapabilir, şimdi bir
bıçak gibi olabiliriz, öldürmesi bizden, düşmesi onlardan. Eğer bu yeterli kez
tekrarlanırsa, önde olanlar arkalara doğru etki etmeye başlar ve bir anda hoplit
savaşlarında her zaman kilit bir an oluşur ve arkadaki savaşçılar, “Karşılaşmayı
kaybettik,” der. O zaman, arkadaki savaşçılar dönüp kaçmaya başlar, bu da phalanksın
bozulduğu zaman yapabileceğiniz tek şeydir. Artık onlara karşı duramıyoruz ve eğer
koşarak kaçmaya başlarsak, öndekilerin de tek yapabileceği şey de geri dönüp kaçmak
oluyor böylece.
Şimdi de elinizde bununla koşmak nasıl bir şey hayal etmeye çalışın. Acaba hızlı olabilir
misiniz? Hıza ihtiyacınız olduğu bu durumda, hayır. Buradaki önemli unsur, bunu hiç bir
zaman yapmaya çalışmamanız, ama phalanks düzeninde bunu yapmalısınız. Elinizdeki
kalkanı atıp koşmak. O zaman ben kazanıyor olurum ve yapmaya çalıştığım asıl mümkün
olduğu kadar bu adamları öldürmek. Soru şu: Burada, savaş sırasında Yunanlılar
kaçanları ne kadar kovalayabilir? Thukydides ilginç bir şey söyler, Spartalılar Mantinea
Savaşını kazanırlar, ve burada Spartalılar hoplitlerin peşine düşmemişlerdir. Spartalılar
zaten hiç bir zaman düşmanlarını fazla kovalamazlar. Burada sanki sorulan bir soruya
kendisi yanıt veriyor, “Çarpışma sırasında Spartalılar neden daha iyi değillerdi?”
Mantinea Savaşı bu soruya birçok yanıt verebilir, ama aslında çok basit bir tek cevap var.
Yunanlılar zaten düşmanı piyadeleriyle güçlü bir biçimde kovalayamazlardı. Kalkanlarını
atmak istemiyorlardı, tabii ki kalkanlarını korumak istiyorlardı ve ellerinde kalkanla
kalkansız koşanları yakalamaları gerekiyordu. Bu durumda çok uzağa koşup kaçanları
yakalayamazlardı zaten.