11
kumandan olsaydım, derdim ki, – ne derdim? “Saldır!” Karşılaşma sırasında peki ne
derdim? “Daha güçle savaşın!” Eğer başımız dertteyse, derdim ki, “Kaçmayın sakın!”
Teknik yoktu, manevra yapma olasılığı yoktu, pek bir şansları yoktu ve dolayısıyla talim
yapmanın da anlamı yoktu. Bir tek Spartalılar dışında. Onlar çiftçi değildi, tüm
yaşamlarını savaşa hazırlanarak geçirdiklerini göreceksiniz. Sonunda onlar kazançlı
çıkıyordu ve genellikle kazanan onlar oluyordu. Yani, senin sorunun yanıtı, sıradan
Yunanlılar genellikle fazla talim yapmıyordu.
Öğrenci: Eğer savaş için herkes
hoplit stilini kullanıyorduysa, nasıl Yunanlıların askeri
şahısları ön plana çıkıyordu? Eğer teke tek çarpışma yapılmıyordu ise, bu muhteşem
kahramanlar, savaşçılar nereden çıkıyordu?
Profesör Donald Kagan: Eh, orada gözünüzün seçebileceği kimse olmuyordu. Bu tip
savaşçılar tabii ki olmuyordu. Meşhur komutanlar, teke tek savaş olmayacağına göre,
ünlerini insanları düzgün bir oluşuma sokabilmekle ediniyorlardı. Bu konuda biraz daha
basit düşünürsek, mesela zamanı geldiğinde daha fazla konuşacağız, meşhur Marathon
savaşını ele alalım: Yunan orduları Perslerden sayıca çok daha az olmalarına karşın,
sıralarını koruma sorunuyla yüz yüze kalmışlardı. Bütün phalanksı azaltıp, Perslere
düzeni istedikleri yerden istedikleri kadar kırma şansı tanımaya karar vermişlerdi. Bu
sayede, Miltiades ordunun kanatlarını kuvvetlendirerek derinleştirip, orta kısmını
tehlikeli derecede hafifleterek kuvvetli bir ordu kurgulayabilmişti. Bu aslında bir kumar
gibiydi. Kumar, ordu kanatlarının düşman ordusunun kanatlarını dümdüz ederek,
arkadan ve yanlardan karşı saldırıya geçecekleri, sonra da ortayı kırmadan dönüp
kaçacakları üzerine kurgulanmıştı. Wellington Waterloo hakkında, “Savaş başa baştı,”
der. Persler ortayı kırdı, ama tam bunu yaparken Atinalı kanatlar Perslerin kanatlarını
ezip geçti, ve onları gemilerine kaçmaya zorladı. Herkes bunu Miltiades’in dehası olarak
tanımlar. Deniz savaşlarındaysa, mesela, Salamis’te Themistokles akıllı bir cihaz
üretmişti. Size anlatmaya çalıştığımı anlayabiliyor musunuz? Biz bu karakterleri
tanıyoruz. Hiç bir zaman phalanks’da öldürdüğü 34 dolayı herhangi bir savaşçının adını
duymazsınız. Başka soru var mı? Evet.
Öğrenci: Ne zaman silahlarını çekip saldırmaya başlıyorlardı?
Profesör Donald Kagan: Ellerinde mızrak kalmadığında…
Öğrenci: Yani mızraklar kırılmış mıydı?
Profesör Donald Kagan: Evet, mızrakların deli gibi kırıldığını tahmin edebiliriz. Bu
durumda yapacak tek şey, eğer elinizde başka bir şey kalmamışsa, kılıcınıza sarılmak tabii
ki.
Öğrenci: Yani herhalde ortaya çıkıp, üstünüzdeki zırhla, mutlu mutlu savaşmaya
başlamıyorsunuzdur.
12
Profesör Donald Kagan: Her zaman, evet her zaman. Yani anladığım kadarıyla hiç bir
zaman elinizden kalkanınızı bırakmamanız gerekmekteydi. Bu da hiç bir zaman
phalankstan uzağa gitmemeniz gerekir demektir. Aslında bu nokta tartışma konusu.
Yeni bir bakış açısı tam bu nokta üzerinde odaklanmış olarak, konuya karşıt bir sav sunar.
Phalanks konusunun sonuna geldiğimde bu konuya değineceğim kısaca. Evet.
Öğrenci: Peki ya sivri uçlu silahlar?
Profesör Donald Kagan: Bu savaşçıların sivri uçlu silahları yoktu. Ama bunlar aslında
hafif silahlı ve phalanks da olamayacak denli fakir savaşçılardı. Sorun aslında bunların
hiç birinin hedefinin olmaması, olamaması. Yani bir düşünün. V. Henri, aklınızdan çıksın,
Agincourt savaşı, çıksın aklınızdan. Ellerinde, Lincoln otlağındaki gibi kaliteli İngiliz
malzemesinden yapılmış, okları binlerce yard öteye atabilen Fransız aristokratlarını yere
seren oklar gibi ok ve yaylar yoktu. Hanginiz Laurence Olivier’in 1945 versiyonu olan V.
Henri filmini biliyorsunuz? Yeni bir tane var, berbat bir şey, Vietnam gibi bir ortam
yaratılmış. Tüm film belalı Agincourt savaşında geçiyor. Muhteşem bir savaş, güneş,
mavi gökyüzü falan içeriyor olmalıydı, ama her neyse… Ellerinde kötü ok ve yay vardı.
Kompozit yay değil ve tabii güçleri kısıtlıydı. Onların kalkanları delme şansı yoktu ve
uzağa atılamıyordu. Ama bir değeri vardı ki kullanılmaktaydı. Okçular çok olmasa da işe
yarıyordu, ama phalanks kargaşası sırasında değil, ancak yanlardan etkin olabiliyorlardı.
Fakat buralardan zarar verme şansları vardı. Elinden kalkanını atıp kaçan herkese
saldırmak mümkündü ve bunlar bu işe yarıyordu. E-‐evet?
Öğrenci: Yani hakkında okuduğumuz adı ‘M’ ile başlayan kişi böyle olamazdı…
Profesör Donald Kagan: Miltiades mi demek istiyorsun?
Öğrenci: Hayır, İlyada’da okuduğumuz okçu.
Profesör Donald Kagan: Ah, İlyada’da…
Öğrenci: Yani, onun yaptıklarını kimse yapamıyordu aslında, değil mi?
Profesör Donald Kagan: Evet, İlyada’da tabii ki düşmanları rahatlıkla öldürebilen birçok
iyi okçu var. Ama o dönemde ok ve yay kullanılıyor muydu bundan pek emin değilim;
ama bu dönemde kullanılan zırh da yoktu. Dolayısıyla korunma potansiyelleri güçlü
değildi ve çok da güçlü bir yaya ihtiyaç yoktu. Tabii Akhilleus’u öldüren Paris bu
hikâyede tek düşmanı öldüren savaşçı değildi, öyle değil mi? Ama tabii Akhilleus okla
topuğundan vurulmuştu, ‘zırhının’ korumadığı tek noktadan. Başka bir şey var mıydı?
Evet?
Öğrenci: Demek istiyorum ki,
çok derin bir phalanks çok elverişli miydi? Yani bir mızrak
eğer neredeyse iki metre uzunluğundaysa, arkadaki adamlar ne yapıyorlardı?