Mutezile Kelâmında Düşünce (Nazar)-Bilgi İlişkisi
163
giden bir oluş sürecidir. Bu sürecin sonunda ortaya çıkan bilgi, bir fiil olarak
öznede meydana gelen, ancak teorik olarak ondan ayrılan bir ma’nâ
73
olarak
tanımlamış ve kalb fiilleri içerisinde değerlendirmiştir. Buna göre bilgi, öz-
neyle ilişkisi açısından bir hudûstur. Şu halde bilgi, düşünme sürecinin sonun-
da, bir fiilin doğada bir yönde meydana gelmesi gibidir.
74
Bilginin ‘ma’nâ’ kavramıyla ilişkilendirilmesi, onun bir fiil ve araz ola-
rak tanımlanmasındandır. Kadı Abdulcebbar’ın yaşadığı dönemde ‘Ashâbu’t-
Tecâhul’
75
ün bilgiyi ve imkanını reddeden tezleri dikkate alındığında, ‘ma’nâ’
kavramının delaleti ve fonksiyonu daha iyi anlaşılacaktır. Dolayısıyla ma’nâ
kavramı, epistemolojik açıdan bilginin bilinebilir rasyonel süreçler içerisinde
elde edilen, bir fiil ve şey olarak delaleti açık ve kesin bir hâldir.
b. ‘Hâl’
76
Olarak Bilgi:
Hâl (
لا َحلا
) kavramı, ilk olarak, Basra Mutezilesinin önde gelen isimlerinden
Ebû Hâşim el-Cübbâî tarafından arazlara yani yüklemlere uygulanmıştır. O,
kavramı, Mutezile’den Muammer’in ma’nâ teorisinin kritiğini yapmak üzere
kullanmış ve sıfatları, Allah’ın zatında varlık ve yokluk şeklinde bir yüklem-
lemeye gidilemeyen ‘hâller’ olarak ortaya koymuştur. Ancak daha sonra kav-
ram, delalet olarak, ‘bir öznenin, belli bir sıfatla nitelendiği durumu’
77
ifade
etmek üzere geniş bir bağlam kazanmıştır. Bundan böyle kavram, ‘bir ma’nâ
sebebiyle kendisinin sıfatı olarak belli bir şeyle nitelenen öznenin, bir hâlden
dolayı bu ma’nâ’yı alması’ ya da ‘bir şahısta var olan ve bu şahsın o nedenle
başkasından ayrıldığı durumu’ ifade ede gelmiştir.
78
Wolfson, Mu’tezilî çevrelerce kullanılan ma’nâ ve hâl kavramları arasın-
daki ilişkiyi şu şekilde değerlendirmiştir. ‘...Muammer’in ma’nâ teorisi, onun,
‘cisimler kendi arazlarını meydana getiren bir tabiata sahiptir’ şeklindeki gö-
rüşünün bir neticesi olarak doğdu. Bu tabiat anlayışı, Kelâm’da sebepliliği
inkar edenlerin karşıtı olarak sebepliliğe inanma anlamına gelir. Ebû Hâşim
de, Muammer ve Nazzam istisna edilecek olursa, diğer Mutezilîler gibi sebep-
73 Kadı Abdulcebbar, el-Muğnî, -en-Nazar ve’l-Maarif-, s. 13; Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 45.
74 Kadı Abdulcebbar, el-Muğnî, a.g.e., s. 78.
75 Agnostikler, bilinemezciler
76 Hâl, kişinin doğrudan ve herhangi bir delîle ihtiyaç duymadan kendisinde bulduğu bir şey ve ayırımdır.
Bkz. Abdulcebbar, Şerhu’l-Usuli’l-Hamse, s. 46 vd. Ebû Ali, Abdulcebbar’ın kişinin kendisinde buldu-
ğu bir ‘ayırım’ olarak ifade ettiği şeyi, bilginin ‘idrak edilmesi’ olarak görmüştür. Bkz. Kadı Abdulceb-
bar, el-Muğnî, -en-Nazar ve’l-Maarif-, s. 23.
77 Wolfson, Kelam Felsefeleri, s. 129, 149.
78 Wolfson, a.g.e., s. 139.
164
İBRAHİM ASLAN
liliği inkar etti. Dolayısıyla onun bir ma’nâ’ya ilave olarak, ‘hâl’ formülasyo-
nunda bulunmasının nedeni budur.’
79
Burada ‘ma’nâ’ ile ‘hâl’ kavramları arasında dikkat çekilen karşıtlık Kadı
Abdulcebbar’da birbirini bütünleyen bir kavramsal yapıya dönüşmüştür. Çün-
kü o, bilgiyi bir yandan ‘ma’nâ’ olarak; diğer yandan ise ‘hâl’ olarak nitele-
miştir. Ancak ona göre bilgi, illet-malul ilişkisindeki gibi zorunlu değil; sebep-
sonuç ilişkisindeki gibi mümkün bir sonuçtur. O, düşünce ile bilgi arasındaki
ilişkiyi bir sebep-sonuç ilişkisi olarak ele almış ve ilişkinin hükmünü ‘vacîb
kavramıyla ifade etmiştir.
80
Bunun yanı sıra o, Ebû Hâşîm’in hâl kavramı-
nı ‘Allah’ın hâli’
81
, ‘insanın hâli’
82
, ‘fiilin hâli’
83
, ‘fâilin hâli’
84
ve ‘toplumun
hâli’nden
85
söz etmek suretiyle geniş bir çerçevede kullanmıştır.
Kadı Abdulcebbar, bilgiyi, kelam literatürüne ilk defa Mutezile’den Muam-
mer ile giren ‘ma’nâ’ kavramıyla ilişkilendirmiş ve bu ma’nâ nın dolaysız şe-
kilde bilindiğini ortaya koymak üzere ‘hâl’ kavramına yer vermiştir. Buna göre
kavram, özne ile ma’nâ olarak bilgi arasındaki ilişkide yer almakta ve bilişsel
anlamda bir sezgi olarak ortaya çıkmaktadır. Bunu aşağıdaki ifadede görmek
mümkündür. ‘Bilgiye delâlet sağlayan, bizden birinin kendisini idrak nesnele-
rinde olduğu gibi, bir şeye itikâd etmesi ve itikâd ettiği şey konusunda nefsini
sukûn halinde bulmasıdır. Bununla kişi, taklitlerini, zanlarını ve öylesine kabul
ettiği şeyleri birbirinden ayırır. Şu halde kendini bir hâl üzere bulma durumu,
her bir hâlin bir ma’nâya dayanmasıdır.’
86
Kadı Abdulcebbar, içsel fiiller olarak
kategorize ettiği ‘irade’, ‘nefret’, ‘itikâd’, ‘zann’, ‘kuşku’ ve ‘bilgi’ gibi fiille-
ri birer ma’nâ olarak ortaya koyarken, kişinin ‘hâl’ olarak bu ma’nâları birbi-
rinden ayrı ve şüphesizlik içerecek şekilde bildiğini söylemektedir. Çünkü bu
ma’nâ’lar, dolaysız şekilde ‘hâl’ olarak idrak edilirler.
O, söz konusu ‘hâl’lerin
bilgi değerinin zorunlu olduğunu ileri sürerken, bu tür bir bilginin herkeste aynı
olduğunu savunmuş olmaktadır. Buna göre hâl, dolaysız ve özsel bir biliştir.
87
Bunu şu değerlendirmede açık bir şekilde görmek mümkündür:
79 Wolfson, a.g.e.,
s. 145.
80 Kadı Abdulcebbar, el-Muğnî, -en-Nazar ve’l-Maarif-, s. 184 vd.
81 Kadı Abdulcebbar, a.g.e., s. 28. Ayrıca bkz. el-Muhit bi’t’Teklîf, s. 172.
82 Kadı Abdulcebbar, el-Muğnî, -İ’câzu’l-Kur’ân-, s. 27, 28, 33, 34.
83 Kadı Abdulcebbar, el-Muhit bi’t’Teklîf, s. 6, 107, 132.
84 Kadı Abdulcebbar, el-Muğnî, -et-Ta’dîl ve’t-Tecvîr-, s. 12, 15, 93, 94; Muğnî, -et-Tevlîd-, s. 10, 98.
85 Kadı Abdulcebbar, el-Muğnî, -İ’câzu’l-Kur’ân-, s. 12, 15, 16.
86 Kadı Abdulcebbar, a.g.e., s. 23.
87 Kadı Abdulcebbar, a.g.e., s. 20.