Mutezile Kelâmında Düşünce (Nazar)-Bilgi İlişkisi
165
Bilginin
meydana gelişini, delîl temelinde ele aldık. Biz bunu (bireylerin
ma’nâları bilme yolu olarak) hâl ortaklığı ile biliriz. Buna göre düşünce
bir hâldir ve delîl temelinde ele alındığında bu hâli herkesle paylaşıyoruz.
Aksi halde düşüncenin bilgiyi tevlit ettiğini bilmemiz olanaksız olurdu. Bu
(yönteme) göre delîllerin ahvâlini, delâlet mahiyetleri açısından biliriz. Bu
temel hareket noktasının sıhhatine hükmetmesek, delîl ve illetlerin nesnel
delâlete sahip oldukları bilinemez ve zorunlu bilgiler, idrak ve tecrübenin
kendisi üzerinde nesnel ve kesin olan güven temelimiz sarsılmış olurdu.
88
Burada Kadı Abdulcebbar, ma’nâ’ların bilişsel niteliğini ‘delîle gereksinim
duymaksızın dolaysız şekilde bilme’ olarak ‘hâl’ kavramı ile ifade etmiştir. Bu
aynı zamanda bilginin oluşma şartlarına ilişkin nesnel bir temel sağlamakta-
dır. Anlaşıldığı üzere Kadı Abdulcebbar’ın yaklaşımında hâl, ma’nâ kavramı-
nı olumsuzlamamaktadır. Bilakis hâl, imkânını, ma’nâ kategorisi ile, ma’nâ da
düşünce ile elde edilmektedir. Dolayısıyla bilgi gibi düşünce de bilişsel olarak
aynı şekilde yani hâl olarak temellendirilmiştir. O, bunu dolaysız ve doğrudan
bilme olarak açıklamış, bilen olarak özneyi, ‘nefs’ kavramı ile ifade etmiştir.
Bilenin ‘nefs’ kavramı üzerinden ifade edilmesi, düşünsel ve iradî fiillerin
kalb düzleminde ‘ma’nâ’ ve ‘hâl’ olarak değerlendirilmesini gerektirmiştir.
Şu halde bilgi, düşünme koşuluna bağlı olarak ortaya çıkan bir kalb fiilidir ve
kişi, bunu nefsinde ‘hâl’ olarak bulur.
c. Sukûnu’n-Nefs Olarak Bilgi:
Kadı Abdulcebbar’ın düşünce sisteminde epistemoloji, ‘korku’ ile başlar.
Bu aynı zamanda düşünme sürecine kaynaklık eden bir başlangıçtır. Kadı
Abdulcebbar’ın adına ‘havf’ dediği, bizim ‘endişe’ olarak çevirmeyi daha uy-
gun bulduğumuz söz konusu hâl, daha çok, anlıksal bir endişe olarak ortaya
çıkmaktadır. Çünkü kişi, kendisini, birbirini tekfir eden farklı din ve mez-
hepler içerisinde bulur. Bu bağlamda kişi, kendisini, Allah’tan vahiy aldığını
iddia eden bir elçinin kendisine verilen şeriata çağırması
89
ve sevap, ceza, va-
cip ve kabih gibi değer yargılarında bulunması ile endişe içerisinde bulur. Bu
hâl düşünceye kaynaklık etmekte, bir imkan olarak da bilgiye ulaşıldığında
yerini sukûn’a bırakmaktadır. Dolayısıyla bilgi, endişe ve kaygı ile başlayan
sürecin zihinsel olarak sona ermesi anlamında bir ‘kesinlik’ hâlidir. Buna göre
sukûnu’n-nefs (
سفنلا نوكس
), öznede bilgisizlik ve kuşku gibi faktörlerle or-
88 Kadı Abdulcebbar, Muğnî, -et-Tenebbuât ve’l-Mu’cizât-, s. 369.
89 Kadı Abdulcebbar, a.g.e., s. 396 vd.
166
İBRAHİM ASLAN
taya çıkan zihinsel gerilimin sona ermesi demektir. Ebû Ali el-Cübbâî, Ebû
Hâşim el-Cübbâî ve Kadı Abdulcebbar’ın bilginin yakinîliğini bu kavramla
ifade etmesi derin tartışmalara sebep olmuştur.
90
Mutezile içerisinde bu kri-
tere şiddetle karşı çıkanların başında Câhız gelmektedir. O, bilgi olmadan da
‘sukûn’ hâlinin ortaya çıkabileceğini savunmuş ve ‘sukûn’ hâlinin bilgisel bir
ilke olarak temellendirilemeyeceğini ileri sürmüştür.
Câhız’ın çağdaşı olan Kindî de ‘sukûn’ ifadesine yer vermiş ve ‘sukûnu’l-
fehm’ (
مْهَفلا ُنُوك ُس
) kavramını kullanmıştır. Bu kavramın Câhız tarafından eleş-
tirilmesi ve Kindî tarafından da kullanılması, en azından ‘sukûn’ kavramının
Basra Mutezilesinden olan Allaf ve Nazzam gibi çağdaş kelamcılar tarafından
da tartışılmış olabileceği ihtimalini güçlendirmektedir.
91
Câhız’ın eleştirisine
bakıldığında ‘sukûnu’n-nefs’, bilginin nesnelliğiyle ilgili bir ilkedir. Câhız
ise, söz konusu ilkenin bilginin nesnelliğini ortadan kaldıracağını ve öznel
kılacağını savunmuştur.
Kadı Abdulcebbar, Ebû Hâşim el-Cübbâî’den aldığı ‘sukûnu’n-nefs’ kav-
ramıyla yeni bir nesnellik temellendirmesine girişmiş
92
ve bu kavramı duyu-
ların,
doğuştan gelen zorunlu, kategorik bilgilerin ve nazarî bilgilerin kesinlik
ölçüsü ve nesnel illeti olarak ortaya koymaya çalışmıştır.
93
Ona göre sukûnu’n-
nefs, bilgi oluş
94
açısından bütün bilgileri içine alan en temel epistemolojik il-
kedir. O, bu hükme, ‘fiil yapma imkânına sahip olan ile fiil yapması imkânsız
olan’ arasındaki farklılığı, ‘’fiil ile kadir oluş arasındaki ilişkiyi ve delâleti’
90 Hüsnü Zîne, ‘sukûnu’n-nefs’i, Sanskritçe’de ‘sükunet’ anlamına gelen kuşkucuların ‘Ataraksiya’sıyla
kıyaslamıştır. O, zihinsel dinginlik (mental tranquility) anlamına gelen Ataraksiya’nın Abdulcebbar
döneminde bilinip bilinmediğinin şüpheli olduğuna dikkat çekmiştir. Ona göre bu düşüncenin izlerini
Maturidî’de “hâtır” kavramında görülmektedir. Bunun yanı sıra aynı etkinin Mutezile’de de mümkün
olduğunu iddia etmiştir. Çünkü Mutezilî çevrelerde şüphe, epistemolojik değeri açısından metodolojik
anlamda olumlanmıştır. Çünkü düşünme Ebû Ali el-Cübbâî’de olduğu gibi bilme durumunda değil, ancak
şüphe ve bilgisizlik durumlarında mümkün olabilir. Sonuç olarak Zîne, Abdulcebbar’ın, sukûnu’n-nefs
kavramıyla sofist çevrenin göreceliğine ve kuşkucu çevrenin bilginin imkânına ilişkin görüşlerinin aksine,
bilginin objektif ve ne nesnesiyle tam bir uygunluk içerisinde olduğu tezini savunduğunu söylemiştir. Bkz.
Hüsnü Zîne, el-Akl inde’l-Mutezile, (Beyrut, 1980), s. 82 vd.
91 Hüsnü Zîne, a.g.e., s. 79.
92 Hüsnü Zîne, a.g.e., s. 79.
93 Zira Abdulcebbar’a göre sukûnu’n-nefs, bir illettir. O, duyu ve aklın alanına giren bilgileri içine alır.
Muğnî, 12, s. 54-55. Ayrıca bkz. Hüsnü Zîne, a.g.e., s. 76 vd. Hüsnü Zîne, bu bağlamda bilginin iki ko-
şulunun bulunduğunu ifade etmiş, bunlardan ilkinin bilme sürecinin sonunda oluşan bilginin nesnesiyle
tam bir mutabakat taşıması, diğeri ise bilgide, zihinde kesinlik yaratan ‘sukûn’ kılıcı bir niteliğin olması.
Bkz. Hüsnü Zîne, a.g.e., s. 77.
94 ‘Bilgi sukunu’n-nefs koşuluyla bilgi olur. Zann, taklîd ve delîlsiz olarak tesadüfen kabul edilen
şeylerde (tebhît) bu koşul yoktur. Bkz. Kadı Abdulcebbar, el-Muğnî, -en-Nazar ve’l-Maarif-, s. 42, 43.