Amr b. MÜRre 4 Bibliyografya 4



Yüklə 1,66 Mb.
səhifə20/40
tarix15.10.2018
ölçüsü1,66 Mb.
#74166
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   40

Bibliyografya



1- W. Heyd. Yakın-Doğu Ticaret Tarihi (trc. En­ver Ziya Karal), Ankara 1975, I, 596-617.

2- Os­man Nuri Ergin. Türkiyede Şehirciliğin Tarihi İnkişâfı, İstanbul 1936.

3- Cengiz Orhonlu. Os­manlı İmparatorluğunda Aşiretleri İskân Te­şebbüsü, İstanbul 1963.

4- Osman Turan, Sel­çuklular Zamanında Türkiye Tarihi, İstanbul 1971, s. 505 vd.

5- S. Vryonis, The Decline of Medieval Hellenism in Asia Minör and the Process of Islamization from the Eleventh through the Fifteenth Century, Berkeley 1971.

6- M. A. Cook, Population Pressure in Rural Ana­tolia: 1450-1600, Oxford 1972.

7- Halil İnalcık. The Ottoman Empire, The Classial Age 1300-1600, London 1973, bk. İndeks.

8- Halil İnalcık. “Os­manlı İmparatorluğunun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde Türkiye'nin İktisadî Vaziyeti Üze­rinde Bir Tetkik Münâsebetiyle”, TTK Belle­ten, XV-60 (1951), s. 629-684.

9- Halil İnalcık. “Bursa and the Commerce of the Levant”, JESHO, 111-2 (1960), s. 131-147.

10- Halil İnalcık. “Capital Formation in the Ottoman Empire”, The Journal of Economic History, XXI, New York 1969, s. 97-140.

11- Halil İnalcık. “Osmanlı Pamuklu Pazarı: Hindistan ve İngiltere Para Rekabetinde Emek Maliyetinin Rolü”, GeLD, II (1981), s. 1 vd.

12- Mustafa Akdağ, Türkiye'nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, İstanbul 1974, 1-11.

13- Cl. Cahen. Osmanlılardan Önce Anadolu'da Türkler (trc Yıldız Moran), İstanbul 1979, s. 296 vd.

14- Nejat Göyünç, “XVI. Yüzyılda Güney-Doğu Ana­dolu'nun Ekonomik Durumu: Kanuni Süley­man ve II. Selim Devirleri”, Türkiye İktisat Tarihi Semineri, Ankara 1975, a. 71-98.

15- F. Braudel. The Mediterranean World in the Age of Philip II (trc. S. Reynolds), London-Fontana 1976. I, 326-327, 395-397, 402.

16- Sevgi Aktöre. 19. Yüzyıl Sonunda Anadolu Kenti, Mekânsal Yapı Çözümlemesi, Ankara 1981.

17- Sevgi Aktöre. “17. Yüzyıl Başından 19. Yüzyıl Ortasına Kadarki Dönemde Anadolu Osmanlı Şehrinde Şe­hirsel Yapının Değişme Süreci”, ODTÜ Mi­marlık Fakültesi Dergisi, 1-l, Ankara 1975, s. 106-109.

18- S. Faroqhi. Towns and Townsmen of Ottoman Anatolia Trade, Crafts and Food Production in an Urban Setting 1520-1650, Cambridge 1984.

19- S. Faroqhi. “16. Yüzyılda Batı ve Güney Sancaklarında Belirli Aralıklarla Ku­rulan Pazarlar (İçel, Hamid, Karahisar-ı Sahib, Kütahya, Aydın ve Menteşe)”, GeLD, I (1978). s. 39-85.

20- S. Faroqhi. - L. Erder, "Population Rise and Fail in Anatolia 1550-1620", MES, XV (1979), s. 322-345.

21- S. Faroqhi. “The Development of the Anatolian Urban Network During the Sixteenth Century”, JESHO, XXIU-3 (1980), s. 265-303.

22- Yusuf Halaçoğlu. XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda İskân Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi, Ankara 1988, s. 125-126.

23- Ö. Lütfi Barkan, “Tarihî Demogra­fi Araştırmaları ve Osmanlı Tarihi”, TM, X (1953), s. 1-26.

24- Doğan Kuban, “Anadolu Türk Şehri, Tarihi Gelişmesi, Sosyal ve Fiziki Özellikleri Üzerinde Bazı Gelişmeler” VD, Vll (1968), s. 53-73.

25- R. Jennings. “Urban Popula­tion in Anatolia in the Sixteenth Century: A Study of Kayseri, Karaman, Trabzon, and Erzurum”, IJMES, Vll-1 (1976), s. 21-57.

26- Özer Ergenç, “Osmanlı Şehirlerindeki «Mahal-le»nin İşlev ve Nitelikleri Üzerine", Osm.Ar., IV (1984), s. 69-78.

27- Özer Ergenç, “Osmanlı Klâsik Dönemindeki «Eşraf ve A'yan» Üzerine Ba­zı Bilgiler”, a.e., III (1982), s. 105-118. 28- Y. Oğuzoğlu. “XVII. Yüzyılda Türkiye Şehirlerinde­ki Başlıca Yöneticiler”, Ondokuz Mayıs Ûniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 1, Ankara 1986.

29- İlhan Şahin-Feridun M. Emecen. “XV. Asrın İkinci Yarısında Tokat Esnafı”, Osm.Ar., Vn-Vlll (1988). s. 287-308.
3) Ulaşım ve Yol Sistemi.
Türk fütuha­tına kadar Bizanslılar döneminde daha çok deniz yollarının kullanılması dolayı­sıyla ticarî yönden büyük önem taşıma­yan Anadolu, Akdeniz'in batı, güney ve doğusunun müslüman kavimlerin eline geçmesiyle tamamen ticarî faaliyet dı­şında kalmıştır. Müslümanların hâkimi­yetinde iken Akdeniz ticareti Orta As­ya'dan Bağdat'a, oradan da Suriye li­manları vasıtasıyla Afrika ve Endülüs'e yapılıyordu. Ayrıca Anadolu'nun İslâm ve hıristiyan âleminin mücadele sahası için­de kalmış olması ticarî faaliyete engel olduğu gibi savaşların getirdiği tahribat da iktisadî hayatın gelişmesine engel olmuştur.

Selçuklu fütuhat. Anadolu'nun müslümanlar ve hıristiyanlar arasında bir köp­rü vazifesi görmesine ve dünya ticareti bakımından önemli bir yer kazanması­na yol açmıştır. Özellikle Bizans ve Haç­lı saldırılarının durdurulmasından son­ra XII. yüzyıla girerken ticarî faaliyetler artmış, Anadolu'da bu dönemde yollar doğu-batı ve kuzey-güney istikametin­de iki ana güzergâh teşkil etmiştir. Bun­lardan doğu-batı yönünde olanı Antalya ve Alanya'dan başlayarak 248 Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurum üzerinden İran ve Türkistan'a ulaşırdı. Kuzey-güney yönün­de olanı da yine Antalya, Alanya veya Yu­murtalık'tan Kayseri yoluyla Sivas'a ge­lir ve birinci yolla birleşir, buradan Tokat-Sinop veya Tokat-Samsun güzergâ­hından deniz yoluyla Kırım'da Sugdak Limanı'na varırdı. Bu yol Elbistan-Malat­ya - Diyarbekir üzerinden Irak'a bir kol verirdi.

Selçuklular bu yollar üzerinde kervan­saray adı verilen bir kale hüviyetinde ko­naklama noktaları inşa etmiştir. Her 30-40 kilometrede, bir menzillik mesafede yaptırılan kervansaraylar ıssız yollarda, dağ ve geçit mahallerinde ticaret ve se­yahat emniyetini sağlamak, misafir yol­cu ve kervanların istirahatini temin et­mek gibi önemli gayelerle kurulmuştur. Osmanlılar'da aynı işi han adı verilen te­sisler yerine getirmiştir.

Değişen ekonomik şartlar dolayısıyla Selçuklu yollarının aksine, merkez İstan­bul olmak üzere Rumeli ve Anadolu'da sağ, sol ve orta kol olarak üç ana hat­ta ayrılan Osmanlı yolları genellikle ge­niş sayılabilecek yatık yollardan teşek­kül eden Ortaçağ yollan tarzında idi. Bu yollardan Anadolu'da sağ kol, Üsküdar-Gebze-Eskişehir-Akşehir-Konya-Adana ve Antakya'ya ulaşır, buradan bir kol Halep’e, bir kol da Şam'dan Hicaz ve Mı­sır'a ayrılırdı. Orta kol yine Üsküdar'dan başlayarak Gebze-İznik-Bolu-Tosya-Merzifon-Tokat-Sivas-Hasan Çelebi-Malatya-Harput-Dİyarbekir-Nusaybin-Musul-Kerkük üzerinden Bağdat ve Basra'ya ulaş­maktaydı. Sol kol ise orta kolla Merzi­fon'a kadar aynı güzergâhı takip edip buradan Ladik-Niksar-Karahisâr-ı Şarki-Kelkit-Aşkale-Erzurum ve Hasankale'ye, oradan bir kol Kars ve Tiflis'e, diğer bir kol da Tebriz'e uzanırdı. Bu ana kollar birbirine tâli yollarla bağlanmıştı. Bun­lardan sağ koldan ayrılan ara yolların en önemlilerinden biri İzmir-Bodrum-Denizli-Antalya ve Anamur güzergâhını teşkil etmekteydi. Ayrıca orta kolda Sapanca'dan Geyve. Taraklı, Torbalı, Göy­nük, Nallıhan, Ayaş, Ankara, Yahşihan, Kırşehir, Kayseri ve Maraş'a: yine aynı yolun Ankara'dan itibaren Kalecik, Sun­gurlu, Yozgat, Boğazlıyan üzerinden Kayseri'ye; Sivas'tan Divriği, Eğin ve Arap­kir üzerinden Çemişkezek'e; Eğin'den Erzincan ve Erzurum'a; yine Sivas'tan Yeni-il, Zamantı, Kayseri, Nevşehir, Niğ­de yoluyla Ereğli'ye; Sivas'tan diğer bir kolla Ulaş, Manalık. Gürün, Elbistan. Maraş. Ayıntab, Nizip, Birecik ve Urfa'ya; Diyarbakır'dan Rakka'ya uzanan tâli yol­lar bulunmaktaydı. Sol koldan ise Erzurum'dan Eğil, Oltu, Ardahan üzerinden Ahıska'ya; Hamamlı'dan Araç, Kastamo­nu, Taşköprü. Boyabat, Bafra, Samsun, Çarşamba. Ünye, Fatsa, Ordu, Giresun, Tirebolu, Büyük Liman ve Boladhan 249 üzerinden Trabzon'a ulaşılmak­taydı. Trabzon'dan da Gümüşhane-Bayburt yolu ile Erzurum'a varılıyordu. Erzurum'dan ise Hasankale-Molla Süleyman-Erciş güzergâhından Van'la bağ­lantı sağlanmaktaydı. İstanbul'un at yü­rüyüşü ile bazı merkezlere uzaklığına gelince, Adana'ya 189, Antakya'ya 226, Antalya'ya 120, İzmir'e 141. Sivas'a 183, Diyarbakır'a 275, Nusaybin'e 327, An­kara'ya 92, Kayseri'ye 152, Erzurum'a 281, Kars'a 302, Van'a 342 ve Trabzon'a 252 saat idi.

Merkezle eyaletler arasında irtibatı ve ulaşımı sağlayan bu yollar üzerinde ti­caret emniyetini sağlamak için hanların yanı sıra, XV. yüzyıldan itibaren derbend adı verilen ve âdeta küçük bir kale ni­teliği taşıyan karakollar meydana geti­rilmiştir. Haberleşmenin temini için ise menziller kurulmuştur. Bu gibi mües­seselerin idaresi belli nizamlar çerçeve­sinde yürütülmüş, devlet tarafından derbend ve menzil görevi verilen ahali, bu­raları korumaları ve mâmuriyetini sağla­maları karşılığında tekâlif-i örfiyyeden muaf tutulmuştur. Bu da haberleşme­ye ve ulaşıma devlet tarafından verilen önemi göstermektedir. Yollar üzerinde kurulan menzil noktaları aynı zamanda bir askerî harekâtta ordunun konakla­dığı ve iaşesinin depolandığı yerler ol­mak fonksiyonunu da yüklenmiştir. Öte yandan hanların ve menzillerin bulun­duğu bazı merkezlerin askerî harekâtta çevre ahalisinin mallarını pazarladıkları birer ticaret merkezi şekline gelmesi, bu gibi yerlerin zamanla Anadolu'nun önemli yerleşim birimleri olmasını sağ­lamıştır.

Osmanlılar zamanında yollar genel olarak devlet tarafından tamir edilirdi. Yolların tamirini yapan gruplar “kaldırımcı” adıyla anılmıştır. Nehir ve akar­sular üstüne inşa edilen köprüler için ise “köprücülük” adıyla bir hizmet gru­bu oluşturulmuştur. Bu gibi görevliler yaptıkları işe karşılık “geri hizmet erba­bı” olarak nitelendirilmiş ve avarız ver­gisinden muaf tutulmuştur.

Anadolu'nun ulaşım ve ticaretinde ka­rayollarından başka, üç tarafının deniz­le çevrilmiş olması dolayısıyla deniz yol­ları da önemli yer tutar. Bu hususta Os­manlı kaynaklarında, gerek ordu gerek­se halkın zahire ihtiyacının önemli kıs­mının bu yolla sağlandığına dair kayıt­lar bulunmaktadır. Nitekim XVI. yüzyıla ait bir arşiv belgesinden öğrenildiğine göre 250 İstanbul'dan Ka­radeniz kıyılarını takiben Batum'a ka­dar 123 iskele bulunmakta idi. Aynı şe­kilde İstanbul ile Payas arasında da otuz iki İskele yer alıyordu. Bu iskeleler XIX. yüzyılda menzil teşkilâtının ilga edilme­sinden sonra Anadolu postalarının nakli için düşünülmüş ve hatta bu hususta 1862 yılında bir de emir verilmiştir. 251 Bununla birlik­te özellikle posta teşkilâtının kurulduğu 1250 252 yılından itibaren mev­cut karayollarının ıslahı cihetine gidildiği de görülmektedir. 253 Nitekim 1863'te yeni inşa ve ta­mir edilen yollann uzunluğu 360 fersa­ha ulaşmıştır. 1869 yılında çıkarılan ni­zâmnâmeye göre ise yollar şu dört grup altında ele alınmıştır:

1) Mevcut yolların vilâyet merkezlerinden İstanbul'a, iske­lelere ve demiryollarına ulaşması:

2) Vi­lâyet ve sancaklar arası yolların yapımı;

3) Kazalar arasında, kazalardan büyük şoselere ve demiryollarına giden yolların inşası;

4) Nahiye ve köy yollarının ya­pımı.

Karayolları yapımının yanı sıra Sultan Abdülmecid devrinden itibaren zama­nın en modern ulaşım aracı olan demir­yolu sisteminin kurulmasına da başlan­mıştır. Anadolu ulaşım ve nakliyatında bundan sonra önemli bir yere sahip ola­cak demiryolu yapımı, Sultan Abdülaziz ve 11. Abdülhamid tarafından da sürdü­rülmüştür. Nitekim ilk olarak yapılan İzmir-Aydın hattından sonra Aydın-Dinar-Denizli ve İzmir-Tire-Ödemiş demiryol­ları inşa edilmiştir. 1879'a kadar ise İz­mir Turgutlu-Alaşehir ile Manisa-Soma, Alaşehir-Afyon demiryolları tamamlanmıştır. Bu arada Mudanya-Bursa hat­tı yapılarak 1892'de işletmeye açılmış­tır. Ayrıca 1896'ya kadar İstanbul-İzmit-Ankara hattı ile buna ek olarak Eskişehir-Konya, Eskişehir-Kütahya ve Arifiye-Adapazarı arası demiryolları bitiril­miştir. Mersin-Tarsus-Adana demiryo­lu 1886'da tamamlanmıştır. Konya'dan Bağdat'a giden yol ise 1904'ten itiba­ren kademe kademe inşa edilmiştir. De­miryolları yapımına verilen bu hız dolayısıyladır ki bu döneme kadar Anado­lu'da yapılan toplam hat uzunluğu 1597 kilometreye ulaşmıştır. Böylece Anado­lu ulaşım tarihinde bu devre kadar en kolay nakliyatın sağlandığı, telgraftan sonra en seri haberleşmenin gerçekleş­tirildiği yeni bir döneme girilmiştir. 254



Bibliyografya



1- BA, KK, nr. 2555.

2- BA, Meclis-i Vâlâ, nr. 21594.

3- BA, İrade-Dâhiliye, nr. 33369.

4- Şekip Es­kin, Türk Posta, Telgraf ve Telefon Tarihi, An­kara 1942, s. 15-16, 23.

5- Karal. Osmanlı Tarihi, VIII, 461-467.

6- M. Kemal Özergin, Anadolu Selçukluları Çağında Anadolu Yolları (dokto­ra tezi, 1959), İÜ Ed. Fak. Tarih Semineri Ki­taplığı, nr. 594.

7- M. Kemal Özergin, “Anadolu Selçuklu Kervansarayları”, TD, sy. 20 (1965), s. 144-170.

8- W. M. Ramsay, Anadolu'nun Tarihî-Coğrafyası (trc. Mihri Pektaş), İstanbul 1960, s. 23-57.

9- Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu Vi­da Derbend Teşkilâtı, İstanbul 1967.

10- Cengiz Orhonlu, “Meslekî Bir Teşekkül Olarak Kaldırımcıhk ve Osmanlı Şehir Yolları Hakkında Bazı Dü­şünceler”, DAAD, sy. 1 (1972), s. 93-129.

11- Cengiz Orhonlu, “Gemicilik”, TM, XV (1969), s. 157-165.

12- Yusuf Halaçoglu, Osmanlı imparatorluğunda Menzil Teşkilâtı ue Yol Sistemi (doçentlik tezi, 1982), İÜ Ed. Fak.

13- Osman Turan. “Selçuk Ker­vansarayları”TTK Belleten, X-39 (1946), s. 471-474.
4) Eğitim ve öğretim.
Anadolu, tarihin en eski çağlarından beri yoğun bir ilmî ve fikrî faaliyete sahne olmuş, Selçuklu­lar zamanında da en parlak devrini yaşa­mıştır. İslâmiyet'in yayılması ve Anadolu'da birliğin nisbeten sağlanması Türkler'in burada imar faaliyetlerini hızlan­dırmalarına zemin hazırlamıştır. Öte yan­dan Türkleşme ve İslâmlaşma çalışma­ları aynı zamanda burada fikrî gelişmeyi de hızlandırmıştır. İslâm dünyasında Ve­zir Nİzâmülmülk'ün başlattığı ve ilk örneklerini verdiği medrese ve külliye sis­temi bundan dolayı en çok Anadolu'da rağbet görmüş ve en güzel örneklerini burada vermiştir. Anadolu Selçukluları. Beyliklerin ve Osmanlı Türkleri'nin ilim ve kültür hayatına en büyük hizmetleri, Anadolu'nun her tarafına sayısız med­rese, kütüphane, dârüşşifa, hastahane, imaret, zaviye inşa etmeleri ve bunların mükemmel bir şekilde çalışmasını sağlamak için pek çok vakıflar kurmalarıyla gerçekleşmiştir.

İslâm dünyasında ilk eğitim ve öğre­tim faaliyetleri önce camide başladı; Mescid-i Nebevi’nin son cemaat mahallinde Suffe denilen bir bölüm devamlı surette eğitim için ayrılarak buraya de­vam edenlere “ehl-i Suffe” denildi. Ge­lenek halini alan bu uygulama Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar döneminde çok yaygın bir şekilde devam etti. Ana­dolu köy ve kasabalarında mescidler halk için başlıca eğitim merkezleri oldu, bazan mescidlerin yanlarına çocuklar için mektep veya sıbyan mektebi denilen eği­tim binaları eklendi. Şehirlerde ise eği­tim için camilerden faydalanılmakla bir­likte asıl öğretim faaliyetleri medrese­lerde yapılmaktaydı.

Cihad ve gaza ile meşgul olan Anado­lu Türk hükümdarları ilim ve kültür fa­aliyetlerine de daima destek oldular: ilim erbabına kıymetli hediyeler ve önemli görevler vererek onları mükâfatlandır­dılar. Bu teşvik ve iltifat sebebiyle İs­lâm dünyasının çeşitli bölgelerinden pek çok âlim Anadolu'ya geldi ve hükümdar­lara değerli eserler takdim etti. 255 Ayrıca bazı hükümdarların da bizzat ilimle meşgul oldukları, eser­ler telif ettikleri bilinmektedir. Bu dö­nemde Türkçe dışında Arapça ve Farsça olarak da çok sayıda eser telif edildi.

Selçuklular'ın ve daha sonra kurulan devletlerin ilim alanındaki başarılarını gösteren önemli yapılardan olan Ana­dolu medreseleri, âbidevî portalleri, ge­niş eyvanları ile mimari bakımdan bir dönüm noktası olduğu gibi, uygulanan eğitim programları ile de yepyeni bir an­layışın başlangıcını teşkil ettiler. Medre­selerin vakfiyeleri bu kültür müesseselerinin çalışma şekli, gelirleri ve sağla­dıkları eğitimin özellikleri hakkında ay­rıntılı bilgiler vermektedir. Buna göre. medreselerden bazıları doğrudan doğ­ruya İslâm hukuku, tıp, hadis, hey'et ve astronomi eğitimi veren ihtisas medre­seleri idi. Meselâ Konya'daki İnce Mina­reli Medrese hadis. Sırçalı Medrese fı­kıh, Kayseri'deki Cifte Medrese tıp. Kır­şehir Cacabey ve Kütahya'daki vacidiye medreseleri ise astronomi ve hey’et öğ­retimine ayrılmıştı. Vakfiyelerde dersle­rin veriliş şekli ile müderrisin vasıfları gibi özel şartlar da yer alırdı. Nitekim Konya Karatay Medresesinde müderri­sin tefsir, hadis, usul ve fen ilimlerinde ehliyetli, Hanefî mezhebinden bir âlim olması, Sivas Gök Medrese vakfiyesin­de müderrisin tercihen Şafiî mezhebin­den olması şartı yer almaktadır. Ayrı­ca medreselerde müderrisin yardımcısı olan muîdlere, hatta talebeye bile maaş ve bursların tahsis edildiği görülmek­tedir. Meselâ Konya Altın-apa 256 Medresesi vakfiyesinde çok başarılı üç talebeye ayda 15'er dinar, orta seviyeli on beş talebeye ayda 10'ar dinar, yeni başlayan yirmi öğrenciye de ayda Ser dinar burs verilmesi öngörülmüştür. Ay­rıca her yıl medreseye 100 dinar değe­rinde kitap alınması şart koşulmuştur. Bu dönemlerde medreselerdeki öğrenci sayısı ise devrin telakkisi gereği sınırlı tutulmuştur. Medreselerde bulunan kü­tüphanedeki kitaplardan istifade şekli ile kütüphane idaresi de belli bir esasa bağlanmıştır.

Anadolu'da Selçuklular, Dânişmendliler, Artuklular, İlhanlılar, Karamanlılar ve diğer beylikler zamanında inşa edi­len medreseler yerleşim bölgelerine gö­re şu şekilde verilebilir: Afyon yakınında Sincanlı'da Boyalıköy Medresesi; 257 Akşehir'de Taşmedrese; Alaca'da Karahisar ve Hüseyin Gazi medreseleri; 258 Antalya'da Mübârizüddin Atabey Armağan 259 ve Emîr Celâleddin Karatay 260 medreseleri; Beçin'de Ahmed Gazi Medresesi 261 Beyşehir'de Taşmedrese; 262 Diyarbekir'de Mesudiye 263 ve Zinciriye med­reseleri; Eğridir'de Taşmedrese 264 Ermenek'te Tolmedrese; 265 Erzu­rum'da Çifte Minare, 266 Yâkutiye 267 ve Ahmediye 268 medreseleri; Antep'te Ahmed Çelebi Medresesi; İs­parta civarında Atabey Mübârizüddin Ertokuş Medresesi; 269 Karaman'da Hatuniye Medresesi; 270 Kay­serime Hoca Hasan; 271 Külük, 272 Çifte Medrese 273 Avgunu 274 Huand Ha­tun; 275 Emir Sirâceddin, 276 Hacıkılıç, 277 Sâhibiye 278 medreseleri; Kırşehir'de Cacabey 279 ve Muzafferüddin 280 medreseleri; Kı­zıltepe'de Hârizm Tâceddin Mesud Med­resesi; 281 Konya'da Altınapa, 282 Tâcülvezîr, 283 Sırçalı 284 medreseleri, İnce Minareli Medrese 285 ve Emîr Celâleddin Karatay, Ali Gav, 286 Nizamiye 287 medreseleri; Kütahya'da Vâcidiye Medresesi 288 Ma­latya'da Ulucami Medresesi; 289 Manisa'da İshak Bey Medresesi; 290 Mardin'de Şehidiye Medresesi; 291 Niğde'de Akmedrese; 292 Nik­sar'da Nizâmeddin Yağbasan Medrese­si; 293Seyidgazi'de Ümmühan Hatun Medresesi; 294 Sinop'ta Süleyman Pervane Medresesi; 295 Si­vas'ta Gökmedrese 296 ve Buruciye Medresesi; 297 Tokat'ta Çukur Med­rese; Urfa'da Ulucami Medresesi: Ürgüp yakınında Taşkun Paşa Medresesi 298

Osmanlılar'da ilk medrese İznik'te Or­han Bey tarafından tesis edilmiş, daha sonra Bursa'da ilk Osmanlı padişahları ve devlet adamları mükemmel medre­seler kurmuşlardır. İznik Medresesi'ne, Mısır'da tahsilini tamamladıktan sonra Anadolu'ya dönen Dâvûd-i Kayseri’ tayin edilmiştir. Selçuklular zamanından iti­baren görülen bu şekildeki uygulama Osmanlı Devleti'nin bilhassa kuruluş dö­neminde de sürmüş, ilk tahsillerini Anadolu şehirlerinde yapan talebeler Mısır, Şam, İran, Semerkant, Buhara gibi İs­lâm dünyasının belli merkezlerinde ihti­saslarını tamamladıktan sonra Anado­lu'ya dönmüşlerdir. Nitekim kuruluş dev­ri âlimlerinden Edebâli ve Muhsin-i Kay­seri Şam'da; Dâvûd-i Kayseri’, Molla Fenârî, Simavnalı Bedreddin ve Germiyanlı Ahmedî Kahire'de; Alâeddin-i Esved İran'da; Alâeddîn-i Rûmî Semerkant'ta; Kadızâde-i Rûmî Horasan ve Mâverâün-nehir'de ihtisas yapmıştır. Ayrıca ilk Os­manlı padişahlarının teşvik edici tutu­mu ile İslâm dünyasından birçok tanın­mış bilgin Anadolu'ya gelmiştir. Bunlar arasında Şeyh Mehmed Gezeri ile Şeyh Ahmed Cezerî, İbn Arabşah, Fahreddîn-i Acemî, Haydar-ı Herevî, Alâeddîn-i Tûsî, Seyyid Ali- Acemî, Riyaziyeci Fethullah sayılabilir. 299 Bu çift yönlü ilim trafiği uzun­ca bir süre devam etmiştir. Hatta Fâtih Sultan Mehmed zamanında bile ilimde henüz istenilen seviyeye ulaşılamadığı, büyük bilginlerin hâlâ dışarıdan Osman­lı başşehrine geldiği görülmektedir. XVI. asırdan itibaren ise bu uygulama durmuş ve Osmanlı medreseleri kendi ele­manları ile ihtiyaçlarını karşılamaya baş­lamıştır.

Kuruluş ve gelişme dönemi medrese­leri bina ve müştemilât bakımından çok gelişmiş yapılar olmamakla birlikte eği­tim seviyelerinin yüksek olduğu bilin­mektedir. İslâm dünyasının çeşitli yerle­rinden gelen âlimler büyük kültür mer­kezlerinin ilim ve fikir ortamını Anado­lu medreselerine getirdiler. Aklî ve nak-lî ilimler derinlemesine ve hür bir çevre içerisinde okutuldu. Daha sonra İstan­bul. Bursa gibi büyük şehirlerin medre­selerinde aklî ilimler giderek zayıfladı.

XIV. vüzvılda kurulmuş olan ilk Osmanlı medreselerinden Süleyman Pasa Medresesi İznik-Bursa yerini naklî ilimlere bıraktı. Böylece bir duraklama ve gerileme devri başladı. Bununla birlikte Anadolu'nun bazı bölgelerinde eski usulle tedrisata devam edildi. Nitekim XVII. yüzyılda bu konuyu ele alan Kâtib Çelebi, İstanbul medreselerindeki büyük ihtişam ve merasime karşılık eğitim seviyesinin düştüğünü, bunun yanında Doğu Anadolu'da bazı medreselerde klasik tarz aklî ve naklî ilimler okuyan mollaların büyük ulemâ­yı susturduklarını yakınarak anlatır. Bu yüzden bazı Anadolu şehirlerinde hiç İs­tanbul'a gelmeden büyük bilginlerin ye­tiştiği ve eserler yazdıkları görülmek­tedir.

Anadolu'da medreseler ve dolayısıy­la ilim ve kültür hayatı belli merkezler­de toplanmıştır. Bunlar,

1) Eski Selçuklu merkezleri,

2) Beylikler'e ait merkezler,

3) Osmanlı merkezleri,

4) Şehzade san­cakları,

5) Eyaletlerin paşa sancakları,

6) Devlet adamlarının çıktığı şehirler ol­mak üzere birkaç maddede toplanabi­lir. Nitekim Selçuklu ve Beylikler'e ait şehir merkezleri yanında Osmanlılar'a başşehir olmuş İznik. Bursa ve İstanbul oldukça yoğun ilmî faaliyetlere sahne oldu. Osmanlılar'da şehzadelerin san­cak beyi olarak bulunduğu şehirler ilmî bakımdan canlılık kazandı. Bunlar ara­sında Amasya, Manisa, Kütahya bilhas­sa temayüz etti. Amasya'da II. Murad. Il. Bayezid ve Şehzade Ahmed; Manisa'da ise Fâtih, III. Murad ve III. Mehmed'in sancak beylikleri döneminde önemli ge­lişmeler meydana geldi.

Osmanlı eyaletlerinde beylerbeyilerin ikamet ettikleri paşa sancaklarında bir­çok medrese ve mektep yapıldı, kütüp­hane, imaret vb. tesislerle buralar zen­ginleşti rildi. Ankara, Konya, Kütahya, Si­vas. Erzurum, Diyarbekir, Van gibi şe­hirlerde bulunan bu medreselere tanın­mış ilim adamları müderris olarak tayin edildi. Aynı şekilde Kayseri, Nevşehir ve Tokat'ta olduğu gibi Osmanlı döneminde büyük devlet adamları doğdukları şe­hir ve kasabaları büyük medrese, kü­tüphane, mektep, imaret vb. önemli kül­tür tesisleriyle süslediler ve buralara zengin vakıflar tahsis ettiler.

Bu olumlu gelişmeler zaman zaman kesintiye uğradı ve bozulmalar görüldü, XVI. yüzyılın İkinci yansında başlayıp gi­derek şiddetlenen Celâlî isyanları, Ana­dolu'da sosyal ve iktisadî yapıyı olduğu gibi ilmî geleneği de bozdu. Kanüni’nin saltanat iddiasında bulunan şehzadeleri etrafında toplanan, önceleri “yevmlü”, sonraları “sanca-sekban” adı verilen iş­siz-güçsüz takımı, bu olayların yatıştı­rılmasından sonra medreselere girdi. Asi Celâlîler'in etrafında toplanan, ilimden nasipsiz pek çok kişi de aynı şekilde Anadolu'daki medreselere doldu. İlim, İrfan ve tahsille ilgisi olmayan bu zümre medreselerin seviyesini düşürdü. Üç ay­larda cer're, diğer zamanlarda da dev­re çıkarak 300 köy ve ka­sabalarda halka hiçbir şey vermedikleri halde zorla aynî ve nakdî yardım topla­dılar. Tarihte “medreseli isyanları” veya “suhte harekâtı” adıyla bilinen bu üzü­cü olaylar, Anadolu'daki ilim hayatı ile birlikte halkın ilme ve ilim erbabına kar­şı beslediği geleneksel sevgiyi de yok etti. Anadolu ve Rumeli'deki medrese­lerin ıslahı ve sarsılan ilim geleneğinin yeniden sağlanması için büyük gayret sarfeden devlet Anadolu ve Rumeli ka­zaskerlerine hitaben sık sık fermanlar çıkardı ise de bunlar hiçbir köklü çözüm getirmedi.

XIX. yüzyılda hükümet yanlış bir tu­tum içine girerek medreseyi kendi hali­ne terketti ve çareyi Avrupaî okullar açmada buldu. Ancak bu okullar genel­likle İstanbul'da açıldı. Medreseden ayrı olarak bu yeni eğitim sisteminin Ana­dolu ve Rumeli'de yaygınlaşmasında II. Abdülhamid döneminde önemli hamleler yapıldı. Buna bağlı olarak Anadolu'da ve diğer bölgelerde pek çok okul açıldı. 301 Bu okulların eyaletlere göre dağılımı aşağıdaki tabloda görüle­bilir:

XIX. yüzyıl boyunca özellikle Anado­lu'da görülen diğer bir kültür ve eğitim faaliyeti de yerli ve yabancı gayri müslim cemaatlerin açtıkları azınlık ve mis­yoner okullarıdır. Anadolu'daki şehir ve kasabalara, hatta bazı köylere kadar ya­yılan bu okullarda sistemli bir şekilde İs­lâm dışı dinlerin ve azınlıkların milliyet duygularının geliştirilmesine, buna kar­şılık Anadolu'daki Türk-İslâm benliğinin yok edilmesine yönelik çalışmalar yapılmaktaydı. Anadolu'daki medreselerin tamamen kendi kaderine terkedildiği, devletçe açılan resmî okulların zorlukla varlıklarını sürdürebildikleri bir dönem­de bu misyoner ve azınlık okulları fev­kalâde malî imkânlara sahiptiler. Bun­lar misyoner teşkilâtlan ve Avrupa dev­letleri tarafından destekleniyordu. An­cak Cumhuriyet döneminde millî devle­tin kurulmasıyla bu okulların faaliyetle­ri sınırlandırıldı, sayıları azalmaya baş­ladı.

XIX ve bilhassa XX. yüzyılda Anado­lu'da ilim ve kültür vasıtası olan birçok mahallî gazete ve mecmua da yayım­lanmaya başladı. Hemen her şehirde, hatta büyük kasabalarda yapılan bu ne­vi neşriyat çok defa kısa sürelerle faali­yet gösterebildi, savaşlar ve malî imkân­sızlıklar yüzünden sık sık kesintiye uğ­radı. Tam olarak adları ve sayıları bilinmeyen bu neşriyatın bugün Anadolu'nun kültür hayatına, millî şuurun uyanması­na, idarî ve siyasî tarihin tanınmasına yardımcı olduğu bir gerçektir.



Cumhuriyet Türkiyesi'nde Anadolu'nun bütün il ve ilçelerinde lise ve çeşitli mes­lek okulları açılmıştır. Öte yandan İstan­bul ve Edirne dışındaki Anadolu şehir­lerinde yirmi iki üniversite kurulmuş­tur. Pek çok şehirde de bu üniversitele­re bağlı yüksek okullar mevcuttur. 302

Bibliyografya



1- Kâtib Çelebi. Mizânü'l-hak fî ihtiyari'l-hak (nşr. Orhan Şaik Gökyay), İstanbul 1972, s. 9-10.

2- M. Çağatay Uluçay. XVII. Asırda Saruhan'da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, İstanbul 1944, s. 23-30

3- Uzunçarşılı. Osmancı Tarihi, I, 520-521.

4- Uzunçarşılı. Anadolu Beylikleri, s. 209-223.

5- Aptullah Kuran, Anadolu Medreseleri, Ankara 1969, 1. c.

6- Niyazi Berkes. Türkiye'de Çağdaşlaşma, İstanbul 1973, s. 150-157.

7- Ş. Tekindağ, “Medrese Dönemi”, Cumhuriye­tin 50. Yılında İstanbul Üniversitesi, İstanbul 1973, s. 7-10.

8- Ekrem Hakkı Ayverdi - 1. Aydın Yüksel, İlk 250 Senenin Osmanlı Mi'mârîsi, İstanbul 1976, s. 83-100.

9- Osman Nuri Ergin. Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul 1977, IV.

10- CL Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu'da Türk­ler (trc. Yıldız Moran), İstanbul 1979, s. 245-256.

11- Hamîdullah. İslâm Peygamberi (İstanbul 1980), II, 74-79.

12- Osman Turan. Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1980, s. 34-39, 75-79, 120-122, 219-222.

13- Osman Turan. “Selçuk Devri Vakfiyeleri I: Şemseddin Altun-Aba, Vakfiyyesi ve Hayatı”, TTK Belleten, XI-42 (1947), s. 199, 204-207.

14- Osman Turan. “Selçuk Devri Vakfi­yeleri İÜ: Celâleddin Karatay, Vakıfları ve Vakfiyeleri”, a.e., Xll-45 (1948). s. 71-83.

15- Cahid Baltacı. XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medre­seleri, İstanbul 1976, tür.yer.

16- Bayram Koda­man. Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, İstan­bul 1980, s. 164-167.

17- Osman Çetin, Anado­lu'da İslâmiyetin Yayılışı, İstanbul 1981, s. 156-160.

18- Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medrese­leri, İstanbul 1984, s. 5-10.

19- Tuncer Baykara. Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara 1985, s. 86-92.

20- Hasan Duman, Katalog, tür.yer.

21- İsmail E. Erünsal. Türk Kütüphaneleri Tarihi II: Kuruluştan Tanzimata Kadar Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri, Ankara 1988, s. 54-57.

22- Musta­fa Akdağ, “Medreseli İsyanları”, İFM, 11 (1950), s. 361-387.

23- Atilla Çetin. Maarif Nazırı Ahmed Zühdü Paşa'nın Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Yabancı Okullar “Hakkında Rapo­ru”, GDAAD, sy. 10-11 (1981-82), s. 189-220.
5) Sanat.
“Anadolu sanatı” deyimi, bu yarımadada yaşamış olan farklı sanat dönemlerini ve değişik bölgelerdeki sa­nat üslûplarını ifade eder. Üst üste ge­len göç dalgalarının sonucu beliren fark­lı kültür ve sanatlar, aşılması güç tabii engeller sebebiyle derin farklılıklar gös­teren bölge üslûpları, bu ülkede tek ve mütecanis bir sanatın şekillenmesine izin vermemiştir. Bu sebeple “Anadolu sana­tı” yerine "Anadolu sanatlarından bah­setmek daha ilmî ve doğru olur.

Anadolu'da insan elinden çıkma ilk eş­ya, alet veya plastik sanat eserlerine Üst Paleolitik devrede rastlanmaktadır. An­talya yakınındaki Karain, Belbaşı ve Beldibi mağaralarının duvarlarında ve kaya sığınaklarındaki hayvan figürlerini çoğu zaman kırmızı boya ile çalışılmış resim­leri en eski sanat eserleri olarak kabul etmek mümkündür. Yaklaşık milâttan önce 10.000'den daha eskiye inen bu re­simler, henüz şehir ve köy kuramamış toplulukların eserleridir. O dönemde ma­den kullanılmadığından çakmak taşı, opsidyen, kemik, boynuz ve ahşap ham madde olarak işlenmiştir. Renkler, top­rak boyalarla veya bitkilerden sağlanan tabii boyalarla elde edilmiştir.

Ziraat ve hayvancılığın önemli geliş­meler halinde kendini belli ettiği Neoli­tik devre, Konya yakınındaki Çatalhöyük kazılarında en karakteristik bulun­tularını vermiştir. Milâttan önce 7000-6000 yılları arasına tarihlenen bu mer­kez önemli bir yerleşme alanı olarak dikkati çeker. Kerpiç ve ahşap malzeme kullanılarak yapılan evler birbirine biti­şik inşa edilmiş, böylece bir köy dokusu ortaya çıkmıştır. Kazılar sırasında orta­ya çıkarılan buluntular arasında, en es­ki dokuma ürünleri olan kumaş kalıntı­ları, elbise iğneleri, takılar ve boncuklara sıkça rastlanmaktadır. Maden bulun­tular arasında kurşun ve bakırdan ya­pılmış küçük eşya, metalürji sanatının ilk örnekleri sayılır. Aynı şekilde Diyarbakır'daki Çayönü'nde bulunan bakır ve malahitten. dövme tekniğinde yapılmış iğneler, boncuklar Anadolu'da maden kullanımının yayılmaya başladığını gös­terir.

Tapınak olarak düzenlenen bazı Çatalhöyük evlerinin duvarlarındaki resimler, dinî konulu kabartma ve heykellere ba­kılırsa kadın tanrıça ve boğa başlarına özellikle saygı gösterilmiştir.

Anadolu'da Kalkolitik devre ait metal ve taş aletler, Hacılar buluntularına gö­re milâttan önce 5000 yıllarına tarihlenir. Diğer önemli buluntu merkezi de Alişar'dır. Bronz çağı, sanat eserleri açı­sından farklı bölgelerde zengin bir ta­baka teşkil eder. Kabaca milâttan önce 3000-2500 yılları arasına tarihlenen bu devre Troya höyüğünün ilk iki katında önemli buluntular verir. Orta Anadolu'da Kızılırmak yayı içinde Hatti adı verilen topluluğun kalıntılarında gerçek Bronz çağı eserlerine rastlanır. Hititler'den ön­ce parlak bir kültür sergileyen bu top­luluğun başşehri Hattuşa sonraları Hititler'in de merkezi olmuştur. Aynı böl­gedeki Alacahöyük'te 303 bronz, al­tın ve gümüşten olağan üstü değerde ve eşsiz eserler ele geçmiştir.

Hatti kültürüyle çağdaş olarak Batı Anadolu'daki Troya 304 buluntu­ları, daha çok Ege adalarındaki eserlere benzeyen Batılı bir hava taşır. Bununla birlikte Anadolu'nun iç bölgeleriyle olan kültürel ve ticarî ilişki açıkça görülür.

III. binyılın sonunda pek çok beyliğin hüküm sürdüğü Anadolu'da en önemli siyasî yapı olarak Hititler ortaya çıkar. Kızılırmak yayı içinde ve eski Hatti gele­neğine dayanan bu toplum çivi yazısı ve resim yazısı 305 kullanmakta, bunlarla gelişmiş bir sanat dev­resi başlamaktadır. Büyük ve düzgün kesme taş mimarisi Anadolu için bir ye­niliktir. Milâttan önce 1450-1200 ara­sında zirve noktasına ulaşan eserler ara­sında sur duvarlan, taş kemerli yeraltı geçitleri, Yakındoğu'nun en mükemmel askerî mimarisi olarak belirir.

Hititler'le çağdaş olmak üzere Anado­lu'nun başka bölgelerinde orijinal kül­türlere rastlanmaktadır. Güneydoğu'da Mitanniler, Hurriler ve Luvüer bunlardan birkaçıdır.

Milâttan önce 1180-775 yılları arasın­da Anadolu büyük ve yıkıcı bir göçe sah­ne olmuştur. Hitit, Asur ve hatta Mısır yazılı kaynaklarında sözü edilen bu in­san dalgalarının gelişiyle şehirler yıkıl­mış, sanat eserlerinin yaratıcısı olan top­luluklar dağılmıştır. Bu dönem, daha ön­ce birkaç defa tekrarlanmış olan yıkım ve kültür kesintisini beraberinde getir­diğinden “karanlık çağ” olarak adlandırılmıştır.

Doğu Anadolu'da Van gölü çevresin­deki platoda varlığını sürdüren Urartular ise milâttan önce 900-600 yılları ara­sında parlak eserler bırakarak tarih sah­nesinden çekildiler. Bunlarda hayvancı­lığa dayanan bir ekonomi yanında geliş­kin bir şehir hayatı da görülmektedir. Izgara planlı şehirler, büyük kesme taş blokların kullanıldığı sivil ve askerî mi­mari bu kültür için oldukça tipik örnek­lerdir. Bunun yanında çok gelişmiş bir metal sanatı da dikkati çeker. Döküm ve dövme tekniğinde yapılmış insan ve hayvan başlı kulpları olan bronz kazan­lar, ince işlenmiş metal kemer ve miğ­ferlerin güçlü etkileri Frigya, Yunanis­tan ve Etrürya'ya kadar uzanmıştır.

Orta Anadolu'da Egeli bir karakter ta­şımakla birlikte geç Hitit ve Urartu et­kileri gösteren Frigya sanatı, milâttan önce 750-300 arasında parlak bir devre yaşar. Başşehir Gordion'da yapılan ka­zılar vazo, tekstil ve küçük eşya bakı­mından zengin sonuçlar vermiştir. Daha çok kaya mezarları ve kabartmalarıyla ünlü olan bu kültürün en önemli anıtı Midas'ın Mezarı adıyla bilinir. 17 m. yük­sekliğinde büyük bir kaya blokuna oyulan anıt mezar Eskişehir ili yakınında bulunmaktadır.

Genel olarak “antik medeniyet” adıy­la yayınlara geçen Yunanistan, Ege ada­ları ve Batı Anadolu'daki kültürler, kıyı­ları Ege ve Akdeniz'e bitişik kara parça­larının ortak katkılarıyla şekillenmiştir. Göç, ticaret ve kolonizasyon sonucun­da şekillenen alışverişler milâttan önce VI. yüzyıla doğru ortak bir medeniyetin doğmasına sebep olmuştur. Bu sentez­de özellikle Batı Anadolu'nun katkıları büyüktür. Homeros. Herodotos, Thales ve daha birçok kültür adamının Anado­lulu olması bu katkıların ölçüsü hakkın­da bir fikir vermektedir. Arkeolojik ka­zılar İzmir (Smyrna) şehrinin kuruluşunu milâttan önce 1000 yılından daha eski devrelere kadar indirmektedir. Bu sıra­larda Yunanistan'da aynı ölçüde yüksek bir kültürden bahsetmek mümkün de­ğildir. Milâttan önce 1050-750 yılları arasında Anadolu'ya gelen Yunanistan­lı göçmenlerle birlikte İyonya'nın İlim, kültür, felsefe ve sanattaki etkileri İtal­ya'ya kadar ulaşmıştır.

Büyük İskender'in milâttan önce 334'te Anadolu'ya geçişiyle birlikte Helen kül­türü Doğu zihniyetiyle karşılaştı, böyle­ce Anadolu ve Asya etkileri Yunan kül­türüne yeni bir şekil verdi. Nitekim mi­lâttan Önce 300-30 arasındaki bu dev­reye Helen devri değil, Helenistik devir adı verilmesi, bu yeni doğan kültürde Anadolu ve Doğu'nun katkıları dolayısıyladır. Bu dönem mimarisinde Hermogenes adlı mimarın Batı Anadolu'da ortaya koyduğu esaslar standartlaşarak bun­dan sonraki devreler için klasik oranlar ve modeller oldu. Dünyanın yedi harika­sından biri sayılan Halikarnassos'taki 306 Mavzoleum, milâttan önce 350 dolaylarında yapıldı. Antik yazarların uzun uzun anlattıkları bu eser geçen yüzyılda gerçekleştirilen kazılarla ortaya çıkarılmış ve başlıca parçaları British Museum'a taşınmıştır. Helenistik devir heykel sanatı Anadolu'ya has incelik ve duygulu bir yorumla ele alınmıştır. İs­kender Lahdi ve Ağlayan Kadınlar Lahdi adlarıyla bilinen iki eserde, bu devre mahsus özellikler ve Doğu motifleri en canlı şekilde ortaya konulmaktadır. He­lenistik mimari ve heykel sanatının en mükemmel sentezi ise Bergama Zeus Sunağı'nda görülür.

Öte yandan Anadolu'da Roma çağı sa­nat gelişmeleri, milâttan önce 30 ile mi­lâttan sonra 395 arasında başarılı örnekler vermiştir. Buna bağlı olarak bü­yük devlet binaları, hamamlar ve tiyat­roların inşası bakımından canlı bir faali­yet görülmektedir. Köprü ve su kemer­lerinin inşasında kendini belli eden sağ­lam ve rasyonel anlayış yerli Anadolu kültüründen fazlaca etkilenmemiş, za­fer takı ve gladyatör dövüşleri için yapı­lan “circus'lar Anadolu'da fazlaca tutunmamıştır. Heykel sanatı ise Perge ve Afrodisias gibi bölge ekolleri halinde gelişmesini sürdürmüştür.

Anadolu sanatının tarihinde en köklü dönüm noktalarından biri, Bizans genel kavramıyla ifade edilen yeni devrenin başlangıcıdır. Bir tarife göre Roma sa­natının hıristiyanlaşarak devamı demek olan Bizans sanatı, 1000 yıldan biraz daha uzun süren bir devre olduğundan bu ülkenin kültür tarihinde derin izler bırakmıştır. Daha Roma çağında yayıl­maya başlayan Hıristiyanlık Konstantinus adlı imparator tarafından benimsenmiş, çok tanrılı inanç yavaş yavaş gerilemiştir. İkiye ayrılmış olan impara­torluğun doğudaki başşehrinin İstan­bul'a taşınması, yeniden şekillenen ya­pıyı Anadolu'ya iyice yaklaştırmıştır. Bu durum Bizans sanatını Ortaçağ boyun­ca İslâm sanatıyla sürekli ve yoğun bir münasebet içine sokmuş, mimari tek­nikler ve tezyinatta Doğu'nun etkileri her zaman kendini belli etmiştir. Bu arada Helenistik miras da Bizans'ı etki­lemiştir. Bulundukları bölgelere göre Bizans mimari eserlerinde bazan Suriye ve Irak, bazan da İran ve Asya etkileri görülmektedir.

Bizans dinî mimarisinin ilk ve önemli tipi olan bazilika, plan şeması bakımın­dan antik tapınaklara dayanmaktadır ki Didima, Bergama, Side, Hierapolis ve Ankara'daki tapınakların hıristiyan iba­deti İçin tâdil edilerek kullanıldığı belli­dir. Uzunlamasına gelişen bazilika planı ile merkezî planın kaynaştırılması kub­beli bazilikaları ortaya çıkarmış, buna göre uzunlamasına gelişen yapılarda or­ta kesimi vurgulayan bir kubbe ile merkezî yapı yapma yolunda adımlar atıl­mıştır. Bu plan tipinin bir örneği Hierapoüs'te 307 daha önemli olarak da İstanbul'da Ayasofya'da de­nenmiştir.

İç Anadolu'daki Bizans mimarisi ken­dine mahsus özelliklerle ayrılır. Karaman dolaylarındaki Binbir Kilise yapılar top­luluğunda en çok rastlanan yapı tipi bir­kaç nefli bazilikadır. Bu yapıların başlı­ca özellikleri muntazam kesme taşla ya­pılmış olmaları, bodur payeler üzerine oturan at nalı biçimli kemerlerle takvi­yeli tonozlarla örtülmüş olmalarıdır.

Tarih geleneği Anadolu'daki İslâm var­lığını Emevî ve Büyük Selçuklular'la baş­latır. Ancak gerek İslâmiyet'in gerekse Türkler’in Anadolu'ya kesin bir biçim­de yerleşmeleri, Selçukluların bu ülke­ye gelişiyle mümkün olmuştur. Anadolu Selçukluları'nm sanatı karmaşık yapılı olduğu kadar canlıdır. Bu sanata ait ifa­de yollarının çeşitli ve zengin olması, bu kültür potasına katılan unsurların farklı oluşuna bağlanır. Budizm, İran, Anado­lu'nun yerli kültürleri, totemizm ve İslâmî tarikatların kalıntıları ile bugün için bilemediğimiz kaynaklardan gelen unsurlar her an karşımıza çıkmaktadır. Mi­mariden çini sanatına, mûsiki ve raks­tan ahşap oymalara kadar uzanan çe­şitli alanlardaki üslûplar, yaklaşımlar ve tematik tercihler alabildiğine çeşitlidir. Anadolu Selçuklu sanatı, XI. yüzyıl or­talarından yaklaşık XIII. yüzyıl sonuna kadar süren bir üslûp devresi olarak kendisini belli eder. Türk sanatının uzun gelişim çizgisinde çok özel bir yer tutan bu devre, bir bakıma İran Büyük Sel­çuklu sanatının uzantısı, öte yandan ye­ni karşılaştığı Küçük Asya kültürlerinin bir sentezi gibidir. Temel anlayış genel İslâm sanatı ve daha sonraları şekille­necek olan Osmanlı sanatıyla benzerlik­ler göstermekle birlikte, belirli tarihî ve coğrafî faktörler Selçuklu sanatını fark­lı bir çehreye büründürmüş, başka dev­relerde ve bölgelerde örneğine rastlan­mayan eserlerin ortaya çıkmasını sağla­mıştır.

Yaklaşık 200 yıl süren ve Anadolu'nun pek çok yöresine yayılan Selçuklu sana­tı İran, Suriye, Orta Asya ve bir kısım yerli kültürlerin bir sentezi gibidir. Ana­dolu gibi kültürel yapısı karmaşık bir bölgeye girerken beraberlerinde uzak diyarların geleneklerini de getirmiş olan bu toplum, bir yandan Bizans ve Haçlı baskılarıyla mücadele ederken öte yan­dan Moğol istilâsına mâruz kalarak bir hayli sarsılmıştır. Buna rağmen Selçuk­lu sanatı büyük ve cesaretli bir teşeb­büs içine girmiş, ancak kendi klasiğine ulaşamamıştır.

XII ve XIII. yüzyıl Anadolu Türk sanatı, Konya Selçuklu Sultanlığı hâkim olun­caya kadar bazı yörelerde hüküm sü­ren Türkmen beylikleri tarafından tem­sil edilmiştir. Artuklu, Saltuklu, Dânişmendli ve Mengücüklü adlarıyla anılan bu beylikler daha çok Konya'nın doğu­sunda kalan bölgelerde faaliyet göster­mişlerdir. Birbirlerinden sadece hüküm sürdükleri bölgeler bakımından ayrılan bu beyliklerin mimari eserlerini genel olarak Selçuklu sanatı başlığı altında toplamak da mümkündür.

Selçuklu sanatının temel anlayışı, yu­karıda belirtildiği gibi, genel İslâm sa­natı ve daha sonra şekillenecek olan Osmanlı sanatıyla benzerlikler göster­mekle birlikte özel bir kimlikle ortaya çıkmıştır. Bu sanatın üç temel kaynağa dayandığı söylenebilir. Bunlardan birin­cisi, İslâm'ın temel felsefesini işleyen biçimlerdeki manevî özdür. İkinci kay­nak yerli kültürlerin kaçınılmaz etkisi­dir. Üçüncü olarak da başlangıçtan İs­lâm öncesi devrelere kadar inen Asya Türk sanatının motifleridir.

Diğer müslüman toplumlarda olduğu gibi Selçuklularda da cami hayatın odak noktasını teşkil etmiştir. O devirde da­ha çok “mescid” adını taşıyan bu yapılar, sadece beş vakit namaza açık tutulma­nın ötesinde şehrin veya kasaba ileri ge­lenlerinin toplandığı, siyasî ve günlük iş­lerin konuşulduğu, birtakım kararların alındığı yerler olmuştur. Yerleşim mer­kezlerinde yer alan ve “mescid-i cuma” adıyla anılan büyük camiler bu devrin sanat üslûbunu önemli ölçüde yansıtan yapılar olarak görülür.

Selçuklu medreseleri ise başlangıçtan itibaren İslâm kültürü, özellikle de Sün­nî politikanın beslendiği merkezlerdi. Di­nî ve müsbet ilimlerle ilgili derslerin ya­pıldığı bu kurumlardan bir kısmının ra­sathane, bir kısmının ise şifahane olarak kullanıldığını gösteren belirtiler mev­cuttur.

Anadolu Selçuklu kümbetleri de pek çok bakımdan İran Büyük Selçuklu küm­betlerinin bir devamı veya uzantısı şek­lindedir. Çoğu zaman daha küçük ölçü­de olmakla birlikte biçim, inşa teknikle­ri ve dekorasyon her iki bölgede yakın benzerlikler gösterir. Sembolik bir me­zar anıtı niteliğindeki kümbetler, çok defa bağımsız mimari eserler halinde, bazı durumlarda ise medrese veya ca­milerle birlikte bir bütün olarak inşa edilmiştir. Meselâ Erzurum'daki Yâkutiye Medresesi'ne bağlı olarak inşa edilen kümbet 308 bu tür bir denemedir.

Selçuklu mimarları dinî yapılarda ol­duğu kadar konaklama tesisi ve hastahane gibi yapı tiplerinde de başarılı eserler vermişlerdir. Bunlar arasında, her türlü sağlık işlerinin görüldüğü şifahaneler önemli bir yer tutmaktadır. Sivas'ta 1218 yılında yapılan Keykâvus Dârüşşifası, ortada bir avlu ve onun et­rafında sıralanmış koğuşlar ve dersha­nelerle medreselere benzer bir plan gös­terir. Bu binanın hem hastahane hem de bir tıp okulu olduğu kabul edilmek­tedir.

Çeşitli iç isyanlar, Bizans'la sürekli savaş ve Haçlı seferlerine rağmen XIII. yüzyılda Anadolu önemli bir ticaret ağı­na ve yol şebekesine sahipti. Kervanla­rın rahat ve emniyet içinde seyahat ede­bilmeleri için yer yer kervansaraylar ya­pılmıştı. Dış görünüşü bakımından kale­yi andıran bu yapılar çok sayıda insan, yük hayvanı ve eşyayı barındırabilecek şekilde inşa edilmiştir. Kayseri-Sivas yo­lu üzerinde Alâeddin Keykubad'ın em­riyle inşa ettirilen Sultanhan bu tesisle­rin en güzel örneğidir.

Anadolu Selçuklu sanatı, süsleme çe­şitliliği açısından diğer çevrelerdeki İs­lâm sanatlarından farklıdır. Gerek el sa­natları gerekse mimari dekorasyon ina­nılmaz zenginliklerle her zaman araş­tırmacıların dikkatini çekmiştir. Daha çok bitkilerle geometrik şekiller ve ya­zıdan meydana gelen süs unsurlarına az sayıda insan ve hayvan figürü de ek­lenebilir. Hemen her konuda üslûplaş­tırma ve soyutlama kendini belli eder. Taş, ahşap ve çini kitâbelerdeki nesih ve özellikle çiçekli kûft yazı türleri her ölçüde ve teknikte başarıyla uygulan­mıştır. Bütün İslâm dünyasında görülen geometrik kompozisyonlar sonsuz çe­şitlemeler halinde denenmiş, en karma­şık sistemler tuğla örgülerde veya mo­zaik çini eserlerde örneklenmiştir. Geo­metrik süslemelerde ulaşılan zevk ay­nı zamanda hendese ilmindeki seviye­yi göstermesi bakımından da önemli­dir. Tek şekil veya madalyonlar halinde işlenen yıldızlar ve fırıldak formlarının birtakım sembolik mânalar ifade ettiği zannedilmektedir. İslâmiyet'in başlangı­cından beri tezyinatın önemli bir unsuru olan bitkiler, Selçuklu sanatçısının elin­de daha da gelişmiş, lotus, palmet ve özellikle rûmîler yüksek bir üslûp sevi­yesine ulaştırılmıştır. Bu sanatın en ilgi çekici konusu figürlü konulardır dene­bilir. Sayıca çok az olmakla birlikte Sel­çuklu eserlerinde insan, hayvan ve fan­tastik yaratıkların resmedildiği görülür.

Selçuklu ve Bizans kültürü her an yan-yana yaşamış ve dolayısıyla ikisi arasın­da alışverişler görülmüştür. Bu alışve­rişlerin ölçüsü her bölgede farklı olmuş­tur. Zaman içinde Moğol istilâsının Ana­dolu'ya getirdiği yenilikler de bu sente­ze katılınca Asya kökenli Selçuklu sana­tı yepyeni bir üslûp kazanmış, Anado­lu'da kendine has bir kültür ve sanat potası yaratmıştır. XI. yüzyılın sonun­dan XIII. yüzyılın sonuna kadar Anadolu Selçuklu sanatının mimari alandaki en büyük başarısı, cami planında mihrap önündeki kubbeyi büyütmek olmuştur.

Başlangıcı Gazneli ve Büyük Selçuklu mimarisine dayanan bu gelişme. Bey­likler devrinde daha mantıklı bir biçim­de ele alınmış ve nihayet muhteşem Os­manlı kubbelerine esas teşkil etmiştir.

İnşaat malzemesi olarak uzun süre tuğla kullanılmış, zamanla Anadolu'da­ki taş işçiliği devreye girerek bu malzemeyle mükemmel eserler verilmiştir. Mimari tezyinatta kullanılan mozaik çi­ni tekniği büyük bir ustalıkla son sınır­larına kadar kullanılmıştır. Selçuklular Anadolu'ya gelinceye kadar bu yarıma­dada bahse değer bir çini kullanımı yok­tur. Selçuklu çini sanatında firuze, mor, lâcivert ve beyaz renklerle elde edilen ahenk diğer İslâm ülkelerine göre çok farklı bir estetik özellik gösterir. Ahşap işçiliği derin sathî oymaların yanında kündekâri teknikte eşsiz eserler vermiştir.

On iki büyük beyliğin ayrı ayn bölge­lerde yönetimi ele aldığı XIV. yüzyıl bo­yunca Selçuklu sanat üslûbu etkisini sürdürmekle birlikte yeni araştırmalar da kendini göstermiştir. Selçuklu mirası­nın sahibi olarak ortaya çıkan Karamanoğulları, medrese yapılarında Selçuklu biçimlerini ısrarla devam ettirmişlerdir. 1256'dan Fâtih devrine kadar varlığını sürdüren Karamanlılar'ın muhafazakâr üslûbuna karşılık, merkezi Manisa'da bulunan Saruhanlı Beyliği mimari ala­nında önemli bir adım atmıştır. İshak Beyin 1376'da bir külliye olarak yaptır­dığı yapılar topluluğuna bağlı Manisa Ulucamii'nin 10.80 m çapındaki mihrap önü kubbesi ve diğer plan özellikleri Os­manlı camilerine esas teşkil eden ör­neklerden biri olmuştur. Sekiz desteğe oturan merkezî kubbe, camiden tama­men ayrı ve son cemaat yerini de içine alan revaklı avlu önemli gelişmeler ola­rak dikkati çeker.

Beylikler devri mimarisi. Batı Anado­lu'ya yaklaştıkça yenilik ve çeşitlilikler gösterir. Kullanılan malzeme ve özellik­le taşın türleri artar. Bina cephelerinde genişleyen açıklıklar, giriş bölümlerinin teşkilâtlanması, kubbealtı yapı ilişkisi dikkati çeken hususlardır.

Anadolu beylikleri içinde en uç nokta­da Bizans sınırında bulunan Osmanlı­lar, diğer beylikleri de idarelerine alarak Anadolu Türk birliğini kurdular. İle­ride üç kıtaya yayılacak olan bu devle­tin mimarisine ait ilk önemli örnekler İznik'te görülür. 1333 tarihli Hacı Öz­bek Camii, üç bölmeli son cemaat yeri ve iç mekânı örten tek kubbesiyle XIII. yüzyıl Selçuklu mescidleri geleneğini sür­dürür. Son cemaat yerindeki gelişme. 1378 tarihli İznik Yeşilcami'de yerli ye­rine oturacaktır. Bu camide görülen renkli çinilerle bezenmiş tuğla minare Selçuklu geleneğine bağlı önemli bir un­surdur. Yine İznik'te 1. Murad'ın annesi Nilüfer Hatun'un hâtırasına inşa edilen 1388 tarihli imaret tabhaneli cami pla­nına göre yapılmıştır. Derinliğine ve en­lemesine uzanan mekânlar kubbe ve to­nozlarla örtülmüş olup duvarlar bir sı­ra kesme taş, üç sıra tuğla ile oldukça renkli ve hareketli bir etki bırakmakta­dır. Yine Selçuklu geleneğine dayanan çok kubbeli camilerin âbidevî bir örneği Bursa Ulucamii'nde denenmiştir.

XIV. yüzyılın sonundan itibaren hızla gelişmeye başlayan Osmanlı cami mima­risinin bütün özelliklerini Bursa Yeşilcami'de görmek mümkündür. Çelebi Sul­tan Mehmed'in mimar Hacı İvaz'a yap­tırdığı cami, arka arkaya iki kubbe, yan­larda sivri kubbeli birer eyvanla hare­ketli bir örtü sistemine sahiptir.

II. Murad'ın 1436'da Edirne'de yaptır­dığı Muradiye Camii ise tabhaneli cami planının sadeleşmiş bir örneğidir. Aynı sultanın yine Edirne'de yaptırmış oldu­ğu Üç Şerefeli Cami, Mimar Sinan döne­minde belirginlik kazanan âbidevî mekân fikrinin en sağlam örneğini teşkil eder.

Bu dönemin medrese yapılan esas çiz­gileri bakımından Selçuklu medreseleri­nin devamı gibidir. Şu farkla ki planlar daha sade tutulmuş, duvar örgülerinde taş tuğla sıraları tercih edilmiştir.

Erken devir örneklerinde de görüldü­ğü gibi klasik devir Osmanlı camisinin dış görünüşünü karakterize eden unsur­lar, yarım küre şeklindeki kubbelerle bunlan taşıyan düzgün kesme taştan prizmatik bina gövdesidir. Plan ne olur­sa olsun, kare mekânı örten tek kubbe veya eşit büyüklükte ardarda iki kubbe yahut da merkezde bir büyük ve çevre­sinde kubbeler sistemi, duvarlarla ras­yonel bir biçimde kaynaşır, özellikle kla­sik devirde, yukarıdan aşağıya genişle­yerek inen kütle kompozisyonu, basa­maklı, uyum sağlayan bir görünüş su­nar. İki, dört veya altı minareyle köşe­lerde dengelenen dış görünüş bir Bizans kilisesine hiç benzemez.

Kubbe kasnağının hemen daima mâ­kul bir seviyede tutulmuş olması, ana kütleyle kubbe arasında uyumlu bir geçiş sağlar. Bizans'ta kubbe kasnağı ço­ğu zaman kubbenin kendisinden daha yüksek olabilmektedir. Tuğla ile taşın farklı sıralar halinde örülmesi. Özellikle erken devir camilerinde yaygındır. Fakat Osmanlı cami yapılarını belirleyen mal­zeme klasik devir için her zaman düz­gün kesme taşlar olmuştur.

Mimar Sinan ekolünün ulaştığı nokta ile XVI. yüzyıl Osmanlı toplumunun inşa­at faaliyetlerine eğilme tarzı arasında yakın bir bağlantı vardır. Sinan toplu­mun koyduğu çerçeveye uyan değer hü­kümleriyle tam bir uyum içinde oldu­ğundan kendi anlayışını temsil eden bir sembol olmuştur. Şartların getirdiği is­tekler, ekonomik gelişme, toplum haya­tının bütün yönlerinde görülen değişik­likler, dolaylı da olsa Sinan ekolünde yo­ğunlaşmıştır. Sinan çağında sistemin bü­tün müesseseleri ve yapılan yerli yeri­ne oturmuştur. Kısacası, Osmanlı klasik çağı ile Sinan ekolünün aynı tarih kesiti içinde buluşması tesadüf değildir. Böy­lesine bir buluşmayı en iyi ifade eden eser İstanbul'daki Süleymaniye Camii ve Külliyesi'dir.

Sinan'ın ölümünden sonra talebeleri. Sultan Ahmed Camii miman Sedefkâr Mehmed Ağa, Yenicami miman Dâvud Ağa ve Dalgıç Ahmed Çavuş, bir süre daha mimarideki klasik üslûbun gele­neğini sonraki kuşaklara taşıdılar. An­cak her alanda olduğu gibi mimarlıkta da ölçü ve esaslar değişmiş, kaybolmuş, klasik devir tamamlanmıştır. Geç klasik çağ diyebileceğimiz bir devreden sonra Osmanlı mimarisinde kendine mahsus yeni bir üslûp gelişmemiştir. Barok ça­ğa kadar Avrupa mimarisiyle alışveriş­leri çok sınırlı olan Osmanlı mimarisi. Lâ­le Devri 309 adıyla bilinen dö­nemden başlayarak hızlı bir Batılılaşma havasına girmiştir. Bu dönemde mekân mimarisinde yenilik görülmez. Nitekim ardarda gelen barok ve ampir üslûpları dönemlerinde bazı büyük camiler yapıl­makla birlikte yapı faaliyetinin ağırlık noktası saray, köşk ve kasırlara kaymış, yüklü bir dekorasyon ve bir süs mimari­si ortaya koymaktan öteye gidilememiş­tir. 1900'lü yıllardan sonra neoklasik adıyla bilinen yeni bir mimari hareket belirmişse de Osmanlı sanatına özene­rek bir çeşit rönesans yaratmaya çalı­şan bu akım. pek doyurucu ve kullanışlı olmadığından Anadolu'daki Türk sana­tında tarihî üslûplar sona ermiştir.

Anadolu Türk sanatının mimari basa­nlarını dinî yapılar dışında askerî ve si­vil mimaride de görmek mümkündür. Selçuklu fetihleriyle büyüyüp genişleyen şehirler, gerek savunma tesisleri gerek­se ticari yapılar bakımından yeni mima­ri tipler kazanmıştır.

Eski şehirlerin akropolisi niteliğindeki iç kaleler daha çok idarî merkez duru­munu sürdürürken şehirleri kuşatan dış kaleler genişleyen sur duvarları halinde yeni takviyelerle büyütülmüştür. Tama­men Osmanlı devrinde yapılmış olan İs­tanbul'daki Rumelihisarı ve Yedikule ör­nekleri, mimari kuruluşun topografik yapıyla olan münasebetini en mükem­mel şekilde yansıtmaktadır.

Anadolu Türk sanatında karşımıza çı­kan en ilginç yapılardan biri de köprü­lerdir. En eski örneklerini Artuklu bölgesinde bulduğumuz Hasankeyf, Cizre, Malabadi, Çerik ve Dunaysır köprüleri bunların en önemlileridir. Bugün bile kullanılan bu eserler, Osmanlı devrinde özellikle Mimar Sinan'ın projeleriyle ye­ni yorumlar kazanmıştır.

Hamamlar, Anadolu'daki örnekleriyle, toplumun temizlik konusuna verdikleri önemden dolayı sayıları hızla artan ve çeşitlenen mimari tiplerdir. Sıcaklık ve halvet kısımları esas alınarak değişik plan şemaları halinde karşımıza çıkan bu yapılar kubbe, tonoz gibi değişik örtü sistemiyle kapatılmış, zengin bir alçı işçiliği ile hareketli bir mimari tarz ortaya çıkanlmıştır.

Ticaret ve ulaşımın gelişmesiyle bir­likte kervan yolları üzerindeki Selçuklu kervansarayları Osmanlı döneminde de kullanılmaya devam edilmiş, bunlara ek olarak şehir içinde ve büyük külliyelere bağlı olarak hanlar inşa edilmeye baş­lanmıştır. İlk örneklerden Bursa'daki Emîr Hanı iki katlı bir yapı olarak dikkati çekmektedir. Çoğu zaman revaklar ve bunların arkasındaki odalar planın esasını teşkil etmektedir, önemli tica­ret merkezlerinde karşımıza çıkan be­desten, arasta ve çarşı gibi yapılar ise Osmanlı mimarisinde farklı yapı tipleri oluştururlar. Bedesten adı verilen yapı­lar, dışa açık sıra dükkanlar ile içte büyük desteklere oturan kubbeli kısım­dan meydana gelir.

Türk mimarisinin önemli bir eser gru­bu da içinde günlük hayatın geçtiği bi­nalardır. Âbidevî örneklerini köşk ve sa­raylarda gördüğümüz bu grup, Gazneli devrine kadar inen bir geleneğe dayan­maktadır. Genellikle dört eyvanlı avlu ve bunun etrafındaki mekânlarla teşki­lâtlandırılmış olan plan şeması, Konya Kubadâbâd Sarayı'nda da tekrarlanmak­tadır. Köşk ve saraylar iç dekorasyonla­rı bakımından ayrı bir önem taşırlar. Bu binalarda çini kaplama, alçı ve duvar resimlerinden oluşan zengin bir süsle­me dikkati çekmektedir. Selçuklu gele­neğini devam ettirdiği anlaşılan Bursa ve Edirne sarayları hakkında tam bir fi­kir edinebilmek mümkün değildir Fâ­tih'in İstanbul'un en güzel tepesinde yaptırdığı saray, Marmara ve Boğaz'a hâkim, surlarla çevrili bir yapılar toplu­luğu halindedir.

Osmanlı kültürü sanatın hemen bütün dallarında birbirine eşdeğer usta ve üs­tatları bağrından çıkarmıştır. Itrîye kar­şılık Sinan, Nigârî'ye karşılık Siyah Kalem'i tarihe mal eden bu yapı, kendisini meydana getiren bütün unsurların kat­kılarıyla beslenmiş ve zenginleşmiştir. Çöküş devrinin sanatını bazan “Batılı­laşma”, bazan da “yabancılaşma” kav­ramlarıyla ifade ederken bu çelişkilerin siyasî ve içtimaî yankılarını Tanzimat ve Meşrutiyet olaylarında görüyoruz. Tür­kiye'deki bütün sanatlarda görülen âni değişmeyi, bu tür siyasî tercih ve döne­meç noktaları ile birlikte düşünmek ge­rekmektedir.

Yeni Cumhuriyet rejimi değişme halin­deki Osmanlı sanatını olduğu gibi dev­ralır. Tarihin yeni bir sayfası çevrilirken eski-yeni, güzel-çirkin kavramları da hâ­kim ideoloji tarafından ortaya konulan kıstaslarla tartılmaya başlanır. 1920'lerin Türkiye'sinde Cumhuriyet rejimi bü­tün hazırlıktan yanında çağdaşlaşma ve Batılılaşma hareketini de tekrar günde­me getirir. Bu tavır, Osmanlı İmparatorluğu'nda özellikle saray çevrelerinde çoktandır benimsenmiş olan bir eğili­min hukukî bir biçim kazanmasıdır.

Son 200 yıldır yapılagelmekte olan ıs­lahat veya yenilik hareketleri tepkileriy­le birlikte gelmiştir. Meselâ II. Meşruti­yetten hemen sonra mimaride neoklasik adıyla bilinen bir üslûp kendini belli eder. Bu akım, Osmanlı sanatında belir­meye başlayan Batı süslemeciliğine bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Ziya Gökalp'in sistemleştirdiği Türkçülük akı­mından da beslenen neo- klasik üslûp, Cumhuriyetin ilk yıllarında da benim­senmiş ve bazı büyük devlet binaları bu üslûba göre yapılmıştır. Hatta bir ara bu üslûba millî üslûp da denmiştir. Bu yapıların en seçkin örnekleri arasında Ankara Türk Ocağı binası. Etnografya Müzesi, bazı büyük banka binaları, İs­tanbul'da IV. Vakıf Hanı, Sirkeci Büyük Postahane ve Sultanahmet'teki Ticaret Mektebi yer almaktadır. Bir kısmı Os­manlı, bir kısmı da Cumhuriyet döne­minde yapılmış olan bu binalar “millî” gibi görünmekle birlikte bir zihniyet far­kını ve bazı mimari meseleleri de bera­berinde getirmektedir. Bu üslûpta ya­pılmış bir lise binası, bir postahane ve­ya hükümet konağı ile bir tren istasyo­nu arasında fazlaca bir fark yoktur. Bu­nun dışında neo-klasik mimari Cumhu­riyet idealleri ve inkılâplarının ruhu ile pek bağdaşmıyordu. Bu durumun farkı­na varılınca neo-klasikten vazgeçilip mil­letlerarası modern mimari tercih edildi.

Bu yeniden Batı'ya açılış, mimaride, süslemeden arınmış bir görünüş, şekil-fonksiyon iş birliği, simetriden uzaklaş­ma ve kübist ifade şeklinde özetlenebi­lecek yeniliklerle ortaya çıktı. Bu defa da bu mimariye “millî” adı verildi. Ne var ki bu yeni üslûptaki yapıların örnekleri­ni büyük Avrupa şehirlerinde bulmak her zaman mümkündü. Bütün bu geliş­meler ve günümüze kadar uzanan de­nemelere bakarak Cumhuriyet rejimi­nin yeni sanatın nasıl olması gerektiği konusunda belirli bir empozede bulun­madığı anlaşılmaktadır.

Yukarıdaki kısa tarihçeden de anlaşı­lacağı üzere, bir “kavimler köprüsü” ola­rak vasıflandırılan Anadolu yarımadası, tarihin en eski çağlarından bu yana deği­şik millet kavim ve cemaatin gelip geçti­ği veya yerleştiği bir ülkedir. Bu konum­daki bir ülkenin baştan sona yekpare ve kesintisiz bir sanatı bünyesinde barındıramayacağı açıktır. Zaman zaman ba­zı kavimler ülkenin bütününe hatta çev­resine taşan siyasî hâkimiyetler kurmuş­lar, bu durumda bile hâkimiyetin kültür ve sanat boyutundaki tablosu hiçbir za­man gerçek anlamda bütünlük arzetmemiş, taşra ve başşehir üslûpları azın­lık unsurlarının sanatlan ile bir arada yaşamaya devam etmiştir. 310

Bibliyografya

Genel:



1- Doğan Kuban, Anadolu Türk Mimari­sinin Kaynak ve Sorunları, İstanbul 1965.

2- Doğan Kuban, Türkiye Sanatı Tarihi, İstanbul 1973.

3- Ekrem Akurgal v.dğr. Treasures of Turkey, Genova 1966.

4- R. Ettinghausen, Art Treasures of Turkey, Washington 1966.

5- R. Naumann. Eski Anadolu Mimarlığı, Ankara 1975.

6- Turkish Art and Architectur (nşr. Ekrem Akurgal), Freiburg 1980.

Tarih öncesi:



1- K. Bittel, Grundzüge, Tübingen 1958.

2- K. Bittel, “Einiğe İdolen aus Kleinasien”, Prahistorische Zeitschrift, sy. 34-35, Berlin 1949-50, s.135,144.

3- Bahadır Alkım. Anatolia, Geneve 1968, 1. c.

4- Ekrem Akurgal, Ancient Civilisations and Ruins of Turkey, İstan­bul 1969.

5- J. Mellaart, Excavations at Hacılar, Edinburgh 1970.

6- D. B. Stronah, “Metaliytypes in Early Anatolia”, Anatolian Studies, sy. 7, London 1958, s. 89-125.

7- E. Anati. “Anatolia's Earliest Art”, Archaeology, sy. 21, Cambridge Mass. 1968, s. 22-35.

Hitit Devresi:



1- R. Oğuz Arık, Alaca Höyük, Ankara 1935.

2- Halit Ziya Koşay, Alaca Höyük, Ankara 1938.

3- M. Vieyra. Hittite Art, London 1955.

4- Ekrem Akurgal, The Arf of the Hittites, London 1962.

5- Halet Cambel. “Some Observations on the Karatepe Sculptures”, TTK Bel­leten, XllI-49 (1949), s. 35-36.

6- R. D. Barnett, “The Key to the Hittite Hieroglyphes”, Ana­tolian Studies, sy. 3, London 1953, s. 53-95.
Frig Devresi:
1- K. Bittel, Kleinasîatische Studien, İstanbul 1942, s. 66-127.

2- Ekrem Akurgal. Die Kunst Anatoliens, Berlin 1961. s. 70-121.

3- P. Meriggi, “Una prima attestazione dei Moshi in Frigia”, Athenaeum, sy. 42 (1964), s. 52-59.
Antik Çağ:
1- Arif Müfit Mansel, Excavations at Perge, Ankara 1949.

2- Ekrem Akurgal, Die Kunst Anatoliens, von Homer bis Alexander, Berlin 1961.

3- J. Cook. lonia and the East, Lon­don 1962.

4- Jale İnan. Römische Portrats aus Antalya, Ankara 1965.

5- G. Hanfmann. “Hellenistic Art”, Dumbarton Oaks Papers, sy. 17, Washington 1963, s. 79-94.
Bizans Dönemi:
1- D. M. Dalton, East Christian Art, Oxford 1925.

2- C. Diehl, Manuel d'art byzantin, Paris 1925.

3- Semavi Eyice. Son Devir Bizans Mimarisi, İstanbul 1980.

4- Semavi Eyice. Kara­dağ (Binbirkilise) ve Karaman, İstanbul 1971.

5- Semavi Eyice. “Un Type architectural peu connu de l'epoque des Paleologues â Byzance”, Ana­dolu Araştırmaları, I, İstanbul 1959, s. 223-234.

6- Semavi Eyice. “Türkiye'de Bizans Sanatı”, Ana­dolu Uygarlıkları Ansiklopedisi, İstanbul 1982, 111,514-564.
Selçuklu Dönemi:
1- F. Sarre, Seldschukische Kunst, Leipzig 1905.

2- F. Sarre, Seldschukische Kleinkunst, Berlin 1909.

3- Uzunçarşılı, Kitabeler, İstanbul 1927-29, l-ll.

4- A. Gabriel. Monuments turcs d'Anatolie, Paris 1931-34, l-ll;

5- E. Diez. Türk Sanatı, İstanbul 1946.

6- Halil Edhem (Eldem), “Anadolu Selçukluları Devrinde Mi­mari ve Tezyini Sanatlar”, Halil Edhem Hatı­ra Kitabı, Ankara 1947, I, 279-297.

7- Celal Esat Arseven. Les Arts Decoratifs Turcs, İstanbul 1952.

8- T. T. Rice. The Seljuks, London 1961.

9- Semra Ögel, Anadolu Selçuklularının Taş Tezyinatı, Ankara 1966.

10- Aptullah Kuran, Ana­dolu Medreseleri, Ankara 1969, I. c

11- Beyhan Karamağaralı, Ahlat Mezar Taştan, Ankara 1972.

12- Beyhan Karamağaralı, “Erzurum'daki Hatuniye Med­resesi”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, III, An­kara 1971, s. 209-247.

13- K. H. Erdmann, Das Anatolische Karvansaray des 13. Jahrhunderts, Berlin 1976.

14- K. H. Erdmann, The History of the Early Turkish Carpet, London 1977.

15- Gönül Öney. Anadolu Selçuklularında Süsleme ue El Sa­natları, Ankara 1978.

16- Selçuk Mülayim. Anado­lu Türk Mimarisinde Geometrik Süslemeler, Selçuklu Çağı, Ankara 1980.

17- Ö. Bakirer. Sel­çuklu Öncesi ve Selçuklu Dönemi Anadolu Mimarisinde Tuğla Kullanımı, Ankara 1981, s. 20.

18- Ö. Bakirer. Onüç ve Ondördüncü Yüzyıllarda Anadolu Mihrabları, Ankara 1976.

19- Rahmi Hüseyin Ünal. Osmanlı Öncesi Anadolu-Türk Mima­risinde Taçkapılar, İzmir 1982.

20- R. Ettinghausen. “Turkish Elements in Silver Objects of the Seljuk Period of Iran”, First International Congress of Turkish Art, Ankara 1961, s. 128-134.

21- Hilmi Arel, “Divriği Ulu Camii Kuzey Portalinin Mimari Kuruluşu”, VD, V (1962), s. 99, 111.

22- B. Grey, “Gold Painted Glass Under the Seljuks”, II. Congresso Internationale di Arte Turca, Venezîa 1963, s. 13-149.

23- E. Lucius. “Neue figural verzierte seldschukische Keramik aus Anatolien”, Sanat Tarihi Yıllığı, İs­tanbul 1970, III, 125-134.

24- Nurhan Atasoy, “Sel­çuklu Kıyafetleri Üzerine Bir Deneme”, a.e., İstanbul 1971, IV, 111-151.

25- Mehmet Önder. “Selçuklu Devri Halıları”, TEtD, sy. 6-8 (1966), s. 46-49.

26- Mehmet Önder. “Selçuklu Devri Kubad-âbâd Sarayı Çini Süslemeleri”, Türkiyemiz, sy. 10, İstanbul 1972, s. 14-18.

Osmanlı Dönemi:
1- H. Wilde, Brussa, Berlin 1909.

2- H. Glück. Die Kunst der Osmanen, Leip­zig 1922.

3- Sedat Hakkı Eldem. Bursa Evleri, İstanbul 1948.

4- Sedat Hakkı Eldem. Türk Evi Plan Tipleri, İstanbul 1954.

5- Sedat Hakkı Eldem. Köşkler ve Kasırlar, İstanbul 1979, II.

6- Sedat Hakkı Eldem. Türk Bahçeleri, İstan­bul 1976.

7- İ. Hakkı Konyalı, Mimar Koca Si­nan'ın Eserleri, İstanbul 1950.

8- Celal Esat Arse­ven. Les Arts decoratifs turcs, İstanbul 1952.

9- Sedat Çetintaş. Türk Mimari Anıtları, İstanbul 1952.

10- Doğan Kuban, Türk Barok Mimarisi Hakkında Bir Deneme, İstanbul 1954.

11- Doğan Kuban, “Mimar Sinan ve Türk Mimarisinin Klasik Çağı”, Mimarlık, sy. 49, İstanbul 1967, s. 13-34.

12- U. G. Vogt, Osmanische Bauten, München 1965.

13- Yıldız Demiriz. Osmanlı Mimarisinde Süsleme, İstanbul 1970.

14- G. Goodvvin, A History of Ottoman Architecture, London 1971.

15- Rüçhan Arık, Batılılaşma Dönemi Türk Mimarisi Örneklerinde Anado­lu'da üç Ahşap Cami, Ankara 1973.

16- Metin Tuncel, Babaeski, Kırklareli ve Tekirdağ Ca­mileri, Ankara 1974.

17- Metin Sözen v.dğr, Türk Mimarisinin Gelişimi ve Mimar Sinan, İstan­bul 1975.

18- R. H. Ünal, Diyarbakır İlindeki Bazı Türk-İslâm Anıtları Üzerine Bir İnceleme, Er­zurum 1975.

19- Ahmet Refik Altınay, Türk Mi­marları, İstanbul 1977.

20- Y. Yavuz, Mimar Kemalettin ve Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi, An­kara 1981.

21- Yüksel, Osmanlı Mi'mârisi V.

22- Ayverdi, Osmanlı Mi'mârîsi I.

23- Ayverdi, Osmanlı Mi­marisi II.

24- Ayverdi,, Osmanlı Mi'mârîsi III-IV.

25- Ok­tay Aslanapa, Osmanlı Devri Mimarisi, İstan­bul 1986.

26- Semavi Eyice, “İznik'te Büyük Ha­mam ve Osmanlı Devri Hamamları Hakkın­da Bir Deneme”, TD, 11-15 (1960), s. 99-120.

27- Şerafettin Turan, “Osmanlı Teşkilatında Has­sa Mimarları”, TAD (1963), s. 157-202.

28- Orhan Erdenen, “Osmanlı Devri Mimarları, Yar­dımcıları ve Teşkilatları”, Mimarlık, sy. 27, İstanbul 1966, s. 15-18.

29- Semra ögel. “Osmanische Baukomplexe”, Anatolica, I, Ankara 1967, s. 118-123.

30- Semra ögel. “Die Innenflache der Osmanischen Kuppel”, a.e., V, Ankara 1976, s. 217-233.

31- Afife Batur. “Osmanlı Ca­milerinde Almaşık Duvar Üzerine”, Anadolu Sanatı Araştırmaları, II, istanbul 1970, s. 135-227.

32- Ara Altun, “Kütahya'da Rüstem Paşa Medresesi Hakkında Notlar”, Sanat Tarihi Yıllığı, İstanbul 1982, XI, 1-11. 311

Yüklə 1,66 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə