“Ey karanlıkların gölgesinde tutsak edilmiş insan
Kalbinin içinde seni bekleyen ışığın farkına var artık
O ışık Cennet’te emanet edildi sana
O emanetle indirildin dünyaya
Ateşler içinde bir nurla
Beden çarmığına gerildin sonra
Kalbinde açan bir gülle.”
Halvetler sonrası miracı özleyen Mevlâna ayağı yere değince hücrede yaptığımız sema
ile teselli bulacaktı. Zaman ve mekândan uzak olarak ruhun yolculuğunda maveraya ermek.
Her yolun bir adabı vardır.
Allah’ı sevmenin de bir adabı vardır.
Derviş, sadece gönlü geniş ve
ruhu gezgin bir sufi demek değildir ki!...
Dergâhın bahçesinde güllerin yanında Mevlâna ile hasbıhâl ediyorduk. Mevlâna’yı
ziyarete felsefecilerden bir grup geldi. Soruları olduğunu bildirdiler. Mevlâna onlara beni
göstererek:
— Benim sorularımı cevaplayana sorun, diye bana havale etti. Bunun üzerine, gelen
felsefeciler üç sual sormak istediklerini belirttiler.
— Sorun, dedim. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya
başladı:
— Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım.
Öbür sorunu da sor.
— Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azap edilecek dersiniz
hiç ateş ateşe azap eder mi?” dedi.
— Peki, öbürünü de sor.
— Ahirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezasını çekecek diyorsunuz. Bırakın
insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın, dedi.
Bunlar mı sorularınız şimdi benim peşimden gelin size cevapları vereyim. Kalktık,
dergâhın bahçe duvarı için kerpiç yapan müritlerin yanına vardık. Yerden kurumuş bir kerpiç
aldım ve adamın başına vurdum. Soru sormaya gelen felsefeci yanındakilerle apar topar
Konya kadısına gittiler. Mevlâna “Şimdi ne olacak” der gibi bakıyordu. Onun aklından
geçenleri okudum:
Meraklanma bekle gör, sorularının cevabını öyle alacaklar ki dergâhına tövbeye hidayete
gelecekler. Şimdi mahkeme görevlisi bizi kadıya çağırana kadar namaz kılalım. Aradan
yarım sat geçmişti, haber geldi, birlikte kadının huzuruna vardık. Kadının odasında bizim
şaşkın filozoflar hazır ol vaziyetinde bekliyorlar, kerpici yiyen kafası sarılı olarak olup biteni
bir de bizim yanımızda kadıya anlatmaya başladı:
— Ben soru sordum, o başıma kerpiç vurdu, dedi.
— Ben de sadece cevap verdim. Kadı bu işin açıklamasını istedi.
— Bana Allah’ı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de
görelim. Filozof şaşırarak:
— Ağrıyor ama gösteremem, dedi.
— İşte Allah da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azap edileceğini
sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de
topraktan yaratıldı. Yine bana; bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı
bir hak olmaz, dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını
arıyor? Aramasa ya! Bu dünyada küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan ahiret
hayatında niçin hak aranmasın, dedim. Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcup
olup, söz söyleyemez hâle düştü. Herkesin huzurunda elime sarılarak:
— Bunca yıldır senin gibisini görmedim, başka Müslüman âlimlere aynı soruları sordum
saatlerce lâf ürettiler. İkna olmamıştım. Sen dininin adamısın. Bize İslam’ı sevdir.
— Haydi, Mevlâna’mızın dergâhında yarım kalan hasbıhâlimize dönelim, diyerek geri
döndük. Mevlâna’nın gözlerinin içi gülüyor, beni hayranlık ufkunda büyütüyordu. Aşkı
öğretmek için önce güven ardından yürek fırtınası estirmeniz sonra sevgiyi parlatmanız
gerekir. Ben Mevlâna’yı fethettikçe deryanın derinliği artıyordu.
Bugüne kadar dergâhta ve camide dört duvar arasındakilere konuştun. Bırak, benim gibi
gökkubbe altında konuşmaya bak. Ey Mevlâna! Kalk ve uyar! Kötüler için son demler
bunlar. İyiler artık kendilerini yalnız hissetmesin… Konuş, Allah’ın aşkı çok yakında hepsinin
kalbine inecek. İçinde aşk olan, dua okunan bir kalbe şeytan yaklaşamaz bu vakitten sonra.
Ateş yaklaşıyor bütün harareti ile. Yakacak ve yanacak. Kim üfledi ateşi kim? Şeytanı
sormuyorum sana Mevlâna. İnsan olmak isteyeni, o kan içiciyi soruyorum. Kim? Kabil, Habil’i
neden sevmiyor? Cehennemi görmeden, Cenneti bilebilir mi insan? Ah o insan… Nur
bilinmeden nar nasıl anlaşılır?
Mevlâna: “Zamanın değerini bilemedik. Yeniden dönebilmemiz için Cennet’e bize sunulan
bir ikramdı o. Dumansız ateşten uzak durmamız istenmişti. Kendimizi bilmemiz lâzımdı. Ya
ateşin göbeğine düştük ya lağım çukuruna! Ah nefis sen yok musun?”
Beyaz üveyikler, başlarını geri çekiyor karanlığından gecenin. Soğuk, buz gibi nehir
ayaklarının dibinden akıyor sabah. Geceyi çakal ulumaları dolduruyor. En uzakta, dağın
arkasında bir güneş doğmayı bekliyor. Doğmayı ve doğurmayı. Sence neyi doğuracak
biliyor musun Mevlâna’m? Ve ellerinde bir kuş ölüsüyle Hıristiyan bir kadın gelecek kapına.
O ölü kuş nefistir. Can üfle havalansın. Tövbe suyundan içir, Müslüman olsun.
Ey Tennure! Ümidin yurdu ol. Binlerce kez bozsa da tövbesini ölü canlar. Secdede
dökülen yaşları topla mendilinde. Koklasın biçareler. Huzurun kokusu insin mermerleşmiş
kalplere.
Ey Ateş! Islat artık deryaları. Ardından damlalar gelsin inci, mercan. Nerede bir kötülük
varsa orada ol Mevlâna! Yak iblisin kuyruğunu. Ölmeden önce ölmüş sözcükleri kötülerden
toplayabilirsin. Cehennemi görmeden, cenneti bilebilir mi insan? Aceleci insan her yerde
cehenneme koşar. Nur hızdır sanır. Kan içinde kan. Ateş içinde nar. İblisin dumansız
ateşinde boğdurma kuşları.
Mevlâna acıdan kavrulmuş bir kelime ile başlıyor konuşmaya. İkimiz de Allah’a hemence
koşmak istiyoruz. Birbirimize bakarak geçelim diyor bu dumansız ateşlerin içinden.
— Ne olacaksa olsun artık. Varalım huzura, ağlayalım, gözyaşlarımız o tertemiz inciler
gibi aksın sonsuzluğa…
Mevlâna:
— Yoruldum, çok yoruldum bu dünya bedenimin içinde. Sessizliğin tenha sessizliği içinde
birlikte namaz kılsak, manevi iklimlerin içinde kaybolsak.
Gel diyorum. Tutuyorum elinden ayağa kaldırıyor ve sema ediyoruz iki can.
— Asli günah diye bir şey yoktur. Bu safsatayı şeytan işledi beyinlere. Böylece pisliğini
örttü şeytan. O günahına ortak arıyor.
— Günah işlemeden de cennette kalabilir miydik? Ötekine ihtiyaç olmadan birbirimizi
görebilir miydik?
— İşte bunun için bu imtihan. Varsa samimiyetin sınavı geçersin. Dünya hayatı geçici
derken kastedilen bu mânaydı. Sır benim. Sır aradan çekilince ‘öteki’ diye bir şey kalmaz
ortada.
— Aşk şehvetten iğrenir. Neden mi? Şehvet zevkten ve cazibenin köpeği olmak, demektir.
Hep önüne leşini atar, ara sıra da taze et sunar. Zevkten uzak durana, benim gibilere sıra
dışı deli derler. Şükür deliyim. Düşünmenin bir onuru vardır. Çok telaşlı düşünüyoruz;
yürürken, yolculukta ya da diğer şeylerde. Düşünce hıza dayalı değildir. Düşünce gelince
yolun ortasında da olsan otur, saatlerce keyfini sür. Toprak hızlı yağan yağmuru nasıl
emmezse yürek yavaş aheste ve ağırlığınca onuru olan düşünceyi sever.
— Bilinçsizce yaşanan ahlâk, erdem değildir. Olsa olsa güdüsel taklitçiliktir.
— Hepimizin gizli bahçeleri ve bitkileri var içinde; hepimiz patlama noktasına gelmiş eski
yanardağız. Sen içindekini patlatmazsan dışarıdan gelen seni patlatır. Bahçen tarumardır
artık.
— Sana zehir vereceğim, eğer zayıfsan zehir seni öldürecektir. Güçlü isen zehir sende
ballaşacaktır. Şimdi razı mısın Celaleddin? — Ben bir kişi değilim, ben daima özün
kendisiyim. Mevlâna kalkar kâğıda bir şeyler yazar, kapının dışına asar. Kâğıtta okunan:
— Giren buraya onurlandırır beni, girmeyense sevindirir.
— Yeni bilgi peşinde ol. Öndeki düşüncelerinle örtüşen hiçbir şey görmek istemiyorum.
Benim işim mi sana yeni gerçekler bulmak?
Dostları ilə paylaş: |