— Gördüklerini başkalarına anlatacak mısın?
— Üç kelime söyledim sadece.
Gözlerime baktı.
— Üç kelime mi? Hayır, geldiğin dünyayı anlattın. O dünyanın içinden konuştun. Çok uzun
konuştun. Yorucu konuştun. Fısıldarken haykırdın. Kelimeler etinden bir parça değildi. ‘Aşk
ateşte yanmaktır,’ derken ölüm vakti burada oluşunu delil gösterdin. Parmağımı dudağına
dokundurdum:
— Her zamanki üzere halinle konuş hâldeşinle konuş, eğer ateşle aşkın oynayışına şahit
olmasaydım bugün dergâhtan gönderilecektin. Aferin, sınavımdan geçtin. Artık senin
çorbalarını içebilirim. Benim odama üç günde bir akşam ezanları okunduktan sonra çorba ve
kuru bir dilim ekmek getireceksin, başka hiçbir aş istemiyorum.
Mutfaktan çıktığımda kapının önünde Mevlâna ile karşılaştım. Meraklı bakışlarla
bakıyordu.
— Senden önce etrafındakiler sınavı hak ediyor, sabret, sıra sana da gelecek. Ateşbaz
sınavını geçti. Hiç dikenlerden üzüm, devedikenlerinden incir toplanır mı? Ateşbaz ateşi
çoktan içmiş. Haydi, namaza geçelim, dedim.
Mevlâna’nın yakınlarını ve yakınındakileri sınav etmemdeki amacımı merak ediyorsunuz
değil mi? Bir nuru parlatmanız için etrafındakilerin karanlık duvar mı, sağır bir perde mi
olduğunu bilmeden rüzgârınızı üfleyemezsiniz.
Bir gün Mevlâna, hane halkına benim büyüklüğümden, Allah’a olan yakınlığımdan uzun
uzadıya bahsetmiş, hürmette kusur etmemelerini, ara sıra gidip gönlümü almalarını tembih
etmişti. Bu sözler üzerine oğlu Sultan Veled, hücreme gelerek elimi öpmüş, hizmetimde
bulunmuştu. Ansızın yapılan bu ziyarete bir mâna veremeyerek:
— Veled ne oldu sana böyle? Fazla lütufta bulunuyor, gönlümü almak için sevgiler
gösteriyorsun, demiştim.
— Efendim, babam büyüklüğünüz hakkında o kadar söz söyledi ki hepimiz deli olduk.
Eğer bin sene ömrüm olsa ve başımın üzerinde döne döne size kulluk etsem ve
hizmetlerimin hepsi de kabul edilse, yine bu muhlis kulunuzun kalbinde lâyıkıyla hizmet
edememekten dolayı bir ukde kalır.
— Mevlâna teveccüh buyurmuşlar. Yüz binlerce benim gibi Şems-i Tebrizî, onun büyüklük
burcunda bir zerreden başka bir şey değildir. Ben mükâşefelere nail olduğum, sülük
padişahlarını seyrettiğim, ilahî nurlara yakınlaştığım, birçok Hak erleriyle düşüp kalktığım,
gayb âlemlerini gördüğüm hâlde, Mevlâna’ya ulaşamadım. Artık, onun hakikatine kim
erişebilir?
— Baban bir okyanus, sakın onun suyunun çekilmesine müsaade etme evlat. Kardeşin
Alâeddin’i gözet. O senin kadar mülâyim değil, Mevlâna’yı hırpalayacak. Yanlış kişilerle
beraber oluyor. Siyaset denen şeytanın suyuna dalmış, aklı başından gitmiş. Delikanlılığının
patavatsızlığı ile sert bir kayaya toslayıp toz olacak.
And olsun ki senin yüzünü görmek bizim için mutluluktur. Hz. Muhammed’i görmek isteyen
kolayca gitsin, Mevlâna’yı görsün. Rüzgârla dalgalanan çimenler gibi kendini zorlamadan
onun önünde eğilsin. Bunun aksine davranmak isteyen de dilediği gibi yaşar.
Mevlâna’yı bulana ne mutludur. Ben kimim... Ben bir kere buldum, ben de mutluyum. Eğer
inancın varsa kuşkularını gider.
Mevlâna’dan başka hiç kimse ile konuşmayayım, yalnızca Mevlâna ile sohbet edeyim.
Şimdi gel de kulağına söyleyeyim. Ben bir iş yapmak istiyorum; ama Allah engel olursa beni
dinlemez. Bizi gören kimse ya Müslümanın Müslümanı ya da zındığın zındığı olur. Çünkü
bizim mânamıza erememiş olanlar ancak dış yüzünü görürler ibadetlerimizde dış görünüş
bakımından eksiklik bulurlar. Çünkü onun himmeti yücedir, bu ibadete de ihtiyacı
kalmamıştır sanırlar. Âlemlerin gerçekten bağlılık sebebi olan ibadetten uzaklaşırlar.
Celâleddin'den Mevlânalığa Doğru
Âlimken arif oldun, peki âşık olmaya namzet misin?
Sen ozan da değilsin. Ozan halktan aldığını halka verir.
Aşık Hak’tan aldığını halka sunar.
İnsanlar en çok şunu merak ediyorlar: Nasıl oluyor da kırk yıllık birikimine rağmen
Celâleddin kalan bir insan kırk günde Mevlâna’laştı? Şems kırk günde ne yaptı, ne etti de
senelerdir ham olan pişti? İşte işin sırrı halvetlerimizdedir. Bilge bir insanı ilahi aşka
götürmenin yolunu ehli bilir. Bunu başaracak olan sadece bendim. Mevlâna’yı olduğu gibi
gören de tek bendim.
Cehennemi görmeden, cenneti bilebilir mi insan? Aceleci insan her yerde her yönden
cehenneme koşuyor. Hız... Hız bir sırdır. Kanın hızı ve ateşin hızı, nurun hızına yetişemiyor.
Nurla kaplı yürek anlar, kim melek, kim iblis. Her yanımız alev alev. Hiç kimse yandığının
farkında değil. Onu halvetimle yakacak alevlerim vardı.
Halvetin etkisini merak ediyorsunuz öyle değil mi? Halvete ermek için yan yana gelmek
gerekiyor. Birlikte olmak, saf tutmak. O andan itibaren cennete bağlanmak. Hayatındaki
bütün öncelikleri bir kenara atıp, bizim can bilgilerimizi paylaşmamız iblisin çocuklarına karşı
neler yapabileceğimizi konuşmamız gerekiyor.
Kalbin anlamını bulmak için bedenimizi kaybetsek bile kalbimizin yardımı zihnimizin temiz
kalmasına yetiyor. Hepimizin zihni dünyaya gelmezden önce cennete akan bir ırmaktı. İlahi
aşk yalnızca bize, kalbe emanet edilmiştir.
Dünya hayatı bir an bile değildir. Sükûnet içinde, taş avluda, şadırvanın su sesiyle,
güneşin gezindiği yüzünde, Allah’ı görmüşcesine gülümseyerek, toprağa değdirirken alnını,
tam o sırada işte hafif bir rüzgâr eser. Gül kokusu yayılır avluya. Ve sen kendini Mescid-i
Nebevi’de, Ravza’da Peygamberimizle birlikte namaz kılıyor gibi hissedersin.
Dünya hayatı biter o zaman. Zaman, mekân, insan kalmaz. O ilk halin içinde uyanırsın
Rabbinin huzurunda. Bütün sırlar açılır sana. Sen kendin bir sır olur, dönersin dünyaya.
İlahi aşkın sahibi izin verdi bu sevgi için. Biz dedim, ikimiz, yan yana gelmek için, senin
için, Allah’ım senin için, Sidretül Münteha’yı geçemezdik. Yanardık... Melek gibi olurduk ama
sana yaklaşamazdık. Şimdi yine dünyadayız. Günlük hayatın içinde; ama sana en yakın
halin içindeyiz. Halvetteyiz. Namazlarımızla, secdelerimizle. Tevbemizle. Kapatıyoruz artık
Dostları ilə paylaş: |