Ey kullarım! Hangi kullar? “İtaat edenler” değil, “karşılık verenler” değil, “namaz kılanlar”
değil, “hacca gidenler” değil, “cihat edenler” değil, “zekât verenler” değil. Peki, kimler? Aşırı
olanlar, sınırı geçenler.
— Çok güzel yorumladın Mevlâna’m; şu aşırıya kaçmış olanlar. O perdeyi yırtmadı. “Zina
işlediler, cinayet işlediler” demedi. Bunu kısa olarak zikretti “Şu aşırıya kaçmış olanlar.”
Onlar aşırıydı. O istediğine göre, O bağışlar. O, perdeyi yırtmadı.
O, ne Arş’a “Ey Levham”; ne Cennet’e “Ey Cennetim”; ne Ateş’e “Ey ateşim” dedi.
Asilere, “Ey kullarım” dedi. Bu sana yeter bir övünçtür.
Kıyamet günü “bedenim, bedenim!” diyeceksin. Hz. Muhammed “ümmetim, ümmetim!”,
diyecek. Cennet “hissem, hissem!”, diyecek. Cehennem “payım, payım!” diyecek.
Rabbu’lİzzet, “kulum, kulum!” diyecek.
Benim Mevlâna'm
Aşkta yukarı veya aşağı yoktur,
Neden daha fazlasını arayayım?
Ben onunla aynıyım.
Mevlâna ile büyüklük burcunda birbirlerimize hayran, birbirlerimizi seyrediyor, karşılıklı
irşadımız, kim öğrenci kim öğretmen önemsemeden günlerce devam ediyordu. Biz böyle bir
hücrede, bir âlemi aydınlatır, susuz gönüllere pınarlar akıtırken, öte yandan, ruhsuz bir
dünya için için kaynıyordu.
Konya halkı tarafından çok sevilen, vaazı, dersi dinlenen Mevlâna’nın böyle birden bire
ortadan çekilişi, medreseyi, talebelerini terk edişi, müritlerinden yüz çevirişi, önce herkesi
şaşırtmıştı, ardından yüreklerine bir korku salmıştı. Mevlâna’yı bir müddet kendi haline
bırakmışlar; fakat aradan birkaç ay geçince, dedikodular başlamıştı. Mutaassıp zümre,
bunca yıldır beraber oldukları Mevlâna’nın, benim gibi ne olduğu henüz lâyıkıyla bilinmeyen,
hakkında birçok soru işareti açığa çıkmayan yabancı bir adama uyarak, her şeyden elini
eteğini çekişine bir mâna veremiyorlardı. Mevlâna’ya karşı duydukları aşırı sevgi, onları
kıskançlığa sevk etmişti:
— Bu ne haldir? Mevlâna’yı bütün eski dostlarından, yüce durağından çekip alan, kendisi
ile meşgul eden bu adam kimdi? Nereden geldi, ne yapmak istiyor? diyor, hatta bazen çok
ileri gidiyorlardı. Önceleri seslendiremedikleri bu fitne rüzgârlarını yavaş yavaş duyurmaya,
bana lâf atıp sataşmaya kadar götürdüler.
Bir keresinde Konya sokaklarında dolaşırken birkaç adam, ceplerinden çıkardıkları
parayı çocuklara vererek onları benim arkama saldılar. Çocuklar yerden topladıkları taşları
atmaya niyetlendiklerinde aniden geriye döndüğümde oldukları yerde çakılı kaldılar. Manevi
bir güç onlara beni nasıl gösterdi bilmiyorum ama taşları yere bırakıp elime sarıldılar.
Üzüldüğüm şuydu: Nasıl oluyor da şu çocuklar kadar masum olamıyorlardı koca adamlar.
Bir dükkâna girdim, iğne iplik istedim. Tüccar:
— Hangi söküğünü dikeceksin divane adam, geldin Pirimizi darmadağın, bizi delik deşik
ettin. Defol git diye beni dükkânından kovdu. Dükkândan çıkarken sadece gözümün ucuyla
süzdüm adamı. Dışarı çıktığımda ardımdan büyük bir gürültü ile taş binanın çökme sesi
geliyordu.
Senin aşkından bir yaprak öğreninceye kadar
ilimden üç yüz yaprak unuttum.
Konya’daki herkes için ben onlarca soru işaretiydim? Kimdim? Neden Konya’daydım?
Mevlâna’ya ne yaptım da sus pus ettim? Dünyasını değiştirmemdeki gücüm ne? Efsunlu bir
derviş miyim? Büyü mü yaptım Mevlâna’ya? Öfkeme karşı niye çaresizdiler? Bana karşı
öfkeleniyorlardı; ama ürküyorlardı da. Hem bana ön yargıları ile diş biliyorlardı, hem de beni
merak etmeden duramıyorlardı. Kafalarında hakkımda soru işaretleri gün geçtikçe
artıyordu. Onlarca merak sorusu içinde kıvranadursunlar... Beni anlayan vardı nasılsa.
Celaleddin’i tanıyanları toplasanız bir meydanı dolduramaz; ama ben Mevlâna’laştırıp tüm
âleme tanıtacağım. Sıradan memur misali yaşayan Celaleddin, tenekeler içinde kalırsa pas
tutacaktı. Elması parlatarak ve” o bir cevherdir yeri bu sokaklar değil tüm dünyadır”
diyecektim.Zaman lazımdı.Yavaş yavaş kıvama getirmem gerekti.Kimin ne düşündüğü, ne
söylediği umurumda olmadı, olamazdı da.Mezar taşları, kör duvarlar konuşsa konuşsa
ancak kuru uğultu çıkarır.Ben Konya taşlarından su sızdırayım da kurak kalmasın Gülizâr
yeter.
Akşamları odasında Mevlâna, Mütenebbi’nin Divanı’nı elinden düşürmüyordu.
— Şu Mütenebbi’nin kitabını okuma, ne buluyorsun bu kuru şiirlerde, dedim. Umursamadı.
Ertesi akşam aynı kitabı eline almıştı. Gözümün ucuyla baktım. Bakıştık. Suratımı ekşittim.
Divanı bıraktı minderin üzerine ve hanımının yanına yatmaya gitti. O gecenin sabahında kan
ter içinde odama geldi:
— Kalk namaza geçeceğiz.
— Daha ezan okunmadı.
— Sabah namazı değil.
— Ya ne namazı kılacaksın?
— Korku namazı.
— Ne oldu da?
— Rüyamda Mütenebbi’nin kulağından tutarak yanıma getiriyorsun, bu adamın sözlerini
mi okuyorsun, diye bağırıyorsun. Zavallı Mütenebbi “Beni bu Şems’ten kurtar, artık kitabımı
karıştırma” diye titriyordu. Güldüm. Eh ben seni uyarmıştım illâ rüya âleminden tembih mi
gelmesi lâzımdı?
Bir gece uyumaya hazırlanıyordum. Kapımın önünden bazı sesler duydum. Sanki birisi
kapıma işleme- yahut tamir yapıyordu. Önemsemedim ve uyudum. Sabah uyandığımda
kapımın önünde Mevlâna’yı uyur gördüm. Hemen kalktı. Baktım kapıda kırmızı mürekkeple
“Hızır’ın maşukunun makamı” yazıyor. Yazıya üfledim. Yazı kayboldu. Dedim ki:
“Bir bakarsın altınla gümüşle aldatır beni o. Bir bakarsın şan ile makam ile aldatır beni o.
Oysa makama, şana, şöhrete çoktan boş vermişiz biz.”
Mahcup oldu. Elimi omzuna koydum. Sana semâyı öğreteyim mi dediğimde çok sevindi.
Dostları ilə paylaş: |