etkisi öğlene kadar devam eder. Bu nasıl şeydir? Başka bir çeşit ibadet midir? Bunun
alışkanlık haline gelmemesi için yürekten uğraştım.
Senin yüzünü görmek vallahi kutludur! Hz. Muhammed’i görmek isteyen, gitsin
çekinmeden Mevlâna’yı görsün. Bunu reddeden kimse yaşamayı bilmeyendir. Mevlâna’yı
bulan kişi şanslıdır. Ben kimim? Ben onu bir kere bulduğum için şanslılardanım. Eğer
inancında kuşkun belirirse, o kuşkularını giderir.
Bu iki âlemin yaratılışın amacı, iki dostun kavuşmasıdır. Bu iki dost Allah için gösterişten
ve her türlü hevesten uzak yüz yüze gelmelidir. Ekmek, fırın ve kasap gibi dertler olmamalı.
Şimdi Mevlâna’nın huzurunda öyle mutluyum.
Ey âşık olan Mevlâna! Sana övgüye gerek yok. Siz (sen) de onu övmekten vazgeçin.
Övgü onu rahatlatmalı ve onu mutlu etmeli (hâlbuki bu böyle değil). Onun gönlünü inceltecek
ve rahatsız edecek bir şey söylemeyiniz. Ve beni rahatsız eden şeyler onu da rahatsız eder.
Mevlâna ile benim kişilik özelliklerimiz bambaşkadır. Ben sivri dilli sert mizaçlı sinirlendiğim
zaman müstehcen sözler bile sarf edebilen, insanları kırmaktan çekinmeyen, öğrencilerine
karşı darbeci olabilen yapıma karşılık; Mevlâna’nın son derece nazik sözlerini ve tenkitlerini,
insanları kırmayacak şekilde kibarca söyleyen, çevresindeki bütün insan ve hayvanlara
merhametli olan bir kişilikte olduğunu görürsünüz. Mevlâna eğitmek amacı ile dahi olsa
şefkat ve merhameti hiçbir zaman elden bırakmamıştır. Bu özelliği daha çok
yaratılışındandır.
— Mevlâna’nın yüzü güzeldir. Bizim de hem güzel hem çirkin tarafımız var. Mevlâna bizim
güzel tarafımızı görmüş, çirkin tarafımızı görmemiştir. Bu sefer iki yüzlülük etmiyorum çirkin
tarafımı gösteriyorum, beni olduğum gibi görsün. Hem güzellik yönümü hem çirkinlik yönümü
anlasın.
— Bu Mevlâna aydır. Benim varlığımın güneşine gözler erişemez; ancak aya erişebilir.
Işığının ve aydınlığının son derece parlaklığından dolayı gözler güneşe bakamaz. O ay
güneşe erişemez; ama güneş aya erişebilir. Nasıl ki yüce Allah Kuran’da: “Onu gözler
kavrayamaz; ama o gözleri kavrar” buyuruyor.
Mevlâna’da ledün ilminden sözler vardır. O konuşurken sözlerinin kimseye faydası olup
olmadığını düşünmez; ama benim çocukluğumdan beri, Allah ilhamı olan bir halim vardır.
Birini sözle terbiye edersem kendi benliğinden kurtulur.
Ben sende kendimi aramışım,
Ben bende seni kaybetmişim,
Neden daha fazlasını arayayım?
Oysa ben seninle aynıymışım.
Mevlâna’nın yüzü güzeldir; benim yüzüm ise (kişiye göre) hem güzel hem çirkindir.
Mevlâna benim güzel yüzümü gördü, öteki yüzümü görmedi. Bu sefer riyakârlık
yapmayacağım ve her iki yüzümü göstereceğim ki tamamını görmüş olsun.
Kim ki sohbetime katılırsa, o başkalarının sohbetlerini tatsız ve sıkıcı bulur. Bu durumda
başkalarının sohbetleri ona tatsız ve soğuk geldiği gibi onlarla sohbet etmek içinden gelmez.
“Mevlâna bir dalgıçtır ve ben ise tüccarım. Ortamızda bir cevher var.” dediler. “Cevherin
yolu aranızda bize de yol versin.”
Dedim ki, “Evet, ama doğru yol şudur: Ben demem ki bana bir şey verin. Niyaz niyetiyle,
bu hal diliyle Allah’a giden yol hangisidir?’ demektir. Nihayet söyleyeyim, Allah’a giden yol
şudur: Eğer Aksaray’a yolculuk yapacaksan yolda bir köprü vardır yani. “Onlar mallarıyla ve
canlarıyla çabalar” köprüsü. Önce oradan malını canını feda ederek geçmen gerek, sonra
yapılacak çok iş vardır. Eğer ille de Aksaray’a gidilecekse o yoldan ve köprüden başka bir
yol yoktur. Oradan yol ıssız ovalara varır. Orada yolunu kaybedersin. Kurtlar ve belalar
(gulyabaniler) ok gibi yerlerinden fırlayıp önce sana yoldaş olurlar sonra da seni yutarlar.
Şimdi söyle bakalım ne yapacaksın? Ne vereceksin? Gönlünde ne var, bana açıkça söyle.
Eğer bir engelin varsa açıkça söyle ki kolaylaştıralım. Çünkü ben bu yolu senden daha iyi
bilirim.
Ben bir cevherden bahsediyorum, sen ise metelik vermiyorsun! Riyakârlık mı yapayım,
yoksa doğruyu mu söyleyeyim? Mevlâna aydır, benim güneş gibi vücuduma gözler
dayanamaz. Ay güneşe ulaşamaz ama güneş aya ulaşabilir. Kuran’da söylendiği gibi,
“Gözler O’nu görmez ama O, gözlerin gördüklerini kapsar (idrak eder). “
İşleyeceğim madenin toz topraklarını silkeleyerek cevheri ortaya çıkarmaya başlamıştım.
Madenin tozlarını o güne kadar tahsil edilmiş olan zahiri ve bâtınî bilgilerdi.
Mevlâna da eskiye ait ne varsa sildim. O güne kadar kazandıklarını soyup soyutlayıp
çırılçıplak bırakmayı uygun buldum. Çünkü aşk nikabını giydirecektim. Neticede Mevlâna
isteğimle dünya nimetlerinden yüz çevirdi. Vaazı, medreseyi bıraktı, halkla bağını keserek:
“Dün, dünle beraber gitti cancağızım
Ne kadar şey varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım” dedi.
Tam bir teslimiyetle bana bağlandı, zira teslim ve rıza mertlerin işi idi.
Ben de Mevlâna’ya önerdiğim şekilde yaşıyordum. Zaten hayatım boyunca hiçbir kanuna,
makama, maddeye önem vermeden yaşamıştım. Kuralları ters yüz etmek için bu yola
girmiştim. Hayatımda “Kim ne der” korkusu yer edinmemişti hiçbir zaman. Mevlâna’ya
dışarıya karşı sağır olmasını tavsiye etmiştim.
Aşkın Sürgünü
Git şimdi, ey vefalı! Açtırma kötü söz arayanların dudaklarını;
sakız verme dedikodu arayanların ağızlarına.
Beni aramaya çıktığını âleme bildirip deliliğine ferman yazdırma.
Kimse seni burada görmeden git. Ben ki, varım; sen içimdesin, bunu bil.
Mevlâna üzerindeki etkim türlü kıskançlıklara, hasetlere yol açmıştı ve bu fitne ateşi
Konya’yı yangın yerine çeviriyordu. Bense aldırmaksızın nur ateşinde Mevlâna’yı pişiriyor,
dil ateşinde halkı şişiriyordum. Hele bir gün vezir Nusratüddin’in konağında bir törene davet
edilmişti Mevlâna. Birlikte gidelim mi dediğinde kimlerin geleceğini öğrendim. Konya’nın
kalburüstü bütün adamları gelecekmiş. Tam aradığım fırsat, diye kabul ettim. Beraberce
gittik. Bir köşeye oturduk. Salonu dolduran emirler, tüccarlar, bilginler ve sofilerle hınca hınç
doluydu. Başladılar sohbet etmeye. Her biri bir geçmiş bilginin sözünü nakletmeye veya bir
velinin kerametini sayıp dökmeye başlamıştı. Bütün bunları sessiz sedasız dinliyordum.
Konuşmaları o kadar yavan, o denli iğreti idi ki bir ara dayanamayıp, yerimden fırlayarak
haykırdım:
— Ne zamana dek, şunun bunun sözüyle vakit geçirip duracaksınız? Ne zaman, kalbim
Rabbimden rivayet etti diyeceksiniz? Neden başkalarının âsâsıyla yürüyorsunuz? Hani sizin
sözleriniz, hani sizin eserleriniz?
Herkes başını önüne eğmiş, tek lâf edememişti. Ama bana karşı duyulan kin ve hasedi de
iyice körüklemiştim. Beni anlamayan birisi yaptıklarımı görse bu adam belasına susamış,
derdi. Herkes taş kesildi, sustu. Mevlâna’ya:
— Yalancı baharlarda çiçek devşirilmez, muhabbet ehlinde söz hamurlaşır, burası sözün
çamurlaştığı çöplük, kalk gidelim, dedim. Salondakilerin sözlerimden yedikleri tokat
yüzlerinin kızarıklıklarından belli oluyordu. Eyvallah bile demeyi gerek görmeden beraberce
çıktık.
Düşmanlarım gün geçtikçe artıyordu. Bu artışta alevleri ben palazlandırıyordum. Bir
keresinde yolum çarşıdaki bir hana düştü. Girdim içeri kalabalık bir sofra kurulmuş,
müşterilerden çok şehir halkı bağdaş kurmuş kıtlıktan çıkmış çekirge sürüsü gibi
tıkınıyordu.
Ey ahali, avareler topluluğu! Duydum ki benim hakkımda orada burada arkamdan
Dostları ilə paylaş: |