Mevlâna’yı bir nebze de olsa ayağa kaldırmış ve mektupları yazmaya başlamış.
Sultan Veled, babasını ayakta tutan tek umudun benim Şam’dan dönüşüme bağlı
olduğumu bildiğinden Mevlâna takattan kesilmesin diye, Şam’a gelirken geliş yolundan sık
sık “Şems’i bulduk, bulmak üzereyiz, beraber dönüyoruz” diye haberler yollamış.
Dönüş yolunda gözümde tüttü bozkırın can baharı, Konya Ovası’nın kar beyaz nuru.
Her gittiğim yerde yalnızdım. Gölgesizdim. Geceleri uykusuzdum. Gündüzleri kalabalık
sokaklara kapalıydım. Ya kan odasında bağdaş kurmuş, diz çökmüş zikirdeydim ya bir
ağacın altında güneş batana, herkes evine çekilip sokaklar boşalana kadar tefekkürdeydim.
Yalnızdım. Kendimi hatıralara veremeyecek kadar yalnız. Acı, hassasiyetini kabuklaştırır
insanın. Acı, alışkanlığa dönüşür bir müddet sonra. Tatlı rüyalardan hoştur yalnızlığın
acısında, acının göbeğinde kalmak. Artık yakarak değil yanarak, hiç değilse tüterek
yaşıyorum. Altmış sekizine gelmiş bir çınarım, köklerim çölleri sarmış, gövde kabuk dökmüş
dallarımın bir ucu Konya’da, diğer ucu Şam’da içten içe çürüyen bir çınar. Yıllardır içimde
büyüttüğüm sükût uçurumlaşıyor.
Arkamdan ne düşündüklerini önemsemiyorum. Yaşadığım çağın insanları da beni
anlamadılar, çağın kalemleri de. Ben Konya’dan kaçmadım. Ben kaprisli değilim, kimseye
de gücenmedim, küsmedim.
Bana kin besleyen yürekler vardı. Bana küfreden diller. Bana karşı “Fetiyan” denilen genç
dervişleri kışkırtıyorlardı. Gençlik, kanın akışını hızlı tutar. Gençler deli heyecanlıdır.
Sloganlarla hareket ederler. Bu genç dervişler bana diş bileye dursun karşıma çıkarak
cesaretten mahrumdurlar. Bakışımdan korkuyorlardı. Gündüz köpük köpük kabarıyorlardı.
Akşama sönüyorlardı.
Dicle kenarında yol alıyoruz. Kafileye seslendim:
— Duralım biraz… Akan suyun şırıltısını dinleyelim. Masmavi bir gökyüzünün altında
koşup bir ağaca sarılalım, ve Allah’a yalvaralım. Yaptığımız bütün hataların bağışlanması
için. Aşk için ağlayalım. Aşka ağlayalım. Aşkla ağlayalım. Gözyaşımızla sulansın topraklar.
Sırtımdaki çantayı atın üstüne yükledim. Yere eğildim. Bir avuç toprak aldım. Kokladım.
Kokladım… O en uzun yolculuğa başladım içimde. Toprak çorak… Uzakta tek bir dağ,
zirvesi karla kaplı…
Daldım bir an gençliğime… Yanımdaki tek canlı eşeği hatırladım. Bir de meşe ağacı
altındaki tabutu. Gece o tabutun içinde uyurdum. O uyku anının içinde ölüm kadar sessiz.
Kendi tabiatımın zikrinin, kâinatın zikri ile o muhteşem uyumunu hissediyorum uykularda. Bu
tek bir anın içinde gördüğü rüyanın belki bütün hayatı olduğunu düşünüyorum uyanınca…
— Efendim iyi misiniz? İsterseniz burada mola verip dinlenebiliriz.
Sultan Veled’in sesi ile başımı kaldırdım topraktan ve ona doğru yaklaşarak sağ elini
tuttum.
— Evlat! Getir parmaklarını sol yanıma koy.
Sessizlik… Sessizlik…
— Sessizlik en güzel dinlenmedir. Sözlerden yoruldum. Kelimeler nefes olup çıkmazsa
ağzından susarsın. Ucu bucağı olmayan bir tabiatın içinde tek bir kelimeyi beklersin tekrar
yaşanan ana dönmek için. Seni anlayan bir söz yaklaşır nihayet. O tek bir kelime Allah’ın
güzel ismiyle, kalbin yeniden çarpmaya başlar. Yazının harfleri, insanın nefesi. Bu yüzden
Kur’an-ı Kerim okuyunca nefes alıyor insan. Şu ağacın altında biraz Kur’an okuyalım mı?
— Olur efendim.
Sessizce öne eğdim başımı. Ağaçlara sarıldım. Ağlamaya başladım. Sonra abdest aldım
ırmağın serin suyu ile. Ağlamaklı halim devam ediyordu. Gözyaşlarım ırmağın suyuna
karışıyordu. Islanan ırmak mı, ırmak mı ıslatandı beni belli değildi. “Mevlâna“ dedim,
hıçkırıklarla “Mevlâna’m”…
Uzun dönüş yolunda Sultan Veled ile bolca hasbıhâl ediyorduk. Kâh atın üzerinde
giderken, kâh namaz molası için bir bahçede durakladığımızda. Halep’e gelmiştik. Her yer
gözün alabildiğince yeşillik. Bağ bahçe bahar coşkusunda. Ben bir an önce Mevlâna’ma
kavuşma arzusundayım. Namaz için bir bahçede durduk. Abdest alıp namaza duracaktık.
Sultan Veled’in imam olmasını istedim.
— Aman efendim size imam olursam ayaklarım dayanmaz bayılırım.
— Sen Mevlâna oğlusun artık imamet günün geldi geçiyor bile, haydi kametin benden.
Namazdan sonra yalnız kalmak istediğimi söyledim ve bahçeyi gezintiye çıktım. Gün boyu
kırlarda gezindim durdum, hava kararmaya başlamıştı. Güneş ışıklarını bahçeden çekip
alırken ve ay, kuş tüyü ışıklarını çiçeklerin üstüne sererken, ben ağaçların altında oturup
çalıların arasında mavi bir halı üzerine serpilmiş gümüş pullar gibi parıldayan yıldızları
seyrederken, gökyüzünün ne kadar olağan üstü olduğunu düşündüm. Bu arada uzaklarda
bir yerde çağlayarak kendine vadide yol açan bir dereciğin heyecanlı homurtularını
duyuyordum.
Ağacın altında uyuyan tabiatı seyrederken dalmışım. Rüyamda bir kafes içinde ölü bir
kuş gördüm. Gözlerimin önünde kafesin ansızın bir insan iskeletine, ölü kuşun da kederli bir
kadının dudaklarına benzer derin bir yara yüzünden kanamakta olan bir insan yüreğine
dönüştüğünü izledim. Yara konuşarak, “Ben insan kalbiyim, maddenin esiri, dünyevi
kuralların kurbanı”, dedi.
“Allah’ın güzellikler tarlasında, yaşam ırmağının kenarında, insan tarafından konulmuş
kurallardan yapılmış bir kafese hapsedildim. Güzel yaratılmışlığın tam ortasında
bakımsızlıktan öldüm. Allah’ın cömertliğinin, özgürlüğünün keyfini çıkarmaktan alıkonuldum.
İnsan kavrayışına göre içimde aşk ve tutkuyu uyandıran güzellik adına her şey bir rezillik;
onun yargılamasına göre yanıp tutuştuğum her iyi şey beyhude.“ Ben, insanın emrettiklerinin
iğrenç zindana kapatılmış, kayıp bir insan yüreğiyim, dünyevi yetkinin zincirlerine vurulmuş,
dili tutulmuş ve gözleri belirgin yaşlardan yoksun, gönlünü eğleyen insan tarafından
Dostları ilə paylaş: |