Aşkın Gözyaşları I -şems Tebrizi



Yüklə 0,68 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə7/50
tarix15.10.2018
ölçüsü0,68 Mb.
#74403
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   50

Arayışım
 
Ah uğruna canımı adadığım ey Aşkım!
Nerelerdesin?
 
Gençliğim  sürekli  beni  bende  yakacak  bir  şeyh  arayışı  ile  geçti.  Birçok  şeyhi  denedim,
onların bırakın beni yakmasını, kendilerine bile kıvılcım olamayacaklarını gördüm. Şöhretin,
malın,  mülkün  kâr  değil,  zarar  getireceğini  dünyaya  bağlayıp  kalacağını  biliyordum.  Halk,
devamlı harpler, yağmalar yüzünden dünyasından bezmişti. Bu dünyada bulamadığı huzuru
hiç  olmazsa  öte  âlemde  aramak  için  maneviyat  yurduna  yöneldi.  Benim  de  aynı  şekilde
tasavvufa iştahım artmıştı. Uğradığım dergâhlarda ben böyleyim, ben şöyleyim diyenlerden
nefret  ediyordum.  Memleket  memleket  dolaşıyor,  gerçek  bir  şeyh,  bir  mürşit  arama
yolunda, yıllardan beri koşuyordum.
İçimdeki  boşluğu  dolduracak,  sorularıma  tatminkâr  cevap  verecek,  beni  benden  edecek,
kendimi  kendisine  adayacağım  şeyh  arayışı  senelerce  sürdü.  Hiç  bir  dergâh  benim  içimi
ferahlatamadı.  Bu  böyle  sürüp  giderken  derinleşen  iç  boşluğuma  rağmen  umudumu
kaybetmedim.  Böylece  yaşım  altmışa  ulaşmış,  siyah  sakalımı  beyaz  teller  bezemişti.
Sırtımda  keçeden  bir  cübbe,  elimde  bir  âlem  (asa),  başımda  da  kalpağa  benzer  bir  külah
vardı.  Bazı  yerlerde  işçilik  yapar,  sırtımda  yük  çeker,  birkaç  kuruş  alır,  ihtiyacımı  temin
ederdim.  Kimseden  bir  şey  talep  etmez,  kimseye  muhtaç  olmazdım.  Çoğu  zaman  aç  kalır,
nefsimle alay ederdim. Nefsime neler yapmadım neler. Bazen bir ağaç dalında sabahlardım,
bazen  bir  kaya  üzerine  uzanır  uyurdum.  Çoğunlukla  da  gittiğim  yerlerin  gasilhanesinde
tabutun içine girer sabah ezanları ile camiye geçerdim.
Aradığın  Konya’dadır  mesajını  düşünürken  birden  aklımda  geçmişteki  iki  anım  canlandı.
Bunlardan  birincisi  Belh’den  büyük  bir  kalabalıkla  göç  eden  ve  Hac  için  Şam’dan  geçen
kafileyi  sokakta  görmüş  ve  bu  olağanüstü  kafile  dikkatimi  çekmişti.  O  zamanlarda  Mevlâna
beş  yaşında  bir  çocuk  bense  bir  delikanlıydım.  Babası  Bahaeddin’i  Şam  camisinde  cuma
hutbesini okurken dinlemiştim. İlmi hitabeti hoşuma gitmişti. Demek ki Mevlâna’ya aşinalığım
babasından dolayı da kıvılcımlaşmıştı.
Diğer  hatırladığım  olay  da;  aradan  yıllar  geçip  de  yaşım  altmışa  dayandığında  Şam‘da
çarşıda  yürürken  beraberindekilerle  yürüyen  kırk  yaşlarındaki  bir  adam  dikkatimi  çekmiş,
gözümü ona bakmaktan alamamış ve yanına gidip elimi omzuna koyarak:


—  Ey  dünya  sarrafı;  beni  bul,  deyip  oradan  uzaklaşmıştım.  Demek  Konyalı  olduğunu
öğrendiğim, yıllarca aradığımı kendisinde taşıyan o adam bu, adamdı.
Kararımı  verdim.  Konya’ya  gidip  bu  meşhur  adamı  bulmalıydım.  Elime  asamı  alıp  yola
düştüm.
Her gittiğim yerde insanlar Mevlâna’dan bahsediyorlardı. Babasının ne kadar ulu bir insan
olduğunu,  Konya’daki  gayrimüslimlerin  dahi  ona  hayran  olduklarını  ballandıra  ballandıra
anlatıyorlardı.  İçimdeki  söz  “Git  bal  mı  zehir  mi  dene  gör”  diyordu.  Kıldığım  namazlardan
sonra, gecenin bitiminde birkaç saatliğine uyumak için yatarken daima şu duayı okuyordum:
— Allah’ım, beni dostlarımla buluştur, görüştür. Halep’te bir buğday harmanının üzerinde
yatarken aynı niyazda bulunmuştum, bu hal ile uyuyakalmışım. Rüyamda bu arzumun yerine
getirileceği,  ancak  Anadolu  illerine  gitmem  gerektiği  bildirildi.  Buna  karşılık  benim  de  ne
bağışlayabileceğim sorulmuştu. Ben de:
—  Başımı,  diye  cevap  vermiştim.  Uyanınca,  hemen  yola  düştüm.  Anadolu’yu  gezdikçe,
Mevlâna’nın  adını,  şöhretini  duyuyordum.  Kararımı  verdim.  Konya’ya  gidecektim.  Eğer
aradığımı bulursam mesele tamamdı. Bu niyetle yola düştüm.
Bir  gün  Urfa’da  bir  adam  gördüm.  Kırbaçlandığı  hâlde  çıkmıyordu  sesi.  Kırbaçlandıkça
susuyordu. Peşine takıldım ve niçin kırbaçlandığını sordum. Bir kadına âşık olduğundan bu
hale düştüğünü söyledi. “Bu kadar acı çektiğin hâlde neden ses çıkarmadın?”, diye sordum.
“Sevgilim bana bakıyordu”, dedi.
Bunun  üzerine  kendisine:  ”Ya  yüce  Allah’ın  seni  hep  gördüğünü  bilseydin!”  dediğimde
haykırarak yere düştü.
Hz. İbrahim Peygamberimiz’in haclegâhında büyük bir manevi haz aldım.
“Nemrut’un attığı ateşlerde devasa alevlere İbrahim’ini yaktırmayan Rabbim! İçimde öyle
ateşler  birikti,  öyle  alevler  sardı  ki  dört  bir  yanımı,  ne  olur  ateşimi  alacak  dosta  ulaşayım,
kanadıma  rüzgâr  olsun  âşıkların  soluğu,  bir  an  önce  Konya’ya  uçayım”,  diye  niyazlar
içindeydim.  Pârendeydim.  Uçan  yani.  Uçmak  ne  ki,  yerde  leş  arıyorsa  gözler!  İşte
akbabalarda uçuyor gökte, kara gölgelerini bir bir bırakarak. Var mı uçabilen kalbin ötesine?
Bir  hafta  sonra  Diyarbakır’daydım.  Sabah  namazından  öğlen  namazına  kadar  yolumu
kaybettim.  Üç  günlük  bir  yürüyüşten  sonra  bir  dağın  yüksek  tepesine  çıktım.  Buradan
aşağıya dik inen bir yamacı ve o yamacın ötesinde akan su ve köy sokaklarını görüyordum.
Köy  uzak  olduğu  için  yüzük  kadar  ve  köyün  tepeleri  ise  çocuk  boyunda  gözüküyordu.
Özetle, gönlümü ölüme teslim edip kendimi oradan yuvarladım. Beni gören köylüler, beni bir
canavar, kaplan veya buna benzer bir varlık sandılar. Dik yamaçtan sanki avuçları üzerinde
kayıyor  gibi  aşağıya  doğru  yuvarlandım.  Köye  varınca  köylülerin  büyük  bir  kısmı  gelip
ayağıma kapandılar. Bana hayretle bakarak, “Bu bir cin mi  yoksa  Hızır  mı  ki  buraya  burnu
bile kanamadan düştü?” diye düşündüler.
Diyarbakır’dan  apar  topar  sessizce  ayrıldım.  Geceydi,  adımlarım  rüyalarımı  çiğniyordu.


Konya’ya  bir  an  önce  varmak  için  tatlı  bir  telaş  içindeydim.  Sanki  ben  Mevlâna’yı  yıllardır
aramışım,  sanki  Mevlâna  yıllardır  beni  bekliyordu.  Fetih  ümitleri  ile  doluydum.  Konya’ya
vatanım diye koşuyordum, dudaklarımda meçhulün yani Mevlâna’nın susuzluğu.
Sana geliyorum. Soluğum kâh bir çöl rüzgârı gibi yakıcı, kâh bir çöl gecesi gibi serin.
Erzincan’a giderken bir sufi topluluğu bana yoldaş oldu. Beni önder seçtiler ve dediler ki:
”Senin  müsaaden  olmadan  bir  yere  inmeyiz  ve  yola  çıkmayız.  Birbirimize  darılsak  da  iznin
olmadan bir işe girmeyiz.” Birkaç gün karınlarını tam doyuracak bir şey bulamadılar. Kavun
mevsimiydi.  Bostancılardan  birisi  bizi  işaret  ederek:  “Dervişler!  Gelin,  bismillah  deyin  (Allah
rızası  için  yiyin).”  Hemen  gitmeye  kalkıştılar.  “Açız  ve  sen  de  aç  isen  durma,  bu  keramet
reddedilmez.”  Bunun  üzerine:  “O  bostan  yerinde  duruyor.  Hani  Sûfi  vardı  ya,  cebindeki
ekmeğe  demişti  ki:  Eğer  senden  iyisini  bulursam  onu,  yoksa  sen  zaten  elimdesin,  seni
yerim” dedim.. Biz kulaklarımızı işitmez gibi yaparak el işaretimizle “Ne var” dedik. Yaklaştı
ve  ısrar  etti.  Dedim  ki  ”Bir  şartla.  Dervişlere  yediğin  kavunlardan  verirsen  davetini  kabul
ederiz.”  Birden  heyecana  kapılıp  ayaklarıma  kapandı.  Aslında  adam  ham  kavunları
dervişlere verme niyetindeymiş. Ona dedim ki: ”Sen kavunların iyisini dervişlere verme. Sen
iyisini  ye  ve  Allah  yolunda  kötülerini  ver.  Bu  sana  yakışmaz.”  Adam  feryat  ederek  kendini
yere attı ve dervişleri üç gün daha konuk etti. Koyunlar kesti. “Bu kadarı yeter. Sen erenleri
yedi gün konuk ettin, şimdi kendine bak.” dedim ve yola koyuldum.
Erzincan’a  vardım;  dostlardan  ayrılmıştım  ve  orada  beni  kimse  tanımıyordu.  Hoş  vakit
geçirdim. Oyun oynadım ve güreş tuttum. Ama çok geçmeden beni keşfettiler ve dediler ki,
“Sen  Şems’in  ta  kendisisin.”  Üç  günlüğüne  işçilik  aradım  ama  kimse  beni  işe  götürmedi.
Zayıf  gördükleri  için  beni  seçmediler.  Yoldan  geçen  bir  zenginin  gözü  bana  ilişti.  Kölesini
gönderip  benim  orada  ne  aradığımı  sordu.  Dedim:  “Sen  bu  yolun  kâhyası  mısın?  Eğer
şehrin  ve  yolun  kâhyası  isen  bana  söyle?”  Kısacası,  adam  bana  saygı  gösterip  evine
götürdü ve beni iyi bir yere oturttu. Yemekler sundu ve uzakta diz çöküp oturdu. Yemeğimi
bitirince  bana  dedi;  “Bu  şehirde  bulunduğun  sürece  her  gün  gel  ve  ye.  Bu  sözü  gitmeme
engel oldu.”
Bir  gün  beni  gördü  ve  dedi:  ”Beni  bu  zorluktan  kurtar,  zira  dostluk  tek  taraflı  olmaz:
‘Gönülden  gönüle  açılan  pencere  vardır.’  Benim  gönlüm  sana  karşı  yanık  ve  inanıyorum  ki
sende  böyle  bir  duygu  var.  Neden  beni  perdede  tutuyorsun?  Söyle  bunun  hikmeti  nedir?
Benim  usulüm  şöyledir.  Kimi  sevsem  önce  ona  karşı  sert  davranırım.  Sonra  her  şeyimle
onun  olurum.  İyiliğimle,  kahrımla,  etimle  ve  kemiğimle.  Çünkü  iyilik  öyle  bir  şeydir  ki  beş
yaşındaki  çocuğa  iyilik  göstersen,  o  senin  evladın  gibi  olur. Ancak  mert  olan  kişi  önderinin
neler çektiğini ve belalara karşı ve nasıl sabrettiğini bilendir. Hatta bu belaların ardından ne
gibi devletin geldiğini ve onların önderini nereye götürdüğünü de görür. Nasıl sırlara eriştiğini
ve yok olmaktan korkmayarak belaya, hatta binlerce belalara, eriştiğini de açıkça hisseder.
Sivas’ta  ikindi  namazını  kılıp  tam  yola  çıkmak  üzereydim.  Caminin  duvarının  dibinde


Yüklə 0,68 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   50




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə