51
Fenoterapi
H
avada uçmaktan çok süzülüyormuş gibi görülen arı-
ların kanat çırpması, insan
gözünün fark edemediği
kadar hızlı bir hareket.
Bilim insanları, en son teknolojiyi kullanarak, saniyede
5000 karelik çekimle heves edilen bu anı kameraya yakala-
mayı başardı.
Uçabilen birçok böcek, gökyüzünde kanatlarını saniye-
de ortalama 600 defa çırpabiliyor. Bu
kadar hızlı hareket etmeleri, arı gibi
böceklerin nasıl bir aerobatik yetene-
ğe sahip olduğunu gözlemlememizi
çıplak gözle imkansız kılıyor.
Yaban arılarının nasıl bir uçuş me-
kanizmasına sahip olduğunu anlamak
isteyen iki Japon araştırmacı, saniyede
5000 bin karelik çekim yaparak küçük
canlının kanat çırpma hareketini net
bir biçimde yakalamayı başardı.
Japonya’nın Senkrotron Radyas-
yon Araştırma Araştırma Enstitüsü’nden Hiroyuki Iwamo-
to ve Naoto Yagi, omurgalılar üzerinde üç yıl süren araş-
tırmalarında, motor siniler aracılığıyla salınan kalsiyum
iyonların, kasların daralmasına yol açtığını tespit etti.
X-RAY ALTINDA GÖZLEMLENDİ
Science dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, motor
nöronlar aracılığıyla salınan proteinler, kuyruk ucu ve di-
ğer kısımları kasılmasını sağlıyor. Ancak kanat hareketinin,
aşırı hızlı olmasının altında ne tür bir etken yattığı hala ke-
sin değil.
Bu sırrı çözmek isteyen Japon araştırmacılar, X-ray
altında bir deney tübüne koy-
dukları yaban arısını inceledi.
Arkadan aydınlatılan deney
tübündeki arının başı ve kuy-
ruğuna bakacak biçimde iki
kamera yerleştiren Iwamoto ve
Yagi, saniyede 5000 bin karelik
çekimle arının X-ray difrak-
siyon hareketlerini yakaladı.
Ortaya, kanat hareketinin na-
sıl gerçekleştiğini gösteren çok
net bir görüntü çıktı.
Phys.org sitesinin haberine göre, miyozin proteini, hem
kasların yön kazanmasına, aynı zamanda arının vücudu-
nun kasılmasını sağlıyor, bu biçimde kanat hareketinin te-
melini oluştan etken olarak beliriyor.
k
k
al
du
A
tü
ru
ka
Y
çe
si
O
sı
n
Arıların Kanat Çırpması
T
opluluk tarafından ortaya konan bu teori, gü-
nümüzde kabul edilen Ay teorisi ile uyuşmuyor.
Bilim insanları arasında genel kabul gören te-
oriye göre, Dünya’nın oluşumundan önce, Mars bü-
yüklüğünde bir gökcisminin çarpması sonucu, Dün-
ya’nın yörüngesine büyük miktarda madde saçıldı. Bu
maddelerin bir güç merkezi etrafında bir araya gelip
yoğunlaşması ile uydumuz olan Ay meydana geldi.
Royal Society konferansında ortaya atılan teori ise
Ay’ın Dünya yörüngesindeki parçaların bir araya gel-
mesiyle oluştuğunu reddediyor. Bu teoriye göre, Ay’ın
yüzeyi bir magma deniziydi ve soğuyarak, katılaştı.
Teorinin temeli eskilere dayanıyor
Royal Society konferansında ortaya atılan bu te-
orinin temelleri, eskilere dayanıyor.NASA’nın Apollo
projesi doğrultusunda gerçekleştirdiği çalışmalarda,
Ay’ın yüzeyinden kaya örnekleri Dünya’ya getirilerek,
incelemelerde bulunulmuştu. 1961 ile 1975 yılları
arasında uygulanan proje sonucunda Neil Armst-
rong, Ay’a ayak basan ilk insan olmuştu. Ayrıca, aynı
dönemde Rusların göndermiş olduğu robotik cihaz-
lar yardımıyla, Ay’ın kaya özellikleri ile ilgili çeşitli
bilgiler edinilmişti. ABD ve Rusya kaynaklı yapılan
bu araştırmalar sonucunda elde edilen bulgularda,
Ay’ın daha önceden magma olduğuna dair kanıtlar
mevcuttu.
Royal Society nedir?
Royal Society alanında uzman araştırmacılardan
oluşan, bilinen en eski bilimsel topluluktur. 1660 yı-
lında oluşturulmuş ve 1662 yılında resmen kurulmuş
olan bilim topluluğunun açılışını, dönemin Büyük
Britanya Kralı II. Charles yapmıştır. Topluluk şu anda,
Birleşik Krallık’ın bilimler akademisi olarak görev ya-
pıyor. Kendi konseyi tarafından yönetilen ve özerk bir
yapıya sahip olan topluluk, araştırma derneklerine ve
bilimsel kuruluşlara yatırım yapıyor.
Bilim insanlarının son araştırmalarına göre, Ay önceden bir ateş topuydu.
Alanında uzman bilim adamlarından oluşan Royal Society bilim topluluğunun son konferansında, Ay’ın kökeni ile ilgili araştırma ve teoriler
tartışıldı. Ortaya çıkan sonuç ise insanları hayret ettirecek cinsten. Meğer güzelliğiyle insanları büyüleyen Ay, önceden kocaman bir ateş
topuymuş.
BİLİMSEL HABERLER
52
Fenoterapi
B
ulutlara sahip dış gezegen-
ler üzerindeki çalışmaları-
nı hızlandıran gök bilimciler,
iki yeni keşifl e önemli bir adım
daha attı. Nature dergisinde ya-
yımlanan yeni araştırmada, Sa-
manyolu Galaksisi’nde en çok
rastlanan iki gezegen türünde
bulutların sanıldığından daha
yaygın olduğunu gösteren bul-
gular elde edildi.
GJ 436b ve GJ 1214b adı ve-
rilen gezegenlerden, GJ 436b’nin
Neptün’den biraz daha büyük ve
yıldızına Neptün’den daha yakın
olan bir gaz devi; GJ 1214b’nin
ise çapı Dünya’dan 2.7 kat daha
büyük ve Yılancı (Ophiuchus)
takımyıldızından 40 ışık yılı me-
safede yer alan bir süper-Dünya
olduğu ifade edildi.
Araştırma ekibinde yer alan
ABD’nin
Uzay Bilimleri Enstitü-
sü’nden Juhanne Moses, maka-
lede, “Süper-Dünya ve Neptün
sınıfı gezegenler, atmosferleri-
nin benzeri Güneş Sistemi’nde
rastlanmayan en heyecan veri-
ci ve çok rastlanan gezegenleri
temsil ediyor” ifadesini kullandı.
Araştırmacılar,
atmosferleri-
ni incelemek için gezegenlerin
yıldızlarının önünden geçmesini
bekliyor ve gezegenlerin atmos-
ferleriyle filtrelenen aydınlığını
inceliyor. Atmosferdeki kimya-
salların dalgaboylarında sebep
olduğu karaltıları inceleyen bi-
lim insanları, atmosferin içeriği-
ni anlamaya çalışıyor.
İki yeni gezegende ‘kimya-
sal parmak izi’ bulamayan gök
bilimciler, bunun sebebini kalın
katmanlı bulut örtüsü olarak
açıkladı.
Moses, “Farklılıklarına rağ-
men, iki gezegendeki yüksek
irtifalı bulutlar Güneş Sistemi’y-
le benzerlik gösteriyor... ‘Toz’
bulutlarda potasyum klorür ve
çinko sülfür bulunma olasılığı
yüksek” dedi.
Bulutlara Sahip İki Dış Gezegen
Gök bilimciler, NASA’nın
Hubble Teleskobu’nu kul-
lanarak Güneş Sistemi ya-
kınlarında bulutlara sahip
iki dış gezegen keşfetti.
Yüksek irtifaya sahip bu-
lut katmanı bulunan ge-
zegenlerden bir tanesinin
süper-Dünya, diğerinin de
‘sıcak bir Neptün’ olduğu
belirtildi.
Süper Ağır
Element
Bulundu
Bilim insanları “süper-ağır” olarak ni-
teledikleri bir element bulduklarını açık-
ladı.
Alman ve İsveçli bilim insanları “sü-
per-ağır” olarak
niteledikleri bir element
bulduklarını ve kısa bir süre içinde süreli
cetvelin 115inci kutusunu da doldurmaya
hazır olduklarını açıkladı.
H
enüz resmen isimlendirilmeyen bu elemen-
te şimdilik Latince ve Yunanca “bir-bir-beş”
anlamına gelen “ununpentiyum” deniyor.
Lund Üniversitesi’nden dün yapılan bilgilen-
dirmede bulguların ABD’li ve Rus bilim insanla-
rınca 10 yıl kadar önce ortaya konan lakin kanıt-
lanamayan yeni element iddialarını desteklediği
söylendi.
Nükleer fizik profesörü Dirk Rudolph “Çok
başarılı ve bu alanda son senelerin en önemlileri
aralarında yer alan bir deney gerçekleştirdik” diye
konuştu.
Uzmanlar ‘ununpentiyum’u elde etmek ama-
cıyla Almanya’da bulunan GSI tetkik tesislerinde
çok hızlı bir kalsiyum ışınını ince bir amerikyum
filmin içinden geçirdi. İki maddenin çarpışmasıy-
la ortaya 115 protonlu atomlar çıktı.
Şimdilik ununpentium olan bu yeni elementin
adı Uluslararası Saf ve Uygulamalı Fizik ve Kimya
Birliği uzmanlarınca onaylandıktan sonra büyük
ihtimalle değişecek.
Ununpentiyumun süreli cetveldeki komşula-
rı ise iki insan eliyle üretilmiş element; 114 kütle
numarasıyla fl erovyum ve 116 kütle numarasıyla
livermoryum.
BİLİMSEL HABERLER