ANILAR, DÜŞLER VE DÜŞÜNCELER’DEN SEÇMELER
401
1955'te karımın ölümünden sonra, her ne isem, onu olma zorunluluğu
duydum.
Gece, o köpek havlamaları sustuğunda, tam bir ıssızlık çökerdi ortalığa,
ta ki yükselmekte olan güneşin ilk ışınlan ortalığı aydınlatmaya
başladığında, içime işleyip beni daima coşturmuş olan, sabah
namazına çağıran o ezan sesini duyuncaya dek.
Bana, Kuran'ı iyi bildiğim için, «Ehli Kitap» diyorlardı. Onlara göre
kılık değiştirmiş bir Müslümandım.
Bir keresinde, yaşlı bir büyücü hekimle konuşmuştum... Düşlerinden söz
etmesini istemiştim. Gözleri yaşlı, yanıtladı: «Eskiden düş görürdük ve
anlardık, savaş mı olacak, hastalık mı; yağmur mu yağacak, güneş mi
açacak, sürülerimizi nereye götürmemiz gerek, bilirdik.» Dedesi hâlâ
düş görürmüş. «Ama beyazlar Afrika'ya geleli, kimse düş görmez
oldu» diyordu. Düşe gerek yoktu ki artık, çünkü İngilizler her şeyi
biliyorlardı. İngilizler onlann yerine düş görüyorlardı.
Tutkular cehenneminden geçmeyen, onlan yenmiş olamaz. Komşu eve
yerleşen o tutkular, her an bir alevle evi tutuşturabilirler; arkamızda
bıraktıklarımız, unuttuklarımız, savsakladıklarımız, artan bir güçle
dönüp geri gelirler.
Kendime hayretle bakıyorum, düşkırıklığıyla, hoşnutlukla. Üzüntü,
umutsuzluk... kendimden geçmiş bir durumdayım. Bütün bunları bir
araya toplayıp hesabını çıkarmasını beceremiyorum. Gerçek değerimi,
ya da değersizliğimi saptayamıyorum. Güvendiğim tek şey yok.
Doğrusu hiçbir konuda kesin kamlarım yok. Doğduğumu ve
varolduğumu biliyorum, o kadar, sanki sürüklenip götürülüyorum.
Bilmediğim bir temel üzerindeyim. Tüm belirtisizliklere karşın tüm
varoluşun altında yatan bir sağlamlık; varoluş biçimindeyse süreklilik
duyuyorum. İçine doğduğumuz dünya, sert ve acımasız, ama tarihsel
bir güzelliği de var. Anlamlılık mı, anlamsızlık mıdır ağır basan,
kişinin yapısına bağlı bu. Salt anlamsızlık üstün geleydi, yaşamın
anlamlılığı, gelişimimiz yolunda attığımız her adımda daha bir yiterdi.
Ama öyle olmuyor, ya bize olmuyor, ya da bize olmuyor görünüyor.
Ola ki, bütün metafizik sorunlar gibi, her ikisi de gerçek: Yaşam hem
anlamlı, hem anlamsız, ya da hem anlamın kendi, hem anlamsızlığın.
4 0 2
ANALİTİK PSİKOLOJİ
Dileğim, anlamın üstün gelip savaşı kazanması. Lao Tzu: «Her şey
pırıl pırıl, bir ben bulutla kaplıyım», dediğinde, benim bu geçkin
yaşımda duyduğumu dile getirmişti. Lao Tzu, değeri ve değersizliği de
görüp yaşamış, ömrünün sonunda kendi varlığına, sonsuzca bilin
meyecek olan anlama dönmeyi isteyen birinin üstün nüfuz gücüne
sahip, insan örneği. Gerektiğince gören yaşlı kişi arketipi sonsuzca
gerçek. Bu kişi örneği her zekâ düzeyinde görülebilir, ayırt edici özel
likleri aynıdır hep: Yaşlı bir köylü olabileceği gibi, Lao Tzu gibi bir
filozof da olabilir; yaşlılıktır bu, bir yere varmış olmaktır. Gene de
içimi dolduran o kadar şey var ki: Bitkiler, hayvanlar, bulutlar, gün, ay
gece ve insanda o sonsuz olan. Kendi hakkında ne kadar kuşkulu olu
yorsam, nesnelerle o kadar yakın bağım olduğunu görüyorum. Beni
dünyadan ayıran yabancılaşma, sanki kendi iç dünyama aktarılmış da,
kendimi yadırgadığımı ortaya çıkarmış.
DEYİMLER
ı RKETİP: «Arketip, her yerde karşılaşılan belli motiflerden oluşur. Mitoslar
da, peri masallarında görülür. Aynı motifleri, bugünkü bireylerin
düşlerinde, düşlemlerinde ve vizyonlarında görüyoruz. Bu imgelere ve
uyardığı çağrışımlara ‘arketipik idealar’ diyorum ben. Bunlar ne kadar
canlıysa, duygular da o kadar renklidir... Bunlar bizi etkiler, büyüler.
Ruhun kalıtımla geçen bir parçası gibidir, betimlenemez; önceden bilinç-
dışında varolan kalıptır, biçimdir, her zaman, her yerde kendiliğinden
oluşur. İçgüdüsel yapısı yüzünden arketip, duygu-yüklü komplekslerin
altında olup, onların özerkliğini paylaşır.» (C. G. Jung:
Dönüm
Noktasındaki Uygarlık,
Cilt 10.)
«Yanılgıya düşüyorlar hep, arketipin içeriğine göre belirlendiği söyleniyor,
ona 'bilinçdışı düşünce' deniyor (böyle birşey denebilirse tabii). Bir kez
daha söyleyelim, arketipler, içeriklerine göre değil, yalnızca kalıplarına,
biçimlerine göre belirlenir; o da pek sınırlı olarak. Birliksel imge, ancak bi
linç düzeyinde olduğu zaman, içeriğine göre belirlenir; dolayısıyla da bi
linçli yaşantının gereçleriyle dolu olur. Bununla birlikte, biçimi, bir kristal
in eksen-düzenine de benzetilebilir; bu eksen düzeni, kendi maddesel varlığı
olmamasına karşın, ‘Ana Sıvı’ içindeki kristal yapıya önceden biçim verir.
Bu eksen-düzeni, iyonlarla moleküllerin, belli yöntemine göre dizilirler.
Arketipin kendi boştur, saf biçim, kalıp halindedir. Apriori verilmiş bir
‘tasvir olanağından’ başka şey değildir. Tasvirlerin kendileri, kalıtımla
geçmez, yalnızca kalıplar aktarılır, bu açıdan, her bakımdan içgüdülere teka
bül eder; içgüdüler de yalnızca kalıp açısından belirlenmiştir. Arketiplerde
olduğu gibi, kendilerini somut olarak belirtmedikçe varlıkları kanıtlana
maz.» (C. G. Jung
Ortak Bilinçdışının Arketipleri,
Cilt 9.)
«Arketipin gerçek niteliği bilinç yüzeyine çıkarılamaz gibi geliyor bana;
deney üstü bir nitelik bu; bu bakımdan ruhsal diyorum ona.» (C. G. Jung
Ruhun Yapısı ve Dinamiği.
Cilt 8)