Dan Brown Da Vinci Şifresi



Yüklə 1,86 Mb.
səhifə12/36
tarix10.11.2017
ölçüsü1,86 Mb.
#9407
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   36

Langdon'ın öğrencileri, Da Vinci'nin ikinci bir tablo yaparak kardeşler cemiyetini yumuşattığını öğrendiklerinde daima şaşırırlardı. Bu "hafifletilmiş" Kayalıklar Bakiresi'nde tüm bireyler daha geleneksel bir şekilde tasvir edilmişlerdi. İkinci tablo şimdi Londra'daki Ulusal Galeri'de sergileniyordu ama Langdon yine de Louvre'da yer alan daha ilgi çekici resmi tercih ediyordu.

Sophie arabayı Champs-Elysees'de hızla sürerken Langdon, "Tablonun arkasında ne vardı?" diye sordu.

Sophie gözlerini yoldan ayırmadı. "Büyükelçiliğe güven içinde girdikten sonra sana göstereceğim."

"Bana gösterecek misin?" Langdon şaşırmıştı. "Sana maddi bir nesne mi bırakmış?"

Sophie ters ters başını salladı. "Üstünde fleur-de-lis ve P.S. harfleri var."

Langdon kulaklarına inanamıyordu.

Sophie arabanın direksiyonunu sağa kırıp, lüks Hotel de Crillon'un önünden Paris'in üç şeritli diplomatik mahallesine hızla dönerken, bu isi başaracağız, diye düşünüyordu. Artık büyükelçiliğe bir kilometreden az kalmıştı. Sophie sonunda nefesinin yeniden normale döndüğünü hissetti.

157

Dan Brown



Arabayı sürerken bile Sophie'nin aklı cebindeki anahtardaydı. Yıllar önce onu gördüğü ana ait hatıralar, kollan eşit haç biçimindeki altın bas kısım, üçgen gövde, içerlek yazılar, kabartmalı çiçek mühür ve P.S. harf. leri.

Geçen yıllar süresince anahtar Sophie'nin aklına nadiren gelmiş olsa da, istihbarat camiasında yaptığı görev ona güvenlik hakkında pek çok şey öğretmişti ve artık anahtarın garip görüntüsü ona çok şaşırtıcı gelmi-yordu. Lazerle işlenmiş bir matris. Kopyalanması imkânsız. Kilidi döndüren dişler yerine bu anahtarda yer alan lazerle yapılmış karmaşık kabarcıklar elektronik bir göz tarafından inceleniyordu. Eğer göz, altıgen kabarcıkların doğru aralıklarla yerleştirildiğine ve çevrildiğine karar verirse kilit açılacaktı.

Sophie böylesi bir anahtarın neyi açacağını tahmin edemiyor ama Robert'ın söyleyebileceğini sezinliyordu. Her şeyden önce, daha görmeden anahtarın üstündeki kabartmalı mührü tarif etmişti. Üst taraftaki çarmıh formu, anahtarın bir tür Hıristiyan örgütüne ait olduğunu gösteriyordu ama Sophie lazer işlemeli matris kullanan bir kilise bilmiyordu. Ayrıca büyükbabam Hıristiyan değildi...

Sophie on yıl önce bunun ispatına tanık olmuştu. Ne gariptir ki, büyükbabasının asıl tabiatını ona gösteren bir başka anahtar -çok daha normal bir anahtar- olmuştu.

Charles de Gaulle Havaalanı'na inip, eve giden bir taksiye atladığında ılık bir akşamüstüydü. Grand-pere az sonra beni gördüğüne çok şaşıracak, diye düşünüyordu. İngiltere'deki okulundan bahar tatili dolayısıyla eve birkaç gün erken dönen Sophie, onu görmek ve çalıştığı deşifre metotlarını ona anlatmak için sabırsızlanıyordu.

Ama nedense Paris'teki eve vardığında büyükbabasını orada bulamamıştı. Hayal kırıklığına uğramıştı ama gelmesini beklemediğini biliyordu. Belki de Louvre'da çalışıyordu. Ama bugün cumartesi, diye hatırladı. Hafta sonlarında nadiren çalışırdı. Hafta sonlarında genellikle...

Sophie sırıtarak garaja koşmuştu. Elbette arabası orada değildi. Hafta sonuydu. Jacques Sauniere şehirde araba kullanmaktan hoşlanmazdı. Arabayı tek bir yöne gitmek için almıştı -Paris'in kuzeyinde, Normandi-ya'daki şatosuna gitmek için. Sophie Londra'nın keşmekeşinde geçirdiği aylardan sonra doğa kokusunu almak ve hemen yola çıkmak için sabırsız-

158


Da Vinci Şifresi

laflıyordu. Akşamın erken saatleri olduğundan, derhal yola koyulup ona sürpriz yapmaya karar vermişti. Bir arkadaşının arabasını ödünç alan Sophie, kuzeye yönelerek Cruelly yakınlarındaki ıssız dağlara doğru yol aldı. Büyükbabasının inziva köşesine giden özel araba yoluna saptığında saat onu biraz geçiyordu. Yol yaklaşık bir buçuk kilometre uzunluğun-daydı ve Sophie ancak yolu yarıladığında ağaçların arasından evi görmeye başlamıştı -bir dağ kenarındaki ormanın içine yapılmış, dev gibi eski taş bir şato.

Sophie bu saatte büyükbabasının uyuyor olabileceğini aklından geçirmişti ama evin ışıklarının parıldadığını görünce oldukça heyecanlandı. Park edilmiş arabalarla dolu garaja vardığında sevinci şaşkınlığa dönüşmüştü -Mercedes'ler, BMW'ler, Audi'ler ve bir Rolls-Royce.

Sophie bir müddet baktıktan sonra kahkaha krizine tutuldu. Benim grand-pere'm, ünlü münzevi! Görünüşe bakılırsa Jacques Sauniere göründüğü kadar münzevi biri değildi. Sophie okuldayken bir partiye ev sahipliği yaptığı belli oluyordu ve arabaların görünüşüne bakılırsa, Paris'in en nüfuzlu kişileri partiye katılmışlardı.

Ona sürpriz yapmak için sabırsızlanan Sophie hemen ön kapıya koştu. Kapıya vardığında kilitli olduğunu gördü. Kapıyı yumrukladı. Kimse cevap vermedi. Şaşkın bir halde evin etrafında döndü ve arka kapıyı denedi. Cevap yoktu.

Aklı karışmış bir şekilde biraz durup dinledi. Tek duyduğu, vadinin etrafında dönerken hafif uğultular çıkaran serin Normandiya havasıydı.

Müzik çalmıyordu.

Ses yoktu.

Hiçbir şey duyulmuyordu.

Sophie ormanın sessizliği içinde evin yan tarafına gidip, bir ağaç gövdesine tırmanarak yüzünü oturma odasının penceresine dayadı. İçeride gördükleri bir anlam ifade etmiyordu.

"Burada kimse yok!"

Birinci katın tamamı bomboş görünüyordu.

İnsanlar nerede?

Kalbi hızla çarpan Sophie, odunluğa gidip büyükbabasının çıra kutusunun altında sakladığı yedek anahtarı aldı. Ön kapıya koşup içeri girdi. Boş antreye adımını attığında güvenlik sisteminin kontrol paneli yanıp

159

Dan Brown



sönmeye başlamıştı... içeri giren kimsenin, güvenlik alarmı çalmaya başla-madan doğru şifreyi tuşlaması için 10 saniyesi olduğunu gösteren uyarı.

Parti verirken alarmı mı çalıştırmıştı?

Sophie çabucak şifreyi girdi ve sistemi kapattı.

İçeri girdiğinde tüm evin bomboş olduğunu gördü. Yukarı katta da kimse yoktu. Bir kez daha boş oturma odasına indiğinde bir süre sessizce durdu ve neler olduğunu anlamaya çalıştı.

İşte o anda derinden gelen sesleri duydu. Ve bu sesler aşağıdan geliyor gibiydi. Sophie bir anlam veremiyordu. Eğilerek kulağını yere dayadı ve dinledi. Evet, sesler kesinlikle aşağıdan geliyordu. Şarkı söylüyor gibiydiler... Korkmuştu. Sesten daha ürkütücü olan, bu evin bir bodrum katı olmadığını hatırlamasıydı.

En azından benim bildiğim bir bodrumu yok.

Arkasını dönüp oturma odasını gözleriyle tarayan Sophie, evde yerinde durmayan tek bir nesneye rastlamıştı -büyükbabasının en sevdiği antika Aubusson duvar halısı. Genellikle doğu duvarında şöminenin arkasında asılı dururdu ama o gece pirinç kornişinden kenara çekilmişti ve arkasındaki duvarı gözler önüne seriyordu.

Çıplak lambri duvara doğru yürüyen Sophie şarkı seslerinin yükseldiğini hissetti. Tereddüt ederek kulağını duvara yasladı. Artık sesler daha berraktı. İnsanlar kesinlikle şarkı söylüyor... Sophie'nin anlayamadığı kelimeler kullanıyorlardı.

Bu duvarın arkasında bir boşluk var!

Panelin kenarlarını eliyle yoklayan Sophie gizli bir oyuk buldu. Titizlikle işlenmişti. Kayarak açılan bir kapı. Kalbi deli gibi çarparken parmağını deliğe yerleştirdi ve çekti. Ağır duvar ses çıkartmadan yana kaydı. İlerideki karanlıkta şarkı söyleyen sesler yankılanıyordu.

Kapıdan geçen Sophie kendini dönerek aşağı inen, kaba taş bir merdivende buldu. Çocukluğundan beri bu eve gelirdi ama bu merdivenin varlığından bile haberi yoktu!

Aşağı indikçe hava serinlemişti. Sesler daha da belirginleşti. Artık kadın ve erkek seslerini duyuyordu. Döner basamaklar görüş açısını engelliyordu ama son basamakta önü açılmıştı. Arka tarafta bodrum katının küçük bir parçasını görebiliyordu, titreşen turuncu alevlerle aydınlanan taş.

160

Da Vinci Şifresi



Nefesini tutan Sophie birkaç adım daha yaklaştı ve neler olduğunu görmek için çömeldi. Gördüklerini anlayabilmesi birkaç saniyesini almıştı.

Burası bir yeraltı odasıydı, dağdaki granitten oyulmuş kaba bir odaya benziyordu. İçerideki tek ışık, duvarlardaki meşalelerden geliyordu. Alevlerin aydınlattığı odanın ortasında yaklaşık otuz kişi çember oluşturacak şekilde duruyordu.

¦Hayal görüyorum, dedi Sophie kendi kendine. Bu bir riiya. Başka ne olabilir?

Odadaki herkes maske takmıştı. Kadınlar beyaz tül gecelikler ve altın ayakkabılar giymişlerdi. Maskeleri beyazdı ve ellerinde altın küreler tutuyorlardı. Erkekler uzun siyah tunikler giymişlerdi ve maskeleri siyahtı. Dev bir satranç tahtasındaki piyonlara benziyorlardı. Çemberdeki herkes ileri geri sallanıp yerde duran bir şeyi huşu içinde zikrediyorlardı... Sophie'nin göremediği bir şeyi.

Şarkı yeniden başlamıştı. Hızlandı. Artık gürlüyordu. Daha hızlı. Katılımcılar içeri doğru birer adım atıp, diz çöktüler. Sophie o sırada neye tanıklık ettiklerini görebilmişti. Dehşetle gerilediği halde, bu manzara hafızasından sonsuza kadar silinmeyecekti. Tiksinti duyan Sophie arkasını dönüp, taş duvarlara tutunarak merdiveni tırmanmıştı. Kapıyı çekerek kapattıktan sonra evden kaçtı ve gözyaşları içinde Paris'e geri döndü.

O gece hayal kırıklığına ve ihanete uğramış bir halde eşyalarını toplayıp evden ayrıldı. Yemek odasındaki masanın üstüne bir not bırakmıştı.

ORADAYDIM. BENİ BULMAYA ÇALIŞMA. Notun yanına şatonun odunluğunda duran yedek anahtarı bıraktı.

"Sophie!" Langdon'ın sesi düşüncelerini bölmüştü. "Dur! Dur!"

Hatıralarından uyanan Sophie aniden frene asıldı ve araba patinaj yaparak durdu. "Ne? Ne oldu?"

Langdon önlerindeki uzun caddeyi gösteriyordu.

Gördüğünde Sophie'nin kanı dondu. Yüz metre kadar ilerideki kav-§ak DCPJ polis arabalarıyla kapatılmıştı. Çarpık park edilmişlerdi ve niyetleri belliydi. GabrielBulvan'nı kapatmışlar!

161


F: II

Dan Brown

Langdon içini çekti. "Bu gece büyükelçilik yasak bölge mi ilan edildi?"

Sokağın aşağısında, arabalarının yanında duran iki DCPJ polisi şimdi onların bulunduğu yöne doğru bakıyorlardı. Önlerindeki caddede böylesine tuhaf biçimde duran farların ne olduğunu merak ettikleri ortadaydı.

Pekâlâ Sophie, yavaşça dön.

SmartCar'ı geri vitese takarak, üç puanlık bir dönüş yaptı ve arabayı aksi istikamete döndürdü. Uzaklaşırken, arkasından patinaj yapan tekerleklerin sesini duydu. Sirenler çalmaya başlamıştı.

Sophie küfrederek gaza bastı.

162


Da Vinci Şifresi

33

Sophie'nin SmartCar'ı diplomatik semtteki büyükelçilikler ve konsoloslukların önünden hızla ilerledi. Sonunda bir yan sokağa saparak sağa dönüş yaptı ve tekrar görkemli Champs-Elysees Bulvan'na çıktı.



Yumruklarını bembeyaz oluncaya kadar sıkan Langdon yolcu koltuğunda iki büklüm oturuyor ve peşlerinden gelen polis olup olmadığını kontrol etmek için arka tarafa bakıyordu. Birden kaçma kararını vermemiş olmayı diledi. Sonra kendine, bu kararı sen vermedin, diye hatırlattı. GPS noktacığını tuvalet penceresinden attığında bu kararı onun adına Sophie vermişti. Şimdi büyükelçilikten tam gaz uzaklaşıp Champs-Elysees'nin hafif trafiğinde yılankavi kıvrımlar çizerken Langdon seçeneklerinin daha da kötüye gittiğini hissediyordu. Sophie polisi atlatmış gibi görünüyordu ama Langdon en azından o an için, şanslarının devam edeceğinden şüpheliydi.

Direksiyon başında oturan Sophie, elini süveterinin cebine daldırıp küçük metal bir nesne çıkartarak Langdon'a uzattı. "Robert, şuna bir baksan iyi olacak. Büyükbabamın Kayalıklar Bakiresi'nin arkasında bana bıraktığı şey bu."

Aklına gelen çağrışımlardan ötürü tüyleri ürperen Langdon nesneyi eline alıp inceledi. Ağırdı ve çarmıh biçimindeydi. İlk önce bir cenaze pieu'su -mezarlıkta toprağa gömmek için tasarlanan bir tür minyatür anı Çivisi- tuttuğunu düşündü. Ama daha sonra haçtan devam eden gövdenin üçgen ve prizma formunda olduğunu fark etti. Ayrıca gövdenin üstünde titizlikle işlenerek gelişigüzel dağıtılmış gibi görünen yüzlerce minik altıgen kabarcık vardı.

Sophie, ona, "Lazerle kesilmiş bir anahtar," dedi. "Elektrikli bir göz bu altıgenleri okuyor."

163

Dan Brown



Bir anahtar mı? Langdon daha önce böyle bir şeyi hiç görmemişti. Şerit değiştirip kavşaktan dönerken Sophie, "Arka tarafına bak," de-

di.


Langdon anahtarı çevirdiğinde hayretten ağzı bir karış açık kaldı. Haçın tam ortasına, bir fleur-de-lis ile P.S. harfleri özenle kabartılarak iş. lenmişti. "Sophie," dedi. "Sana bahsettiğim mühür bu! Sion Tarikatı'nın resmi amblemi."

Sophie başını salladı. "Anahtarı çok uzun zaman önce gördüğümü sana söylemiştim. Bana bundan bir daha asla bahsetmememi söylemişti." Langdon'ın gözleri kabartmalı anahtar üstüne çakılı kalmıştı. İleri teknoloji üretimiyle üstündeki asırlık semboller, eski ve yeni dünyayı birbirine kaynaştırmış ti.

"Bana bu anahtarın, pek çok sırrı sakladığı bir kutuyu açtığını söylemişti."

Langdon, Jacques Sauniere gibi bir adamın ne tür sırlar saklayabileceğini düşününce bir ürperti hissetti. Eski bir kardeşliğin, fütürist bir anahtarla ne işi olduğunu tahmin edemiyordu. Tarikatın varoluşunun tek sebebi bir sırrı korumaktı. İnanılmaz güce sahip bir sırrı. Bu anahtarın bir ilgisi olabilir mi? Bu düşünce tüm zihnini sarmıştı. "Neyi açtığını biliyor

musun?"

Sophie hayal kırıklığına uğramış gibi görünüyordu. "Senin bildiğini



sanıyordum."

Langdon elindeki haçı döndürüp, incelerken bir süre sessiz kaldı.

Sophie, "Hıristiyan işine benziyor," diye ısrar etti.

Langdon bundan o kadar da emin değildi. Anahtarın baş kısmı geleneksel uzun kollu Hıristiyan Haçı'na değil de, Hıristiyanlıktan bin beş yüz yıl önceki kare -dört kolu da eşit uzunlukta- haçlara benziyordu. Bu tür haçların uzun kollu Latin Haçı'yla gösterilen çarmıhla hiç ilgisi yoktu. İlk olarak Romalılar tarafından bir işkence aleti olarak kullanılmıştı. Langdon kullandıkları sembolün tarihte çok vahşi bir ismi yansıttığını, "çarmıha" bakan Hıristiyanların çok az bir kısmının bilmesine her zaman hayret etmişti. "Haç" ve "çarmıh" kelimeleri Latincedeki cruciare fiilinden geliyordu... yani işkence.

"Sophie," dedi. "Sana söyleyebileceğim tek şey, bunun gibi eşit kollu haçların barışçıl haçlar olarak kabul edildiği. Kare biçimleri, çarmıha ger'

164


Da Vinci Şifresi

0e işlemi için elverişli değildir, ayrıca dengeli dikey ve yatay eksenleri erkek ile dişinin doğal birleşimini gösterir. Böylece sembolik olarak tarikatın felsefesiyle örtüşürler."

Sophie, ona bezgin bir ifadeyle baktı. "Hiç fikrin yok, öyle değil mi?" Langdon kaşlarını çattı. "En ufak bir çağrışım bile yapmıyor." "Pekâlâ, yoldan çıkmamız gerekiyor." Sophie dikiz aynasını kontrol etti. "Bu anahtarın neyi açtığını bulmak için güvenli bir yere gitmemiz gerek."

Langdon hasretle Ritz'deki konforlu odasını düşündü. Ama seçenekler arasında olmadığı gayet açıktı. "Paris Amerikan Üniversitesi'ndeki ev sahiplerime ne dersin?"

"Anlaşılır. Fache onları kontrol edecektir." 'Tanıdıkların olmalı. Burada yaşıyorsun."

"Fache telefonumu araştırıp, iş arkadaşlarımla konuşacaktır. Benim tanıdıklarım tehlikeli olur, ayrıca otel bulmak da iyi bir fikir değil, çünkü kimlik soruyorlar."

Langdon bir kez daha, Louvre'dayken Fache'nin kendisini tutuklamasına izin vermenin daha iyi olacağını düşünüyordu. "Büyükelçiliği arayalım. Durumu açıklayabilirim, büyükelçilik de bizimle bir yerde buluşması için birini gönderebilir."

"Bizimle buluşmak mı?" Sophie dönüp, ona deliymiş gibi bakıyordu. "Robert, sen hayal görüyorsun. Büyükelçiliğinin kendi arazisi dışında hiçbir yetkisi yok. Bizi alması için birini göndermeleri, Fransız hükümetinden kaçan birine yardım etmek olur. Olmaz. Eğer büyükelçiliğine gidip, geçici sığınma hakkı isteseydin bu olabilirdi ama onlardan Fransız emniyet güçlerine karşı harekete geçmelerini nasıl istersin?" Başını iki yana salladı. "Büyükelçiliğini şimdi ararsan sana başını daha fazla belaya sokmaktan kaçınmanı ve Fache'ye teslim olmanı söyleyeceklerdir. Ardından adil bir mahkeme yapılması için diplomatik kanalları kullanacaklarına söz verecekler." Başını kaldırıp, Champs-Elysees'deki şık dükkân vitrinlerine baktı. "Yanında ne kadar nakit var?"

Langdon cüzdanına baktı. "Yüz dolar. Birkaç euro. Neden?" "Kredi kartın yok mu?" "Elbette var."

165


Dan Brown

Sophie gaza basarken, Langdon onun bir plan yaptığını sezmişti. Tam önlerinde, Champs-Elysees'nin bitiminde, Fransa'nın en geniş ada-cığıyla çevrelenmiş Arc de Triomphe -Napoleon'un askeri gücünü övmek için yapılan elli metrelik anıt- duruyordu.

Adacığa yaklaşırlarken, Sophie'nin gözleri yine dikiz aynasındaydı. "Şimdilik onları atlattık," dedi. "Ama bu arabada kalırsan beş dakika geçmeden enseleniriz."

Langdon, demek başka bir araba çalacağız, diye düşüncelere dalmıştı,

artık iyice suçlu olduk. "Ne yapacaksın?"

Sophie SmartCar'ı adacığa doğru sürdü. "Güven bana." Langdon, hiç tepki vermedi. Güven duygusu, bu gece ona fazla bir şey kazandırmamıştı. Ceketinin kolunu geriye sıyırarak saatine baktı -onuncu yaş gününde ebeveynlerinin armağan ettiği Mickey-Mouse marka bir koleksiyon üretimiydi. Çocuksu kadranı genellikle tuhaf bakışları üzerinde toplasa da, Langdon asla başka bir saat almamıştı; biçim ve renk büyüsüyle ilk olarak Disney animasyonları sayesinde tanışmıştı. Şimdi ise Mickey her gün, Langdon'ın ruhen genç kalmasını sağlıyordu. Ama o anda Mickey'nin kolları garip bir açı yaparak, bir o kadar garip bir zamanı gösteriyordu. Sabaha karşı 02.15.

Bileğine bakıp SmartCar'ı geniş adacığın etrafından döndüren Sophie, "İlginç bir saat," dedi.

Langdon ceketinin kolunu aşağı çekerken, "Uzun hikâye," diye cevap verdi.

"Öyle olduğunu tahmin edebiliyorum." Sophie, ona bakıp çabucak gülümsedikten sonra, adacıktan ayrıldı ve şehir merkezinden uzağa, kuzeye doğru yol aldı. İki yeşil ışığı güç bela yakaladıktan sonra üçüncü kavşağa ulaştı ve Malesherbes Bulvarı'na doğru keskin bir sağ dönüş yaptı. Diplomatik semtin zengin görünüşlü ağaçlı yollarından çıkmışlardı. Artık daha karanlık olan sanayi mahallesinde ilerliyorlardı. Sophie sola döndükten kısa bir süre sonra Langdon nerede olduklarını anladı. Gare Saint-Lazare.

Önlerinde duran cam çatılı tren istasyonu, uçak hanganyla bir tür seranın garip uzantısını andırıyordu. Avrupa'daki tren istasyonlarına hiç

166

Da Vinci Şifresi



uymuyordu. Bu saatte bile ana girişin yanında yaklaşık yarım düzine taksi bekliyordu. Sırt çantalı çocuklar istasyondan çıkıp adeta hangi şehirde olduklarını hatırlamaya çalışıyormuş gibi gözlerini ovuştururken, sandviç ve su satan satıcılar el arabalarını sürüyorlardı. Yolun ilerisinde bir çift şehir polisi, yolunu şaşırmış turistlere yön tarif ediyordu.

Sophie SmartCar'ını taksilerin arkasına çekip yolun karşı tarafındaki park alanı yerine kırmızı bölgeye park etti. Langdon henüz neler olduğunu sormaya fırsat bulamadan, Sophie arabadan inmişti. Önlerinde duran taksinin penceresine koştu ve şoförle konuşmaya başladı.

Langdon arabadan indiğinde Sophie'nin taksi şoförüne bir tomar para verdiğini gördü. Taksi şoförü başını salladıktan sonra Langdon'ın şaşkın bakışları altında arabaya onları almadan uzaklaştı.

Taksi uzaklaşırken, kaldırımda Sophie'nin yanına giden Langdon, "Neler oldu?" diye sordu.

Sophie tren istasyonu girişine doğru ilerlemeye başlamıştı bile. "Haydi. Paris'ten ayrılan ilk trene iki bilet alacağız."

Langdon onun yanından aceleyle koşuşturdu. ABD Büyükelçiliğine giden bir buçuk kilometrelik yolculuk, artık tam anlamıyla Paris'ten kaçma operasyonuna dönüşmüştü. Langdon bu fikirden gittikçe daha az hoşlanıyordu.

167

Dan Brown



34

Piskopos Aringarosa'yı Leonardo da Vinci Uluslararası Havaala-nı'ndan alan şoför, küçük ve gösterişsiz siyah bir Fiat sedanla gelmişti. Aringarosa, tüm Vatikan araçlarının, üzerinde Papa'nın mührünü taşıyan bayraklar ve madalyonlarla süslü, büyük lüks arabalardan oluştuğu günleri hatırladı. O günler geride kaldı. Vatikan arabaları artık az gösterişliydiler ve genellikle işaret taşımıyorlardı. Vatikan bunun daha iyi hizmet verebilmek için masraflardan kısmak niyetiyle yapıldığını söylese de, Aringarosa daha çok bir güvenlik meselesi olduğunu düşünüyordu. Dünya çılgına dönmüştü ve Avrupa'nın pek çok yerinde Hazreti İsa'yı sevdiğini ilan etmek, arabanın üstüne hedef tahtası resmi çizmek gibi bir şeydi.

Aringarosa siyah cüppesini eteklerinden toplayarak arka koltuğa bindi ve Castel Gandolfo'ya giden uzun yolculuk için yerine iyice yerleşti. Beş ay önce yaptığı yolculuğun bir benzeri olacaktı.

Geçen yıl Roma'ya yaptığım yolculuk, diye düşündü. Hayatımın en uzun gecesiydi.

Vatikan beş ay önce telefon ederek, Aringarosa'nın derhal Roma'ya gelmesini buyurmuştu. Hiçbir açıklama yapmamışlardı. Biletlerin havaalanında. Papa gizem perdesini kapalı tutmak için elinden geleni yapmıştı, en yüksek rütbeli papaz için bile.

Aringarosa gizemli çağrının, Opus Dei'nin son zamanlarda halkla ilişkilerde kazandığı başarıyı -New York'taki Dünya Merkezi'nin tamamlanması- kutlamak amacıyla Papa ile diğer Vatikan yetkililerinin fotoğraflarının çekilebileceğini düşünmüştü. Architectural Digest, Opus Dei'nin binası için, "Katolikliğin, modern manzarayla yüce bir şekilde bağdaşan

168

Da Vinci Şifresi



parlak feneri" diye bahsetmişti ve son zamanlarda Vatikan "modern" kelimesini içeren her şeye karşı yakınlık duyuyor gibi görünüyordu.

Aringarosa'nın, istemeden de olsa daveti kabul etmekten başka çaresi yoktu. Çoğu muhafazakâr papaz gibi, mevcut Papalık yönetiminin bir hayranı sayılmayan Aringarosa, yeni Papa'nın makama geldiği ilk yılı derin kaygıyla izlemişti. Görülmemiş bir liberal olan Papa Cenapları, Vatikan tarihindeki en tartışmalı ve alışılmadık kardinaller meclisi sayesinde Papalığa atanmıştı. Daha sonra ise beklenmedik bir anda iktidara geldiği için mütevazı olacağı yerde, Hıristiyanlığın en yüksek makamıyla ilgisi olan tüm bilekleri bükmekte hiç vakit kaybetmemişti. Kardinaller Mecli-si'nden sürekli liberal destek alan Papa, Papalık misyonunun "Vatikan doktrinlerini çağdaşlaştırmak ve Katolikliği üçüncü bin yıla hazırlamak" olduğunu ilan ediyordu.

Aringarosa, söylediği sözlerle bu adamın, Tann'nın yasalarını yeniden yazabileceğine ve gerçek Katolikliğin gerektirdiklerinin modern dünyaya ters düştüğüne inananların kalplerini yeniden kazanacağına inanacak kadar küstah olmasından korkuyordu.

Aringarosa, Papa ile danışmanlarını, kilisenin kurallarını yumuşatmanın sadakatsizlik ve korkaklıkla kalmayıp aynı zamanda siyasi bir intihar olacağına ikna etmek için, tüm siyasi nüfuzunu -Opus Dei'nin seçmenleriyle banka hesabının miktarı düşünüldüğünde oldukça büyük sayılırdı- kullanıyordu. Kilise kanunlarını bir önceki yumuşatma girişiminin -2. Vatikan fiyaskosu- geriye zarar verici bir miras bıraktığını hatırlatıyordu: Artık kiliseye gelenlerin sayısı her zamankinden daha düşüktü, bağışlar sıfırı tüketmek üzereydi ve kiliselere atayacak yeterli sayıda Katolik papaz yoktu.

Aringarosa insanların kilisenin yol göstermesine ihtiyacı var, diye ısrar etmişti, sırtlarını sıvazlayıp şımartmasına değil.

Aylar önce o gece, Fiat havaalanından ayrılırken Aringarosa, Vatikan Şehri yerine doğudaki dolambaçlı bir dağ yoluna gittiklerini görünce Şaşırmıştı. Şoförüne, "Nereye gidiyoruz?" diye sormuştu.

Adam, "Alban Dağları'na," diye yanıtlamıştı. "Toplantınız Castel Gandolfo'da."

Papa 'nın yazlık evi mi? Aringarosa daha önce oraya hiç gitmemiş ve gitmek de istememişti. On altıncı yüzyıldan kalma hisar, Papa'nın yazlık

169

Dan Brown



evi olmasının yanı sıra, Avrupa'daki en gelişmiş astronomi gözlemevlerinden biri olan Specula Vaticana'ya -Vatikan Rasathanesi- ev sahipliği yapıyordu. Aringarosa, Vatikan'ın bilimle uğraşmasını bir türlü içine sin-dirememişti. Bilimle inancı kaynaştırmanın mantığı ne olabilirdi ki? Tanrı inancı taşıyan bir adam, bilimle tarafsız uğraşamazdı. İmanın ise fiziksel olarak teyit edilmesine gerek yoktu.

Yıldızlarla kasım gökyüzüne doğru yükselen Castel Gandolfo görüş alanına girdiğinde, yine de geldik işte, diye düşündü. Garaj yolundan bakıldığında Gandolfo, intihar atlayışı yapmayı düşünen devasa bir taş canavara benziyordu. Uçurumun tam kenarına inşa edilmiş şato, İtalyan medeniyetinin beşiğine doğru eğilmişti, Roma'yı kurmadan önce Curiazi ile Orazi kabilelerinin uzun zaman savaştıkları vadi.


Yüklə 1,86 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə