Saçmalıklar Çağı



Yüklə 1,91 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə32/91
tarix15.03.2018
ölçüsü1,91 Mb.
#31994
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   91

başarısızlık hiç yaşanmamış oluyordu.

Bu  hak  etme  hissiyatının  borçlardaki  büyümede  etkin  rol

oynadığı kesin. Kendinde hak görmede 1970'lerden itibaren

görülen  gelişme,  kişisel  borçlardaki  artışla  birebir  çakışıyor.

İnsan belli bir yaşam tarzını hak ediyorsa, borç almak sadece

hak  ettiğini  almak  demektir  deniyor  ve  geri  ödeme  gibi  bir

zorunluluk söz konusu olmuyor. Haliyle parasını geri almaya

çalışan  alacaklı  birden  masum  kurbanı  taciz  eden  çirkin

zorbaya  dönüşüyor.  Borç  konusundaki  davranışlar  kültürel

şartlandırmanın 

nasıl 

değişebildiğine 



yönelik 

müthiş


örneklerdir.  Borç  kısa  süre  öncesine  kadar  günahtı;  daha

sonra  ev  edinmek  için  nahoş  bir  gerekliliğe,  ardından  hak

edilen  yaşam  tarzını  edinme  yoluna  ve  sonunda  sadece

salakların  reddedebileceği  ölçüde  iyi  bir  şeye  dönüştü.  Bu

aşamada borçlardan kurulu kâğıttan kale öyle gülünç ölçüde

büyüdü  ki  tek  kartın  çekilmesi  dünya  finans  sistemlerini

çökertmeye  yetecek  hale  geldi.  Ve  elbette  herkes  feci

sonuçlardan 

bankacıları 

sorumlu 


tuttu. 

Bankacılar

sürüklenerek dışarı çıkarılıp meydanlarda asılmalıydı!

Ezici  hak  görme  hissiyatının  sorunu,  tatmin  vaat  edip

genelde  aksini  doğurmasıdır.  Kendinde  hak  görme,  Albet

Ellis'in  üç  "şartının"  ("Başarmalıyım",  "Herkes  bana  iyi

davranmalı",  "Yaşam  kolay  olmalı")  üçünü  de  teşvik



etmektedir.  Ve  bunlar  gerçekleşmeyince  sonuç,  taleplerin

meşrulaşmaması değil, kötücül, kudretli, gizli güçlerin talepleri

engellemesi  olmaktadır.  Böylece  kendinde  hak  görme

hissiyatı, mutsuz yakınma hissiyatına dönüşmektedir.

Kendinde hak görmenin bir diğer sonucuysa "çeşitliliklere"

yönelik  çağdaş  tapınma  ve  sıklıkla  beraberinde  gelen,  tüm

grupların  taleplerinin  aynı  oranda  değerli  olduğu  inancıdır.

Sorun,  iki  çeşitlilik  türü  –haklarla  ilgili  bir  sorun  olan  fırsat

çeşitliliği ve değerler meselesi olan ahlaki çeşitlilik– bulunması

ve  ilkinin  tanınmasının,  ikincinin  düşünülmeden  kabulüne  yol

açmasıdır.  Irk,  cinsiyet  veya  cinsel  tercih  temelinde

adaletsizlikten  mustarip  azınlıklar  için  adalet  talep  etmek

tümüyle  mantıklıdır.  Ama  ahlaki  çeşitlilik,  tanım  icabı

çelişkindir.  Başkalarının  değerleri  geçerliyse  kişinin  kendi

değerleri aynı ölçüde keyfi, dolayısıyla değersiz demektir. Bu

göreliliğin kaçınılmaz sonucu ölümcül duyu kaybıdır: Değerleri

korumak 

ve 


değer 

yargılarında 

bulunmak

imkânsızlaşmaktadır.  Tartışmalı  meselelerde  her  iki  taraftan

da  söylenecek  çok  şey  bulunduğunu  mırıldanırız.  Siyasi

çatışmalarda,  "şu  taraf  diğeri  kadar  kötü",  siyasetçiler

hakkındaysa  "bu  da  öteki  kadar  kötü"  deriz.  Felakete  yol

açması  kaçınılmaz  aptalca  kararlar  alındığını  görür  ama

alanlara  bir  şey  demez,  kendi  kendimizeyse,  "karışmaya



hakkım yok", "öğüdüm reddedilecektir", "sadece bölünmeye

yol açarım" ve "zaten ben ne biliyorum?" deyiveririz.

Bu  durum  yetkiden  el  çekmeyle  ve  ebeveynini  azarlayan

çocuklar,  öğretmenlerini  değerlendiren  öğrenciler  ve

patronlarını  sömüren  çalışanlar  gibi  tuhaf  ama  yaygın  terse

dönüşlerle sonuçlanıyor.

Değer  ve  ilkelerin  yokluğundaysa  ahlak,  durum  ve

hareketlerle  sınırlı  yasalara  riayete,  bir  ikilem  çözme  ve

sözleşme hazırlama aracına ("Sen şunu yaparsan ben de bunu

yapmayı kabul ederim") dönüşüyor.

"Çeşitlilikleri  göklere  çıkarmanın"  bir  diğer  sorunuysa

kapsayıcılığı  teşviki  hedeflemekle  birlikte  sıklıkla  zıddına,

ayrımcılığa  varmasıdır.  Haklarından  mahrum  bırakılmış

gruplar diğer grupları suçlar ve diğer gruplardan ayrılma talep

ederler.  Grup  etnik  veya  dinsel  temelliyse  kendine  ülke,

olmuyorsa  başka  grubun  ülkesinden  yüklü  bir  parça  talep

edecektir. Ama ayrılıkçılık, bölünmeyi kolaylaştırmaktan çok

güçlendirir  ve  azdırır.  Sartre  Biz-ve-Onlar  bilincinin  çirkin

sonuçlarını anlatmış ve psikoloji, yapay ve keyfi ayrılmacılığın

dahi  çatışmaya  yol  açabildiğini  kanıtlamıştı.  Hatta  sonuçta

ortaya çıkan çatışmalar öyle ciddidir ki bu konudaki deneyler

bugün 


tehlikeli 

addedilmektedir. 

Bu 

deneylerin




sonuncularından  biri  Muzaffer  Şerif  tarafından  1966  yılında,

bir tatil kampındaki büyük bir barakada uyum içinde yaşayan

11-12 yaşlarındaki çocuklar üzerinde gerçekleştirilmişti. Şerif

söz  konusu  grubu,  arkadaş  çiftlerini  kasten  ayırarak  ikiye

bölmüş  ve  ayrı  barakalara  yerleştirmişti.  Çok  geçmeden  iki

baraka  arasında  alay  ve  hakaretlerin  yayılması  hatta  eski

arkadaşların birbirlerinden nefret etmeye başlamasıyla gerilim

baş gösterdi. Zaman içinde iki barakada da saldırgan tavırlı

liderler  ortaya  çıktı.

[145]


 Yani  tümüyle  keyfi  bir  ayırmadan,

kısa süre içinde sertliği gittikçe artan bir bölünme doğmuştu.

Buradaki ders, ayrılıkçılığın, önleyeceği düşünülen ve eskiden

ayrılıkçılığa  en  başta  yol  açarak  ayrılıkçılığı  iyice

keskinleştiren  bağnazlığa  kanıt  gösterilen  sorunlara  bizzat

neden olduğudur.

Ama  hak  görmenin  en  beter  sonucu,  insanoğlundaki

sızlanma  eğilimini  teşvik  eden  yakınma  hissidir.  Bildiğim

kadarıyla  tarihte  hiçbir  büyük  düşünür  sızlanmayı

desteklememiş 

veya 

önermemiştir. 



Stoacılardan

varoluşçulara  tüm  felsefe  şikâyetin  kınanması  yankılarıyla

doludur.  Yakınarak  mutluluğu  bulan  çıkmış  mıdır  bugüne

kadar?


Bugün insanın, sorumluluktan kaçınabilse veya sorumluluğu

bir başkasına devredebilse daha mutlu olabileceğine yönelik




Yüklə 1,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   91




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə