Modern dünyada bir olay, filme alınmadıkça veya
fotoğraflanmadıkça gerçekten olmuş sayılmıyor. Birincil
deneyimin yaşanamaması, fotoğraf veya filmin birincil
deneyim yerine gerçekliğe dönüşmesi anlamına geliyor. Bu
olgunun ilk örneklerinden biri, astronotların Ay'a ilk ayak
basışlarının ardından dünyaya sağ salim dönüp yetkililere
raporlarını verdikten sonra halk önüne çıktıklarında yaşanan
medya çılgınlığını öğrenmeleriydi. Ay'da henüz yürümüş
yegâne iki kişiden biri olan Buzz Aldrin, diğer Ay
yürüyüşçüsü Neil Armstrong'a dönmüş ve "Neil, bütün olayı
kaçırmışız"
[197]
demişti.
Ekran yaşantısının zorba hükümranlığı tüm yaşamı ele
geçiriyor. Çözünürlükleri yükselen ekranlar gittikçe daha
genişliyor, sayıları ve yaygınlıkları artıyor, kamusal alanları
gittikçe daha fazla zapt ediyor ve yaşamın başka bir yerde
yaşandığı kuşkusunu sürekli güçlendiriyorlar. Ekranlardaki
gerçeklik ekranların çevresindekinden, ekran insanlarıysa
kendilerine kapılan gerçek insanlardan çok daha gerçek hale
geliyor. Ekranlar büyüyüp parlaklaştıkça izleyenler ufalıp
matlaşıyor. İzleyiciler sonunda Platon'un mağarasının sakinleri
misali sürekli karanlıkta yaşayan gölgelere dönüşecek,
gerçek kusursuzluk sadece ekrandaki parlak dünyaya
kalacak.
Ekranlar büyüdükleri kadar da küçülüyorlar. Taşınabilir,
kişisel ekran zaten kaçınılmaz bir gelişmeydi. İnsanların kişisel
telefon ve müzik çalarlar kadar ekranlara da ihtiyacı vardı.
Bu üçlü yakında tek bir zımbırtıda birleşecek. Gözlüklere
gömülü ekranlar çoktan piyasaya çıktı ve teknoloji uzmanları
yakında
lenslerde
nano-robotlara
gömülü,
gözün
hareketleriyle çalışan ekranların çıkacağını öngörüyorlar.
Disney Dünyası sırf görüş alanınızda hatta yüzünüzün önünde
değil, gözbebeklerinize gömülmüşken garibim gerçekliğin
ne şansı olabilir?
Ekran görüntüleri canlı, dinamik, parlaktır ve hızla
değişirler. Gerçek ise ölgün, durağan, mattır ve pis kokulu,
yamru yumru, nasırlı ayaklarını sürüyerek ilerler. Haliyle
bugün gerçekten gerçek olmak için bir imaja dönüşmek
gerekiyor; sadece ekranlarda görünen kişiler gerçekten
varlar.
Ekranlardaki tüm davranışlar abartılıdır. Pembe dizilerdeki
krizler çok daha yoğun ve dramatik, komedi dizilerindeki
kahkahalar çok daha sık ve histerik, sohbet programı
sunucularının şakaları çok daha pervasız ve parıltılı, açlıktan
kırılan Afrika'dan haber veren muhabirlerin endişesi çok daha
yoğun, çıkarcılıkla ilgili görüşlerine başvurulanların öfkesi çok
daha haklıdır. Sıradan insanların sıradanlığı bile ekranda
abartılı sıradanlığa dönüşür: Sıradanlıkları ışıltılı, çekicilikten
yoksunlukları çekici, bayağılıkları şıktır.
Can alıcı nokta, ekran yaşamının gerçek yaşamdan daha
hızlı olmasıdır ve gittikçe çıldıran kurgulamalarla bu hız sürekli
artmaktadır. Ekran değişimleri gerçek hayattakilerden çok
daha hızlı gerçekleşir ve her bir değişim yeni anlayışlar
kurmada gerekli dikkati sekteye uğratmak suretiyle yönelim
tepkilerini tehlike olasılığı içeren yeni ortamlara doğru
tetikler.
[198]
Tepki psikolojiktir ve dört ila altı saniye sürer
ama reklamlar, müzik videoları ve aksiyon filmleri tepkiyi
saniye başı tetiklediğinden beden ve beyin dengeyi
düzeltmeye zaman bulamaz. Sistem sürekli kırmızı alarm
halindedir. Gözü ekrandan ayırmanın ve televizyonu
kapamanın güçlüğü bundan kaynaklanır. Bu durumun uzun
vadeli sonuçları durağan, ağır hareket eden veya tek bir konu
ya da göreve uzun süreli yoğunlaşma gerektiren şeylere
dikkat etmenin gittikçe zorlaşmasıdır. Ve elbette gerçeklik
gittikçe sarsak ve tatsız gelmeye başlamaktadır.
Deneyim, katılmaya karar verdiğimiz neyse, odur. Haliyle
deneyimin kalitesi, dikkatin kalitesine bağlıdır. Ama pasif,
uyaran-güdümlü dikkat sadece en dramatik ayrıntıları, parlak
renkleri ve gürültülü patlamaları fark etme eğilimindedir. Öte
yandan faal, amaçlı dikkat, yani Budist dikkatlilik eylemi,
manzaranın tümünü kayda almak gibidir. Kültürel
şartlandırmanın Batılı ve Doğulu dikkat biçimleri yarattığını
gösteren kanıtlar mevcuttur. Amerikalı ve Japon deneklerden
bir sualtı manzarasını yirmi saniyeliğine inceleyip ardından
gördüklerini tasvir etmeleri istendiğinde Amerikalılar
"kocaman mavi balık" türü şeyler sayarken Japonlar
"akıntılar, kayalar, yosunlar ve balıkları" saymışlardır.
[199]
Doğu gerçekliği daha kapsamlı, daha dolu ve daha zengindir.
Televizyon haberleri de gerçekliği küçültüyor. Walter
Benjamin modern insanın "çevresindeki dünyaya ait verileri
deneyim yoluyla özümseyişinin gittikçe seyrekleştiği"
değerlendirmesini ta 1930'larda yapmıştı.
[200]
Günlük
basındaki haberlerin yenilikleri, kısalıkları ve ilinti
kurulamazlıkları
yaşama
girmelerini
imkânsızlaştırıyor.
Benjamin bunun sonucunu "deneyimin körelişi" adıyla
tanımlamıştı. Gazetelerden telaşa kapılmak ne antikalık ama!
24 saat haber yağdıran, her yerde hazır ve nazır ekranları
görse ne derdi acaba?
Benjamin'in ima ettiği gibi, geleneksel toplumların yıkılışı da
deneyimi yoksullaştırmıştır. Eski toplumlara özlem duymak
kolaydır ama aynı zamanda insanların neden bu toplumlardan
kurtulmak için çırpındıklarını da hatırlamak gerekir.
Dostları ilə paylaş: |