Weltbetrachter
, yani
dünya izleyicisiydi. Kant bir dünya devletinin hayal edilebilecek en kötü tiranlık
olacağını çok iyi biliyordu” (Arendt, 2015, s. 344).
Arendt, tek bir dünya devleti altında toplanılmadığı takdirde dünya vatandaşı kavramını
kullanmanın uygun olmayacağını düşünür. Çünkü vatandaşlık kavramı, tanımı gereği
sınırları belirli bir ülkeyi ve karşılıklı yükümlülükleri gerektirir. Oysa Kant, hedeflediği
topluluğu bir federasyon olarak belirlemiş, devletlerin özgür katılımlarıyla gevşek bir
yapı hayal etmiştir. Özgür ve eş devletler arasında bir yönetici belirlemenin bu eşitliği
ortadan kaldırıp, tek bir gücün mutlak otoritesine doğru evrileceği ise kesindir. Bu
nedenle, bu yapının üyeleri olan insanların, vatandaş olarak belirlenmesi hatalı olur. Zira
65
bu kişilerin kurulacak yapıyla karşılıklı bir sorumluluk ilişkisi olmadığı gibi, onların bu
yapının diğer üyeleriyle ilişkisi de, onların da düşüncelerini dikkate alarak kendi fikirleri
üzerinde dolayımlı bir bakış açısı oluşturmaktan öte değildir. Dolayısıyla, Arendt’in
ifadesiyle onlar, “
dünya vatandaşı
değil,
dünya izleyicisi
” olmalıdırlar.
Arendt’e göre, devlet olarak kurgulanmayan bir yapının üyelerini, vatandaş olarak
tanımlamadaki tutarsızlık, Kant’ın Fransız Devrimi’ne dair yorumlarında da karşımıza
çıkar. Kant, devrimlerle gelecek ilerlemelerin kalıcı olmayacağını ve ortak iradeleriyle
bir anayasa altında toplanan uyrukların, egemene karşı ayaklanma hakları olmadığını
açıkça ortaya koymuş olmasına rağmen, Fransız Devrimi’ne karşı sergilediği tavır bu
düşünceleriyle uyuşmaz. Kant, bu devrim karşısında, olaylara karışmayan halkın bile
büyük bir coşku beslemesine dikkat çeker ve kişilerde yarattığı bu esriklik hali ile Fransız
Devrimi’ni diğerlerinden ayrı bir yere yerleştirir. Devrimin sonucu ne olursa olsun, ister
başarılı ister başarısız, isterse zaman içerisinde eskisinden bile kötü sonuçlara yol açsın,
izleyicilerde yaratılan bu coşkulu ruh hali, insanlık tarihinde iyiye dair bir değişime yol
açacaktır. Kant’a göre, böylesi bir fenomenin yarattığı etki, bölgesel ve tarihsel açıdan
oldukça geniştir ve geniş bakış açısına sahip kişiler için unutulamaz olacaktır. Arendt bu
durumu şöyle açıklar:
“Olagelenin önemi, onun için özellikle izleyicilerin bakış açısında, tutumlarını
kamusal alanda ortaya koyan izleyicilerin kanılarında yatmaktadır. Olaya verdikleri
tepki, insanlığın ‘ahlaki karakteri’ni doğrular. Bu sempatik katılımın eksikliğinde,
olagelenin ‘anlamı’ tamamen farklı olacaktır ya da hiçbir anlamı olmayacaktır.
Çünkü umudu esinleyen bu sempatidir” (Arendt, 2015, s. 346).
Buradan da anlaşılacağı üzere, devrimlere karşı geliştirdiği bakış açısına rağmen, Kant’ın
Fransız Devrimi’ni destekler gözükmesinin tek sebebi, halkta yarattığı pozitif etkidir. Bu
etki olmadan Fransız Devrimi de diğer isyanlar ve devrimler gibi insanlık türünün sonsuz
ilerlemesindeki olumsuz yapı taşlarından biri olacaktır. Arendt’e göre Kant’ın bakış
açısındaki bu tutarsızlık, eylemde bulunmanın ilkeleriyle yargıda bulunmanın ilkeleri
arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanır. Kant’ın devrimler ve ayaklanmalara dair
yazdıkları ile Fransız Devrimi’ne dair yazdıkları kıyaslandığında, büyük bir coşkuyla
alkışladığı bir eylemi, kuramsal olarak eleştirdiği görülmektedir. Eylem ile yargının bu
karşıtlığı, Kant’a göre, politikayla ahlakın çatışmasına karşılık gelir. Bu çatışmanın
temelinde yatan ise, kişinin eyleminin maksimini kamuya açıkça söyleyip
söyleyememesidir. Kamuya açıklanabilen eylemlerin zorunlu olarak ahlaka da uygun
66
olacağı görüşünden hareketle Kant, devrimlerin veya isyanların amaçlarını
gerçekleştirmek istiyorlarsa, en başından bu amacı kamuya açıklayamayacaklarını bu
nedenle de bu eylemlerin hiçbir zaman akılsal yasaya uygun kabul edilemeyeceğini
söyler. Bu nedenle kamusallığın, Kant’ın ahlak felsefesinin hukukilik ölçütü olduğunu
söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu noktada Arendt, Kant’ın devrimlere karşı düşüncelerine bir eleştiride bulunur. Arendt,
Kant’ın devrimle hükümet darbesini karıştırdığını iddia eder. Zira devrimleri
gerçekleştiren parti ya da gruplar, halkın desteğini sağlamak maksadıyla çoğunlukla
kamusal açıklamalarda bulunurlarken hükümet darbelerinde işler büyük bir gizlilik ve
hatta komplolarla yürütülür.
Adına her ne dersek diyelim kamusal alanda açıklanamayan düşüncelere dair eylemlerin
peşinden gitmenin ahlaki ya da hukuki olamayacağını söyleyen Kant, ancak düşüncenin
kamusal alanda tartışılmasının hiçbir şekilde engellenmemesi gerektiğini de ekler. Bu
durumda insanları isyana ya da devrime sürükleyen durumlarda, sürdürülmesi gereken
asıl direniş, kamusal alanda düşüncelerin savaşı yoluyla gerçekleşmelidir. Düşünce
özgürlüğünün -Kant’ta içerdiği iletişimsellik özelliği ile- engellendiği nokta ise bireylerin
isyan hakkını kazanacağı kritik noktayı oluşturur.
Bütün bunlardan hareketle Arendt, devrimlerin değerlendirilmesi konusunda Kant’ın,
izleyicinin ve aktörün bakış açısından ikili bir yorum yaptığını söyler. Aktör, yani
devrimin içerisinde yer alanlar, kamusal alanda maksimlerini açıklayamadıkları için
ahlaksal ve dolayısıyla hukuksal açıdan her zaman hatalı bir konumda bulunurlar. Oysa
bu eylem izleyici üzerinde coşkulu bir izlenim bırakabilir ve bu izlenim, insan türünün
tarihi açısından ele alındığında, türün ilerlemesi bakımından olumlu bir değerlendirmeyle
karşılanabilir.
Benzer bir değerlendirme savaş kavramı için de yapılabilir. Aklın yöneleceği nihai hedef
olarak barış, kuşkusuz ki ahlaki ve hukuki olarak tercih edilen ve onaylanan kavramdır.
Ancak izleyicinin bakış açısından bakıldığında, barışın getirdiği durgunluğun
yaratabileceği olumsuzlukların karşısında savaşın, insanın cesaretini ortaya koyan yüce
tarafı coşkuyla karşılanabilir. Bu haliyle izleyicinin coşkulu sempatisiyle karşılanan
savaşın, her ne kadar ahlaken ve hukuken doğru olmasa da türsel olarak bakıldığında
doğruya yönelten bir tarafı gözardı edilmemelidir. Tüm bunları Arendt şöyle özetler:
67
“Sonuç olarak: Kant’ın ahlak felsefesinin merkezinde birey; tarih felsefesinin (ya da
daha doğrusu, doğa felsefesinin) merkezinde ise insan ırkının ya da insanlığın sonsuz
ilerlemesi vardır. Genel bakış açısının sahibi ise daha ziyade, bir ‘dünya vatandaşı’
ya da aslında bir ‘dünya izleyicisi’ olan kişidir. Bütün hakkında bir fikre sahip
olduğundan, tek bir tikel olayda ilerlemenin gerçekleşip gerçekleşmediğine karar
verecek olan da odur” (Arendt, 2015, s. 358-359).
Devrimin ya da savaşın içerisinde yer alan kişi olarak aktör, her zaman yanlı bir bakış
açısına sahiptir. Onun düşüncesi, içinde bulunduğu konum gereği genel düşünme
noktasına ilerleyemeyeceği gibi eyleminin maksimini kamuya açıklayamaması
dolayısıyla da hukuka aykırıdır. Oysa izleyici, tarafsız bir konumdadır. İzleyicisiz bir
tiyatronun hiçbir anlamı olmaması gibi, dünya tarihi de izleyicinin gözünden anlam
kazanır. Dolayısıyla eyleyenler açısından hukuka aykırı olarak değerlendirilecek bu
eylem, izleyenlerin coşkulu onayıyla konumunu yeniler. Bu eylem her ne kadar
gerçekleşmesi esnasında hukuka aykırı olarak değerlendirilse de tarih açısında
bakıldığında ilerleme yolunda atılmış bir adım olarak görülebilir. İşte, bu ince ayrımın
tek yolu izleyicinin vereceği yargıdan geçer.
Bu noktadan itibaren Arendt, Kant’ın izleyicinin yargıya varmasında toplumla olan
bağlantısına dikkat çeker. İzleyiciler birbirleriyle iç içedirler. Yani yargılarının
birbirlerinden tamamen bağımsız olduğu söylenemez. Bu noktada devreye “sağduyu”
kavramı girer. Ancak Kant, kavramı genel geçer yapısından farklı kullandığı için
“sağduyu”yu değil, Latince karşılığı olan “
Dostları ilə paylaş: |