3.4. HARDT & NEGRI: İMPARATORLUK KAVRAMINA SPEKÜLATİF
BİR BAKIŞ
Schmitt’in devlete ve siyasete dair bazı kavramların değişimine yönelik yaptığı tespitler,
kendinden sonra gelen düşünürlerin fikirlerine pek çok açıdan temel teşkil etmiştir. Bu
düşünürler arasında sayılabilecek olan Antonio Negri ve Michael Hardt, Schmitt’in
hukukun askıya alındığı bir düzen olarak olağanüstü hale dair fikirlerini temele alarak,
değişimin sadece savaşın ve düşmanın daimileşmesi açısından değil, iktidar açısından da
dikkate alınması gerektiğini iddia ederler. “İmparatorluk” adını verdikleri yeni bir ağ-
iktidar biçimi ve bu yeni iktidar biçimi içinde şekillenen “çokluk” olarak
78
adlandırılabilecek yeni bir demokrasi olanağı çerçevesinde ele aldıkları siyaset
felsefesine dair görüşleri, her ne kadar Kant’ın görüşlerine doğrudan bir atıfta bulunmasa
da, kanımca Kant’ın halklar federasyonu idealinin bir distopyaya dönüşümü ve buna karşı
sergilenebilecek direniş noktaları olarak okunabilir. Bu okuma, yani İmparatorluğun
Kant’ın kozmopolit halklar federasyonunun bir distopyaya dönüşmüş hali olduğu iddiası,
siyaset felsefesi içerisinde egemenlik ve iktidar idelerinin son yüzyılda yaşadığı
dönüşümün spekülatif bir bakış açısıyla değerlendirilmesini gerektirir. Bu bağlamda
Hardt ve Negri’nin
İmparatorluk
’un başında William Moris’ten alıntıladıkları satırların
ışığında, Kant’tan günümüze dünya siyasi sahnesinde yaşananlar göz önüne alınarak,
Kant’ın hedeflediğinden farklı olarak gerçekleşen, günümüzde içinde bulunulan durumun
değerlendirilmesi yapılmaya çalışılacaktır.
“İnsanlar savaşır ve kaybeder; uğruna savaştıkları şey yenilmelerine rağmen
gerçekleşir, ama ortaya çıkan düşündüklerinden başka bir şeydir; başka insanlar
başka bir adla onların davası için savaşmak zorunda kalır”
William Morris
Kant’ın ebedi barış olanağını içinde barındıran kozmopolit haklar ve halklar
federasyonuna dair fikirlerinin kaynağında olduğu düşünülen 1648 Westphalia Barış
Antlaşmasından, Birleşmiş Milletlerin kurucu antlaşmasının yapıldığı 1945 yılına kadar
geçen yaklaşık üç yüz yıllık süre, Avrupa siyasi haritasında ulus devletlerin doğup
büyüdüğü ve hâkim egemenlik şeklini oluşturduğu süredir. Bu süre zarfında Avrupa’da
iki büyük dünya savaşı başta olmak üzere pek çok yıkım yaşanmışsa da Kant’ın siyaset
felsefesine dair fikirleri ışığında bakıldığında, ulus devletlerin meşru egemenliklerinin
tanındığı, bu devletlerin pek çoğunun demokrasi veya cumhuriyetçi anayasalar etrafında
örgütlendiği, uluslararası hukukun belirginleştiği ve son olarak Birleşmiş Milletler adıyla,
barışa odaklanmış bir yapının çatısı altında toplanıldığı söylenebilir. Bu gelişmeler her ne
kadar Kant’ın tarih felsefesinin öngörülerine uygun şekilde, savaşların yıkımından bıkan
insanların hukuki bir çatı altında toplanması olarak yorumlanabilir olsa da Hardt ve
Negri’nin iddiaları, ulaşılan bu noktanın beklenilenden farklı bir yapı oluşturduğudur.
Onlar ortaya çıkan bu yeni yapıyı “İmparatorluk” olarak adlandırır.
İmparatorluğun ortaya çıkışı, uluslararası düzen iddiasına dayanan yapılaşmanın krize
girmesi ve yerini küresel bir düzen içeren yapılaşmaya bırakmasıyla alakalıdır. Hardt ve
Negri’ye göre bu iki yapının kilit noktasını ise Birleşmiş Milletler oluşturur. Birleşmiş
79
Milletler, bir yandan devletlerin egemenliğinin tanınarak kendi meşru iktidarlarını
korumaları anlayışına dayanan uluslararası hak nosyonundan doğmuş ancak diğer
yandan, egemenlik haklarını bir anlamda ulus üstü bir merkeze devretmeyi gerektiren
küresel bir hukuk düzenini gerektirmekte olması açısından paradigmanın değişimine
işaret eden önemli bir noktadır. Birleşmiş Milletler’in kuruluş yapılanmasının arkasında
yer alan düşünürlere bakıldığında karşımıza çıkan en önemli isimlerden biri olan Hans
Kelsen’in Kantçı Aydınlanma görüşünün ışığında oluşturduğu teorik yapıya göre
Birleşmiş Milletler, farklı güçlerdeki tek tek devletler arasındaki bu güç hiyerarşisini
aşacak ve böylece “dünya çapında ve evrensel devlet tikel devletlerin üzerinde bir
evrensel topluluk olarak biçimlenebilecek ve örgütlenebilecekti” (Akt. Hardt, Negri,
2012, s. 27). Bu noktada, teorisyenlerinin en azından bazılarının, Birleşmiş Milletler’i,
Kant’ın kozmopolit halklar federasyonun bir görünümü olması niyetiyle hayata
geçirmeyi amaçlandığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Ancak Hardt ve Negri, Kelsen’in Birleşmiş Milletler yapılanmasına dair bu teorilerinin
pratiğe geçişte uygulanamadığını ve teori ile pratik arasındaki bu uyumsuzluktan
İmparatorluğun tohumlarının filizlendiğini düşünürler.
“Kelsen sistemin biçimsel kuruluşu ve geçerliliğini sistemi örgütleyen maddi
yapıdan bağımsız olarak düşünüyordu, ama gerçekte yapı bir biçimde var olmalı ve
maddi olarak örgütlenmelidir. Peki, sistem fiili olarak nasıl kurulabilir? İşte bu
noktada Kelsen’in düşüncesi işe yarar bir düşünce olmaktan çıkarak fantastik bir
ütopya olarak kalır. Üzerinde durmayı istediğimiz geçiş dönemi tam da bu boşluktan,
yani tüzel sürecin geçerliliğini ulus-üstü bir kaynağa dayandıran biçimsel kavrayış
ile bu kavrayışın somutta gerçekleşmesi arasında ki boşluktan oluşur” (Hardt-Negri,
2012, s. 28).
Hardt ve Negri’ye göre bu noktadan itibaren Kant’ın ebedi barışa yönelik bir halklar
federasyonu düşüncesi ütopik bir hal almış ve gerçekleşebilirliğini yitirmiştir. Ancak
Kantçı tarzdaki bir kozmopolitizmin küllerinden doğan bir yapı olarak İmparatorluk,
temelini aldığı bu düşünceden tamamıyla bağımsız olarak değerlendirilmemelidir. Bu
bağı ortaya koymak içinse Hardt ve Negri’nin “İmparatorluk” kavramıyla neyi
kastettiğini açık hale getirmek gerekir.
Bu görüşe göre, egemen otoriteler olarak Avrupa’nın modern ulus devletleri,
küreselleşmenin etkisiyle, eski gücünü kaybetmiş, emperyalizm miadını doldurmuştur.
Toprak esasına dayanan bir egemenlik anlayışı olarak emperyalizm ve kolonizm yerini,
80
İmparatorluğun “giderek bütün yerküreyi kendi açık ve genişleyen hudutları içine katan
merkezsiz ve yersiz yurtsuzlaşmış” (Hardt-Negri, 2012, s. 16) yönetim anlayışı olarak
emperyal bir yönetime bırakmaktadır. Hardt ve Negri’ye göre bu yeni yönetim anlayışının
dört temel özelliği şöyledir:
“İmparatorluk kavramı birinci olarak uzamsal bütünlüğü etkili bir biçimde kuşatan,
daha doğrusu bütün ‘uygar’ dünyaya hükmeden bir rejim demektir. Toprak temelli
hiçbir sınır onun hükümranlık alanını kısıtlayamaz. İkincisi, İmparatorluk kavramı
fetihler sonucu ortaya çıkmış tarihsel rejimi değil, tarihi etkili bir biçimde askıya
alan ve böylelikle mevcut durumu ebedilik şeklinde sabitleyen bir düzeni anlatır.
İmparatorluk açısından bakılırsa, gelecekte her zaman olacak olan budur ve geçmişte
de her zaman bu amaçlanmıştı. Başka bir ifadeyle, İmparatorluk, yönetim tarzını
tarihin akışı içinde gelip geçici bir uğrak olarak değil, hiçbir zamansal sınırı olmayan
ve bu anlamda tarihin dışında ya da tarihin sonunda yer alan bir rejim olarak sunar.
Üçüncüsü, İmparatorluk yönetimi toplumsal dünyanın derinliklerine uzanan
toplumsal düzenin tüm katlarında faaliyet yürütür. İmparatorluk bir toprak parçasını
ve bir nüfusu yönetmekle kalmaz, bizatihi içinde yaşadığı dünyayı yaratır.
İmparatorluk insanlar arası etkileşimleri düzenlemekle kalmaz, doğrudan insan
doğası üzerinde hakimiyet kurmaya çalışır. İmparatorluk yönetiminin nesnesi bütün
toplumsal hayattır ve bu yüzden İmparatorluk biyo-iktidarın paradigmatik biçimidir.
Son olarak, İmparatorluk pratiği sürekli surette kanla yıkanmakla birlikte,
İmparatorluk kavramı hep barışa -tarih dışı, ebedi ve evrensel bir barışa- adanmıştır”
(Hardt-Negri, 2012, s. 18).
Görüleceği üzere İmparatorluk, Kant’ın ebedi ve evrensel barış ideali üzerinde
yükselmekte ancak bu ütopik dünya düzenini, sürekli bir savaş halini içeren bir
distopyanın yanıltıcı görünüşü olarak benimsemektedir. Bu sürekli savaş halinin
muhafazası İmparatorluk için yaşamsal önemdedir zira “imparatorlukta savaş hali
kaçınılmazdır ve savaş bir yönetim biçimidir” (Hardt-Negri, 2011, s. 11).
Bu noktada Hardt ve Negri’nin İmparatorluk tezleri Schmitt’in olağanüstü hal kavramıyla
kesişir. Schmitt’in savaşın sınırlarının belirginliğini yitirmesiyle sürekli bir olağanüstü
hale dönüşmesi tezini, imparatorluğun temel yönetim biçimi olarak ele alan Hardt ve
Negri, bu dönüşümü emperyal hak nosyonu dedikleri bir hak anlayışıyla temellendirirler.
Bu hak anlayışı, Kant’ın ebedi barış ideali bağlamında ortaya koyduğu ve yönetilenlerin
kozmopolit haklarının aksine iktidarı elinde bulunduran egemene ait olan yeni bir hak
nosyonudur.
“Bir zamanlar tanık olduğumuz birkaç emperyalist güç arasındaki çatışma ya da
rekabetin yerini, bütün bu güçleri belirleyen, bir örnek yapılandıran ve tartışmasız
post-kolonyal ve post-emperyalist niteliğe sahip tek bir ortak hak nosyonu altında
toplayan tek bir iktidar fikri almıştır. Bu bizim İmparatorluk çalışmamızın gerçek
anlamdaki hareket noktasıdır: yani yeni bir hak nosyonu, daha doğrusu yeni bir
81
otoritenin kayda geçişi ve sözleşmeleri güvenceye alıp ihtilafları çözümleyen yasal
baskı aygıtlarının ve normların üretiminde yeni bir tasarım” (Hardt-Negri, 2012, s.
31).
Bu emperyal hak nosyonu, içindeki “hak” ibaresine rağmen aslında, “sürekli bir istisnai
durum ve polis gücü temelinde, hak ve hukuku salt bir etkililik sorununa indirgeyen bir
dizi teknik” (Hardt-Negri, 2012, s. 39) olarak tanımlanır. Bu teknikler, uluslararası
hukukta yaşanan değişimler aracılığıyla iç hukuklara nüfuz ederek onları yeniden
biçimlendirme amacı taşıyan tekniklerdir. Bu anlamda emperyal hakkın en önemli
görünümlerinden biri olarak “müdahale hakkı” ortaya çıkar. Müdahale hakkı,
“Dünya düzeninin hakim öznelerinin, insani sorunları engelleme ya da çözme,
anlaşmaları güvence altına alma ve barışı dayatma amacıyla öteki öznelerin
topraklarına müdahele etme hakkı ya da görevi olarak anlaşılır. Müdahale hakkı,
uluslararası düzeni korumak amacıyla imzalanan Kurucu Antlaşma’yla Birleşmiş
Milletler’in eline verilen araçlar takımı arasında göze en çok çarpan haktır, ama bu
hakkın günümüzdeki düzenlenişi niteliksel bir sıçrama içerir. Artık eski uluslararası
düzende olduğu gibi tek tek egemen devletler ya da ulus-üstü güç (BM) sadece
gönüllü olarak imzalanmış uluslararası anlaşmaların uygulanmasını ya da
dayatılmasını sağlamak üzere müdahalede bulunmuyor. Şimdi ister hak ister
konsensüs yoluyla meşruluk kazanmış ulus-üstü özneler, herhangi bir acil durum ya
da üstün etik ilkeler bütünü adına müdahalede bulunuyor. Bu müdahalelerin
arkasında, sadece sürekli bir acil ve istisnai durum değil, temel adalet değerlerine
gönderme yapılarak haklılaştırılan sürekli bir acil ve istisnai durum yatıyor. Başka
bir deyişle, polislik hakkı evrensel değerler tarafından meşrulaştırılıyor” (Hardt-
Negri, 2012, s. 39).
Böylece evrensel bir barış idealine dayandığını iddia eden İmparatorluk düzeni, müdahale
hakkı sayesinde sürekli bir savaş durumu içerisinde bulunarak, iç ve dış hukukun askıya
alınmasına imkân veren sürekli bir olağanüstü hali muhafaza eder. Artık söz konusu olan
haklı savaşlar değil, istisnai durumlara müdahale etmesi dolayısıyla haklılaştırılan
eylemlerdir. Her bir eylemin istisnai durumunu ortaya koyarak, bu istisnailikten dolayı
müdahale edilmesini haklı gösteren İmparatorluk düzeni, her koşulda hukuku askıya
alarak sınırsız bir yetkiye kavuşmanın yolunu bulmuş olur. Uluslararası onay alınarak
uygulamaya konulan böylesi askeri müdahaleler, ahlaksal bir amaca dayalı polis
eylemleri olarak sunulurlar. Bu ahlaksal amacın karşısında duran, müdahaleye maruz
kalan grup ise yeni düzene uygun şekilde meşruluğunu yitirmiş bir terörist grup olarak
servis edilir. Böylece insanlığını yitirmiş olarak sunulan bu yeni düşmana karşı tıpkı
Schmitt’in dediği gibi insanlık adına müdahalelerde bulunulması her bakımdan
meşrulaştırılmış olunur.
82
İmparatorluk düzeninin polis müdahalelerinin zeminini hazırlayan ise genellikle ahlaksal
müdahalelerdir. İmparatorluğun polis eyleminin dışında en kuvvetli müdahale
araçlarından biri olan ahlaksal müdahaleler, STKlar aracılığıyla “silahsız, şiddetsiz ve
sınır tanımayan haklı savaşlar” (Hardt-Negri, 2012, s. 58) şeklinde ortaya konulur.
Burada söz konusu olan müdahale, biyo-politik üretim ile toplumun dönüştürülmesi ve
kontrol altında tutulması şeklinde doğrudan yaşama yönelir. Bu sayede “müdahale
içselleşmiş ve evrenselleşmiş” olur (Hardt-Negri, 2012, s. 57).
Yaşama yönelik bu müdahale ile İmparatorluğun yarattığı bu toplum düzeni, modern
siyaset felsefesinin temelindeki kavramlara da karşı düşer. Sözleşme temelli olmayan bir
egemenlik modeli olarak İmparatorluk, uyrukların özgür iradeleri ile değil, toplum
mühendisliği ile kurulmuş olur. Bu anlamda Kant’ın siyaset felsefesine dair görüşlerinin
aksine İmparatorluk, hem sözleşme temelli bir devlet yapısına hem de aydınlanmış bir
toplum yapısına zıt bir yapı sergiler.
“İmparatorluğun kuruluşu ne sözleşme ya da anlaşma temelli bir mekanizma
temelinde, ne de herhangi bir federatif kaynakla gerçekleşir. Emperyal normatifliğin
kaynağı yeni bir makineden, yeni bir ekonomik-endüstriyel-iletişimsel makineden,
kısacası küreselleşmiş bir biyo-politik makineden doğar” (Hardt-Negri, 2012, s. 62)
Sonuç olarak bütün bu müdahale alanlarının varlığı ile ortaya çıkan yeni bir iktidar biçimi
olarak İmparatorluk, “tek bir hükmetme mantığı altında birleşmiş bir dizi ulusal ve ulus-
üstü organdan oluşmuştur” (Hardt-Negri, 2012, s. 16). Bu özelliğiyle İmparatorluk, ağ
biçiminde bir iktidar yapısı sergiler.
Tüm bunların toplamı olarak İmparatorluk, sürekli savaş halini gizleyen sahte bir barış
görüntüsüne bürünerek bu sürekli savaş halini yönetmeye çalışan, bunu da emperyalist
değil, emperyal bir ağ-iktidar yapısı ile sağlayan yeni bir iktidar biçimidir. Bu iktidarın
sürekli içinde bulunduğu savaş durumu nedeniyle, istisnai olması gereken hukukun
askıya alınması hali, sürekli ve kalıcı bir hal almıştır. Peki tüm bu kontrol mekanizmaları
altında gerçekleşebilecek bir direniş imkânı yok mudur? Bir distopya görünümünü alan
İmparatorluk’ta, bu sürekli çatışma halinde bile bir demokrasi olanağı bulunur. Hardt ve
Negri, bu olanağa “çokluk” adını verir ve bu imkânın yalnızca açık ve kapsayıcı küresel
bir toplum ile mümkün olabileceğini söylerler. Çokluk, halk veya kitle gibi nüfus birliğini
açıklayan kavramlardan farklıdır. Bu tür kavramların yaptığı şekilde bir indirgeme
yapmaz ve içerisinde barındırdığı tüm farklılıkları korur. Bu özelliğiyle çokluk, biyo-
83
politik yaşam üretimine direnebilme olanağını taşır. Çokluk’u, ekonomik sınıflar ya da
din, dil, ırk gibi açılardan sınırlamak, onu İmparatorluğun müdahalelerine uygun bir
konuma getirecektir. Bu nedenle Çokluk’un gücünü içinde barındırdığı farklılıklardan
aldığını söylemek yanlış olmayacaktır.
“Çokluğu kavramsal düzeyde, halk, kitleler ve işçi sınıfı gibi diğer toplumsal özne
mefhumlarından ayırmalıyız. Halk geleneksel olarak üniter bir kavramsallaştırma
olmuştur. Nüfus elbette birçok farklılık tarafından belirlenir, ancak halk, bu
çeşitliliği bir tekilliğe indirger ve nüfusa bir özdeşlik dayatır: “halk” birdir. Çokluksa
aksine çoktur. Çokluk asla bir tekilliğe ya da tek bir özdeşliğe indirgenemeyecek
sayısız içsel farktan müteşekkildir: kültür, ırk, etnik köken, toplumsal cinsiyet ve
cinsellik farkları kadar farklı emek biçimlerini, farklı yaşam tarzlarını, farklı dünya
görüşlerini, farklı arzuları da kapsar. Çokluk tüm bu tekil farkların çoğulluğudur.
Kitleler de bir tekilliğe ya da bir özdeşliğe indirgenemeyeceği için halk kavramıyla
tezat oluşturur. Kitleler de şüphesiz farklı farklı tipler ve türler barındırır, ancak
farklı toplumsal öznelerin kitleleri oluşturduğu söylenemez. Kitlelerin özü
farksızlıktır: tüm farklar kitlelerin içinde massedilip yok edilir. Nüfusun tüm renkleri
griye döner” (Hardt-Negri, 2011, s. 12).
Bu farklılıkları kapsaması nedeniyle çokluk, aynı imparatorluk gibi uzamsal bir
sınırlamaya tabi olmayan bir yapılanmadır. Çünkü imparatorluk ile çokluk bir
madalyonun iki yüzü gibidir. Küreselleşmenin getirdiği bir iktidar biçimi karşısında aynı
kaynaktan beslenen bir direniş biçimini bulur.
“Küreselleşmenin bu ikinci yüzü dünyadaki herkesin aynılaşmasını değil;
farklarımızı korurken iletişim kurup ortak hareket etmemizi sağlayan ortak paydayı
keşfetme imkanını yaratıyor. O halde çokluk da bir ağ olarak kavranabilir: Tüm
farkların özgürce ve eşitçe ifade edilebileceği açık ve genişleyici bir ağ, ortak
çalışmamız ve yaşamamız için gereken ilişkilenme imkanlarını yaratan bir ağ”
(Hardt-Negri, 2011, s. 12).
İşte bu nedenle tüm kontrol mekanizmalarına karşın imparatorluk, her zaman karşısında
bir direniş, bir demokrasi olanağı bulabilir. Farklılıkları ortadan kaldırmadan, kapsayıcı
bir emek anlayışının altında birleşerek ortak hareket etmeyi başaran bir çokluk,
imparatorluğun biyo-politik uygulamaları karşısında yaratılacak demokratik bir ortamın
yeşerebileceği tek kaynak olacaktır. Bu haliyle çokluğun oluşması için gereken şey
Kantçı bir tarzda söylersek, belki de bir aydınlanmadır. Dayatılan yaşam formlarının
aksine, biyo-politikanın belirlediği yaşamın yerine “kendi aklını kullanma cesaretini
gösteren” bir çokluk, distopik bir imparatorluktan çıkışın anahtarı olabilir.
Tüm bu anlatılanlar ışığında Hardt ve Negri’nin Kant’ın kozmopolitizm fikrine yönelik
eleştirilerini özetlemeye çalışırsak, karşımıza çıkan, daha çok birebir Kant’a yöneltilmiş
84
ifadelerden ziyade, olacağı umulan ile gerçekleşen arasındaki uyumsuzluklara işaret
edilen bir tablodur. Hardt ve Negri, ilk başta Kelsen’in Birleşmiş Milletler’in kuruluş
yapısına yönelik teorik çalışmaları ile pratikte karşılaşılan yapının uyumsuzluklarına
dikkat çekerek, Kant’ın halklar federasyonu yapısının pratiğe geçirilirken istenilen
sonucun elde edilemeyeceğini dile getirmiş olurlar. Örneğin, ulusların eşitliği ilkesine
dayanacağı planlanan bu yapı, Birleşmiş Milletler’in müdahale hakkının kullanılmasına
dair sorunlarında, Güvenlik Konseyinin beş daimî üyesinin veto hakkını kullanması ile
pek çok kereler farklı çıkar hesaplarının gölgesi altında işlemez duruma gelmiştir. Hardt
ve Negri’nin de işaret ettiği gibi, sürekli bir barışa yönelik olduğu söylenen bu uluslarüstü
yapı, Kant’ın iddia ettiğinin aksine, sürekli bir savaş halinin istisnalara dayandırılarak
meşrulaştırıldığı bir maskenin arkasına gizlenmiştir.
Uluslararası ilişkilerin aktörlerinin Kant’ın öngörülerinden farklı şekildeki bu
gelişimlerinin yanı sıra, Hardt ve Negri’nin uyrukların direniş hakkı konusunda da
Kant’tan açıkça ayrıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Toplum sözleşmesi altında
birleşildikten sonra, devrimler veya isyanlar yoluyla hiçbir şekilde gelişme elde
edilemeyeceğini düşünen Kant’ın aksine, Hardt ve Negri bu direnişi her türlü
sınırlamanın ötesine taşırlar. Onlara göre tek tek bireylerin egemen karşısındaki
direnişleriyle oluşan tek demokrasi olanağı, çokluktur.
Tüm bu noktalar bir arada yorumlandığında, Kant’ın halklar federasyonu fikrinin,
uygulamaya geçirilmeye çalışıldığında karşılaştığı çeşitli sorunlar neticesinde, bir
distopya olarak Hardt ve Negri’nin İmparatorluk fikrine dönüştüğü sonucuna vardığı
söylenebilir. Bu bakış açısı, daha önce de belirttiğimiz üzere, spekülatif bir yorum olsa
da, Kant’ın kozmopolitizm ve halklar federasyonu düşünceleri ile Hardt ve Negri’nin
İmparatorluk ve çokluk fikirlerinin ortak eksenleri göz önüne alındığında, güncel
kozmopolitizm tartışmalarında açılacak yeni bir pencere olarak değerlendirilebilir.
Dostları ilə paylaş: |