Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı


HARDT & NEGRI: İMPARATORLUK KAVRAMINA SPEKÜLATİF



Yüklə 1,65 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə34/37
tarix28.11.2023
ölçüsü1,65 Mb.
#134390
1   ...   29   30   31   32   33   34   35   36   37
3.4. HARDT & NEGRI: İMPARATORLUK KAVRAMINA SPEKÜLATİF 
BİR BAKIŞ 
Schmitt’in devlete ve siyasete dair bazı kavramların değişimine yönelik yaptığı tespitler
kendinden sonra gelen düşünürlerin fikirlerine pek çok açıdan temel teşkil etmiştir. Bu 
düşünürler arasında sayılabilecek olan Antonio Negri ve Michael Hardt, Schmitt’in 
hukukun askıya alındığı bir düzen olarak olağanüstü hale dair fikirlerini temele alarak, 
değişimin sadece savaşın ve düşmanın daimileşmesi açısından değil, iktidar açısından da 
dikkate alınması gerektiğini iddia ederler. “İmparatorluk” adını verdikleri yeni bir ağ-
iktidar biçimi ve bu yeni iktidar biçimi içinde şekillenen “çokluk” olarak 


78 
adlandırılabilecek yeni bir demokrasi olanağı çerçevesinde ele aldıkları siyaset 
felsefesine dair görüşleri, her ne kadar Kant’ın görüşlerine doğrudan bir atıfta bulunmasa 
da, kanımca Kant’ın halklar federasyonu idealinin bir distopyaya dönüşümü ve buna karşı 
sergilenebilecek direniş noktaları olarak okunabilir. Bu okuma, yani İmparatorluğun 
Kant’ın kozmopolit halklar federasyonunun bir distopyaya dönüşmüş hali olduğu iddiası, 
siyaset felsefesi içerisinde egemenlik ve iktidar idelerinin son yüzyılda yaşadığı 
dönüşümün spekülatif bir bakış açısıyla değerlendirilmesini gerektirir. Bu bağlamda 
Hardt ve Negri’nin 
İmparatorluk
’un başında William Moris’ten alıntıladıkları satırların 
ışığında, Kant’tan günümüze dünya siyasi sahnesinde yaşananlar göz önüne alınarak, 
Kant’ın hedeflediğinden farklı olarak gerçekleşen, günümüzde içinde bulunulan durumun 
değerlendirilmesi yapılmaya çalışılacaktır.
“İnsanlar savaşır ve kaybeder; uğruna savaştıkları şey yenilmelerine rağmen 
gerçekleşir, ama ortaya çıkan düşündüklerinden başka bir şeydir; başka insanlar 
başka bir adla onların davası için savaşmak zorunda kalır” 
William Morris 
Kant’ın ebedi barış olanağını içinde barındıran kozmopolit haklar ve halklar 
federasyonuna dair fikirlerinin kaynağında olduğu düşünülen 1648 Westphalia Barış 
Antlaşmasından, Birleşmiş Milletlerin kurucu antlaşmasının yapıldığı 1945 yılına kadar 
geçen yaklaşık üç yüz yıllık süre, Avrupa siyasi haritasında ulus devletlerin doğup 
büyüdüğü ve hâkim egemenlik şeklini oluşturduğu süredir. Bu süre zarfında Avrupa’da 
iki büyük dünya savaşı başta olmak üzere pek çok yıkım yaşanmışsa da Kant’ın siyaset 
felsefesine dair fikirleri ışığında bakıldığında, ulus devletlerin meşru egemenliklerinin 
tanındığı, bu devletlerin pek çoğunun demokrasi veya cumhuriyetçi anayasalar etrafında 
örgütlendiği, uluslararası hukukun belirginleştiği ve son olarak Birleşmiş Milletler adıyla, 
barışa odaklanmış bir yapının çatısı altında toplanıldığı söylenebilir. Bu gelişmeler her ne 
kadar Kant’ın tarih felsefesinin öngörülerine uygun şekilde, savaşların yıkımından bıkan 
insanların hukuki bir çatı altında toplanması olarak yorumlanabilir olsa da Hardt ve 
Negri’nin iddiaları, ulaşılan bu noktanın beklenilenden farklı bir yapı oluşturduğudur. 
Onlar ortaya çıkan bu yeni yapıyı “İmparatorluk” olarak adlandırır. 
İmparatorluğun ortaya çıkışı, uluslararası düzen iddiasına dayanan yapılaşmanın krize 
girmesi ve yerini küresel bir düzen içeren yapılaşmaya bırakmasıyla alakalıdır. Hardt ve 
Negri’ye göre bu iki yapının kilit noktasını ise Birleşmiş Milletler oluşturur. Birleşmiş 


79 
Milletler, bir yandan devletlerin egemenliğinin tanınarak kendi meşru iktidarlarını 
korumaları anlayışına dayanan uluslararası hak nosyonundan doğmuş ancak diğer 
yandan, egemenlik haklarını bir anlamda ulus üstü bir merkeze devretmeyi gerektiren 
küresel bir hukuk düzenini gerektirmekte olması açısından paradigmanın değişimine 
işaret eden önemli bir noktadır. Birleşmiş Milletler’in kuruluş yapılanmasının arkasında 
yer alan düşünürlere bakıldığında karşımıza çıkan en önemli isimlerden biri olan Hans 
Kelsen’in Kantçı Aydınlanma görüşünün ışığında oluşturduğu teorik yapıya göre 
Birleşmiş Milletler, farklı güçlerdeki tek tek devletler arasındaki bu güç hiyerarşisini 
aşacak ve böylece “dünya çapında ve evrensel devlet tikel devletlerin üzerinde bir 
evrensel topluluk olarak biçimlenebilecek ve örgütlenebilecekti” (Akt. Hardt, Negri, 
2012, s. 27). Bu noktada, teorisyenlerinin en azından bazılarının, Birleşmiş Milletler’i, 
Kant’ın kozmopolit halklar federasyonun bir görünümü olması niyetiyle hayata 
geçirmeyi amaçlandığını söylemek yanlış olmayacaktır. 
Ancak Hardt ve Negri, Kelsen’in Birleşmiş Milletler yapılanmasına dair bu teorilerinin 
pratiğe geçişte uygulanamadığını ve teori ile pratik arasındaki bu uyumsuzluktan 
İmparatorluğun tohumlarının filizlendiğini düşünürler. 
“Kelsen sistemin biçimsel kuruluşu ve geçerliliğini sistemi örgütleyen maddi 
yapıdan bağımsız olarak düşünüyordu, ama gerçekte yapı bir biçimde var olmalı ve 
maddi olarak örgütlenmelidir. Peki, sistem fiili olarak nasıl kurulabilir? İşte bu 
noktada Kelsen’in düşüncesi işe yarar bir düşünce olmaktan çıkarak fantastik bir 
ütopya olarak kalır. Üzerinde durmayı istediğimiz geçiş dönemi tam da bu boşluktan, 
yani tüzel sürecin geçerliliğini ulus-üstü bir kaynağa dayandıran biçimsel kavrayış 
ile bu kavrayışın somutta gerçekleşmesi arasında ki boşluktan oluşur” (Hardt-Negri, 
2012, s. 28). 
Hardt ve Negri’ye göre bu noktadan itibaren Kant’ın ebedi barışa yönelik bir halklar 
federasyonu düşüncesi ütopik bir hal almış ve gerçekleşebilirliğini yitirmiştir. Ancak 
Kantçı tarzdaki bir kozmopolitizmin küllerinden doğan bir yapı olarak İmparatorluk, 
temelini aldığı bu düşünceden tamamıyla bağımsız olarak değerlendirilmemelidir. Bu 
bağı ortaya koymak içinse Hardt ve Negri’nin “İmparatorluk” kavramıyla neyi 
kastettiğini açık hale getirmek gerekir.
Bu görüşe göre, egemen otoriteler olarak Avrupa’nın modern ulus devletleri, 
küreselleşmenin etkisiyle, eski gücünü kaybetmiş, emperyalizm miadını doldurmuştur. 
Toprak esasına dayanan bir egemenlik anlayışı olarak emperyalizm ve kolonizm yerini, 


80 
İmparatorluğun “giderek bütün yerküreyi kendi açık ve genişleyen hudutları içine katan 
merkezsiz ve yersiz yurtsuzlaşmış” (Hardt-Negri, 2012, s. 16) yönetim anlayışı olarak 
emperyal bir yönetime bırakmaktadır. Hardt ve Negri’ye göre bu yeni yönetim anlayışının 
dört temel özelliği şöyledir:
“İmparatorluk kavramı birinci olarak uzamsal bütünlüğü etkili bir biçimde kuşatan, 
daha doğrusu bütün ‘uygar’ dünyaya hükmeden bir rejim demektir. Toprak temelli 
hiçbir sınır onun hükümranlık alanını kısıtlayamaz. İkincisi, İmparatorluk kavramı 
fetihler sonucu ortaya çıkmış tarihsel rejimi değil, tarihi etkili bir biçimde askıya 
alan ve böylelikle mevcut durumu ebedilik şeklinde sabitleyen bir düzeni anlatır.
İmparatorluk açısından bakılırsa, gelecekte her zaman olacak olan budur ve geçmişte 
de her zaman bu amaçlanmıştı. Başka bir ifadeyle, İmparatorluk, yönetim tarzını 
tarihin akışı içinde gelip geçici bir uğrak olarak değil, hiçbir zamansal sınırı olmayan 
ve bu anlamda tarihin dışında ya da tarihin sonunda yer alan bir rejim olarak sunar. 
Üçüncüsü, İmparatorluk yönetimi toplumsal dünyanın derinliklerine uzanan 
toplumsal düzenin tüm katlarında faaliyet yürütür. İmparatorluk bir toprak parçasını 
ve bir nüfusu yönetmekle kalmaz, bizatihi içinde yaşadığı dünyayı yaratır. 
İmparatorluk insanlar arası etkileşimleri düzenlemekle kalmaz, doğrudan insan 
doğası üzerinde hakimiyet kurmaya çalışır. İmparatorluk yönetiminin nesnesi bütün 
toplumsal hayattır ve bu yüzden İmparatorluk biyo-iktidarın paradigmatik biçimidir. 
Son olarak, İmparatorluk pratiği sürekli surette kanla yıkanmakla birlikte, 
İmparatorluk kavramı hep barışa -tarih dışı, ebedi ve evrensel bir barışa- adanmıştır” 
(Hardt-Negri, 2012, s. 18). 
Görüleceği üzere İmparatorluk, Kant’ın ebedi ve evrensel barış ideali üzerinde 
yükselmekte ancak bu ütopik dünya düzenini, sürekli bir savaş halini içeren bir 
distopyanın yanıltıcı görünüşü olarak benimsemektedir. Bu sürekli savaş halinin 
muhafazası İmparatorluk için yaşamsal önemdedir zira “imparatorlukta savaş hali 
kaçınılmazdır ve savaş bir yönetim biçimidir” (Hardt-Negri, 2011, s. 11).
Bu noktada Hardt ve Negri’nin İmparatorluk tezleri Schmitt’in olağanüstü hal kavramıyla 
kesişir. Schmitt’in savaşın sınırlarının belirginliğini yitirmesiyle sürekli bir olağanüstü 
hale dönüşmesi tezini, imparatorluğun temel yönetim biçimi olarak ele alan Hardt ve 
Negri, bu dönüşümü emperyal hak nosyonu dedikleri bir hak anlayışıyla temellendirirler. 
Bu hak anlayışı, Kant’ın ebedi barış ideali bağlamında ortaya koyduğu ve yönetilenlerin 
kozmopolit haklarının aksine iktidarı elinde bulunduran egemene ait olan yeni bir hak 
nosyonudur. 
“Bir zamanlar tanık olduğumuz birkaç emperyalist güç arasındaki çatışma ya da 
rekabetin yerini, bütün bu güçleri belirleyen, bir örnek yapılandıran ve tartışmasız 
post-kolonyal ve post-emperyalist niteliğe sahip tek bir ortak hak nosyonu altında 
toplayan tek bir iktidar fikri almıştır. Bu bizim İmparatorluk çalışmamızın gerçek 
anlamdaki hareket noktasıdır: yani yeni bir hak nosyonu, daha doğrusu yeni bir 


81 
otoritenin kayda geçişi ve sözleşmeleri güvenceye alıp ihtilafları çözümleyen yasal 
baskı aygıtlarının ve normların üretiminde yeni bir tasarım” (Hardt-Negri, 2012, s. 
31). 
Bu emperyal hak nosyonu, içindeki “hak” ibaresine rağmen aslında, “sürekli bir istisnai 
durum ve polis gücü temelinde, hak ve hukuku salt bir etkililik sorununa indirgeyen bir 
dizi teknik” (Hardt-Negri, 2012, s. 39) olarak tanımlanır. Bu teknikler, uluslararası 
hukukta yaşanan değişimler aracılığıyla iç hukuklara nüfuz ederek onları yeniden 
biçimlendirme amacı taşıyan tekniklerdir. Bu anlamda emperyal hakkın en önemli 
görünümlerinden biri olarak “müdahale hakkı” ortaya çıkar. Müdahale hakkı, 
“Dünya düzeninin hakim öznelerinin, insani sorunları engelleme ya da çözme, 
anlaşmaları güvence altına alma ve barışı dayatma amacıyla öteki öznelerin 
topraklarına müdahele etme hakkı ya da görevi olarak anlaşılır. Müdahale hakkı, 
uluslararası düzeni korumak amacıyla imzalanan Kurucu Antlaşma’yla Birleşmiş 
Milletler’in eline verilen araçlar takımı arasında göze en çok çarpan haktır, ama bu 
hakkın günümüzdeki düzenlenişi niteliksel bir sıçrama içerir. Artık eski uluslararası 
düzende olduğu gibi tek tek egemen devletler ya da ulus-üstü güç (BM) sadece 
gönüllü olarak imzalanmış uluslararası anlaşmaların uygulanmasını ya da 
dayatılmasını sağlamak üzere müdahalede bulunmuyor. Şimdi ister hak ister 
konsensüs yoluyla meşruluk kazanmış ulus-üstü özneler, herhangi bir acil durum ya 
da üstün etik ilkeler bütünü adına müdahalede bulunuyor. Bu müdahalelerin 
arkasında, sadece sürekli bir acil ve istisnai durum değil, temel adalet değerlerine 
gönderme yapılarak haklılaştırılan sürekli bir acil ve istisnai durum yatıyor. Başka 
bir deyişle, polislik hakkı evrensel değerler tarafından meşrulaştırılıyor” (Hardt-
Negri, 2012, s. 39).
Böylece evrensel bir barış idealine dayandığını iddia eden İmparatorluk düzeni, müdahale 
hakkı sayesinde sürekli bir savaş durumu içerisinde bulunarak, iç ve dış hukukun askıya 
alınmasına imkân veren sürekli bir olağanüstü hali muhafaza eder. Artık söz konusu olan 
haklı savaşlar değil, istisnai durumlara müdahale etmesi dolayısıyla haklılaştırılan 
eylemlerdir. Her bir eylemin istisnai durumunu ortaya koyarak, bu istisnailikten dolayı 
müdahale edilmesini haklı gösteren İmparatorluk düzeni, her koşulda hukuku askıya 
alarak sınırsız bir yetkiye kavuşmanın yolunu bulmuş olur. Uluslararası onay alınarak 
uygulamaya konulan böylesi askeri müdahaleler, ahlaksal bir amaca dayalı polis 
eylemleri olarak sunulurlar. Bu ahlaksal amacın karşısında duran, müdahaleye maruz 
kalan grup ise yeni düzene uygun şekilde meşruluğunu yitirmiş bir terörist grup olarak 
servis edilir. Böylece insanlığını yitirmiş olarak sunulan bu yeni düşmana karşı tıpkı 
Schmitt’in dediği gibi insanlık adına müdahalelerde bulunulması her bakımdan 
meşrulaştırılmış olunur.


82 
İmparatorluk düzeninin polis müdahalelerinin zeminini hazırlayan ise genellikle ahlaksal 
müdahalelerdir. İmparatorluğun polis eyleminin dışında en kuvvetli müdahale 
araçlarından biri olan ahlaksal müdahaleler, STKlar aracılığıyla “silahsız, şiddetsiz ve 
sınır tanımayan haklı savaşlar” (Hardt-Negri, 2012, s. 58) şeklinde ortaya konulur. 
Burada söz konusu olan müdahale, biyo-politik üretim ile toplumun dönüştürülmesi ve 
kontrol altında tutulması şeklinde doğrudan yaşama yönelir. Bu sayede “müdahale 
içselleşmiş ve evrenselleşmiş” olur (Hardt-Negri, 2012, s. 57). 
Yaşama yönelik bu müdahale ile İmparatorluğun yarattığı bu toplum düzeni, modern 
siyaset felsefesinin temelindeki kavramlara da karşı düşer. Sözleşme temelli olmayan bir 
egemenlik modeli olarak İmparatorluk, uyrukların özgür iradeleri ile değil, toplum 
mühendisliği ile kurulmuş olur. Bu anlamda Kant’ın siyaset felsefesine dair görüşlerinin 
aksine İmparatorluk, hem sözleşme temelli bir devlet yapısına hem de aydınlanmış bir 
toplum yapısına zıt bir yapı sergiler. 
“İmparatorluğun kuruluşu ne sözleşme ya da anlaşma temelli bir mekanizma 
temelinde, ne de herhangi bir federatif kaynakla gerçekleşir. Emperyal normatifliğin 
kaynağı yeni bir makineden, yeni bir ekonomik-endüstriyel-iletişimsel makineden, 
kısacası küreselleşmiş bir biyo-politik makineden doğar” (Hardt-Negri, 2012, s. 62) 
Sonuç olarak bütün bu müdahale alanlarının varlığı ile ortaya çıkan yeni bir iktidar biçimi 
olarak İmparatorluk, “tek bir hükmetme mantığı altında birleşmiş bir dizi ulusal ve ulus-
üstü organdan oluşmuştur” (Hardt-Negri, 2012, s. 16). Bu özelliğiyle İmparatorluk, ağ 
biçiminde bir iktidar yapısı sergiler.
Tüm bunların toplamı olarak İmparatorluk, sürekli savaş halini gizleyen sahte bir barış 
görüntüsüne bürünerek bu sürekli savaş halini yönetmeye çalışan, bunu da emperyalist 
değil, emperyal bir ağ-iktidar yapısı ile sağlayan yeni bir iktidar biçimidir. Bu iktidarın 
sürekli içinde bulunduğu savaş durumu nedeniyle, istisnai olması gereken hukukun 
askıya alınması hali, sürekli ve kalıcı bir hal almıştır. Peki tüm bu kontrol mekanizmaları 
altında gerçekleşebilecek bir direniş imkânı yok mudur? Bir distopya görünümünü alan 
İmparatorluk’ta, bu sürekli çatışma halinde bile bir demokrasi olanağı bulunur. Hardt ve 
Negri, bu olanağa “çokluk” adını verir ve bu imkânın yalnızca açık ve kapsayıcı küresel 
bir toplum ile mümkün olabileceğini söylerler. Çokluk, halk veya kitle gibi nüfus birliğini 
açıklayan kavramlardan farklıdır. Bu tür kavramların yaptığı şekilde bir indirgeme 
yapmaz ve içerisinde barındırdığı tüm farklılıkları korur. Bu özelliğiyle çokluk, biyo-


83 
politik yaşam üretimine direnebilme olanağını taşır. Çokluk’u, ekonomik sınıflar ya da 
din, dil, ırk gibi açılardan sınırlamak, onu İmparatorluğun müdahalelerine uygun bir 
konuma getirecektir. Bu nedenle Çokluk’un gücünü içinde barındırdığı farklılıklardan 
aldığını söylemek yanlış olmayacaktır. 
“Çokluğu kavramsal düzeyde, halk, kitleler ve işçi sınıfı gibi diğer toplumsal özne 
mefhumlarından ayırmalıyız. Halk geleneksel olarak üniter bir kavramsallaştırma 
olmuştur. Nüfus elbette birçok farklılık tarafından belirlenir, ancak halk, bu 
çeşitliliği bir tekilliğe indirger ve nüfusa bir özdeşlik dayatır: “halk” birdir. Çokluksa 
aksine çoktur. Çokluk asla bir tekilliğe ya da tek bir özdeşliğe indirgenemeyecek 
sayısız içsel farktan müteşekkildir: kültür, ırk, etnik köken, toplumsal cinsiyet ve 
cinsellik farkları kadar farklı emek biçimlerini, farklı yaşam tarzlarını, farklı dünya 
görüşlerini, farklı arzuları da kapsar. Çokluk tüm bu tekil farkların çoğulluğudur. 
Kitleler de bir tekilliğe ya da bir özdeşliğe indirgenemeyeceği için halk kavramıyla 
tezat oluşturur. Kitleler de şüphesiz farklı farklı tipler ve türler barındırır, ancak 
farklı toplumsal öznelerin kitleleri oluşturduğu söylenemez. Kitlelerin özü 
farksızlıktır: tüm farklar kitlelerin içinde massedilip yok edilir. Nüfusun tüm renkleri 
griye döner” (Hardt-Negri, 2011, s. 12). 
Bu farklılıkları kapsaması nedeniyle çokluk, aynı imparatorluk gibi uzamsal bir 
sınırlamaya tabi olmayan bir yapılanmadır. Çünkü imparatorluk ile çokluk bir 
madalyonun iki yüzü gibidir. Küreselleşmenin getirdiği bir iktidar biçimi karşısında aynı 
kaynaktan beslenen bir direniş biçimini bulur.
“Küreselleşmenin bu ikinci yüzü dünyadaki herkesin aynılaşmasını değil; 
farklarımızı korurken iletişim kurup ortak hareket etmemizi sağlayan ortak paydayı 
keşfetme imkanını yaratıyor. O halde çokluk da bir ağ olarak kavranabilir: Tüm 
farkların özgürce ve eşitçe ifade edilebileceği açık ve genişleyici bir ağ, ortak 
çalışmamız ve yaşamamız için gereken ilişkilenme imkanlarını yaratan bir ağ” 
(Hardt-Negri, 2011, s. 12). 
İşte bu nedenle tüm kontrol mekanizmalarına karşın imparatorluk, her zaman karşısında 
bir direniş, bir demokrasi olanağı bulabilir. Farklılıkları ortadan kaldırmadan, kapsayıcı 
bir emek anlayışının altında birleşerek ortak hareket etmeyi başaran bir çokluk
imparatorluğun biyo-politik uygulamaları karşısında yaratılacak demokratik bir ortamın 
yeşerebileceği tek kaynak olacaktır. Bu haliyle çokluğun oluşması için gereken şey 
Kantçı bir tarzda söylersek, belki de bir aydınlanmadır. Dayatılan yaşam formlarının 
aksine, biyo-politikanın belirlediği yaşamın yerine “kendi aklını kullanma cesaretini 
gösteren” bir çokluk, distopik bir imparatorluktan çıkışın anahtarı olabilir.
Tüm bu anlatılanlar ışığında Hardt ve Negri’nin Kant’ın kozmopolitizm fikrine yönelik 
eleştirilerini özetlemeye çalışırsak, karşımıza çıkan, daha çok birebir Kant’a yöneltilmiş 


84 
ifadelerden ziyade, olacağı umulan ile gerçekleşen arasındaki uyumsuzluklara işaret 
edilen bir tablodur. Hardt ve Negri, ilk başta Kelsen’in Birleşmiş Milletler’in kuruluş 
yapısına yönelik teorik çalışmaları ile pratikte karşılaşılan yapının uyumsuzluklarına 
dikkat çekerek, Kant’ın halklar federasyonu yapısının pratiğe geçirilirken istenilen 
sonucun elde edilemeyeceğini dile getirmiş olurlar. Örneğin, ulusların eşitliği ilkesine 
dayanacağı planlanan bu yapı, Birleşmiş Milletler’in müdahale hakkının kullanılmasına 
dair sorunlarında, Güvenlik Konseyinin beş daimî üyesinin veto hakkını kullanması ile 
pek çok kereler farklı çıkar hesaplarının gölgesi altında işlemez duruma gelmiştir. Hardt 
ve Negri’nin de işaret ettiği gibi, sürekli bir barışa yönelik olduğu söylenen bu uluslarüstü 
yapı, Kant’ın iddia ettiğinin aksine, sürekli bir savaş halinin istisnalara dayandırılarak 
meşrulaştırıldığı bir maskenin arkasına gizlenmiştir.
Uluslararası ilişkilerin aktörlerinin Kant’ın öngörülerinden farklı şekildeki bu 
gelişimlerinin yanı sıra, Hardt ve Negri’nin uyrukların direniş hakkı konusunda da 
Kant’tan açıkça ayrıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Toplum sözleşmesi altında 
birleşildikten sonra, devrimler veya isyanlar yoluyla hiçbir şekilde gelişme elde 
edilemeyeceğini düşünen Kant’ın aksine, Hardt ve Negri bu direnişi her türlü 
sınırlamanın ötesine taşırlar. Onlara göre tek tek bireylerin egemen karşısındaki 
direnişleriyle oluşan tek demokrasi olanağı, çokluktur.
Tüm bu noktalar bir arada yorumlandığında, Kant’ın halklar federasyonu fikrinin, 
uygulamaya geçirilmeye çalışıldığında karşılaştığı çeşitli sorunlar neticesinde, bir 
distopya olarak Hardt ve Negri’nin İmparatorluk fikrine dönüştüğü sonucuna vardığı 
söylenebilir. Bu bakış açısı, daha önce de belirttiğimiz üzere, spekülatif bir yorum olsa 
da, Kant’ın kozmopolitizm ve halklar federasyonu düşünceleri ile Hardt ve Negri’nin 
İmparatorluk ve çokluk fikirlerinin ortak eksenleri göz önüne alındığında, güncel 
kozmopolitizm tartışmalarında açılacak yeni bir pencere olarak değerlendirilebilir. 

Yüklə 1,65 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   29   30   31   32   33   34   35   36   37




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə