3.3. JURGEN HABERMAS: KOZMOPOLİT HUKUKUN KURUMSAL VE
KAMUSAL KORUNUMU
Günümüz siyasi yapısının ulus devletlerden küresel boyuta değişimine dikkat çeken ve
bu değişimin yarattığı etkiler üzerinden bir siyaset felsefesi kuran Jürgen Habermas, bu
bağlamda Kant’ın ebedi barış ve kozmopolitizm üzerine görüşlerini tekrar gündeme alan
önemli düşünürlerden biridir.
Habermas’a göre, Fransız ve Amerikan Devrimlerinden bu yana dünya toplumunun
hâkim siyasi yapısı ulus devletlerdir. “Birleşmiş Milletler” (United Nations) ibaresinin de
işaret ettiği üzere, günümüz devlet yapısı, ulus temelli bir oluşumdur. Bu nedenle siyasi
terminolojide devlet ve ulus ile neyin işaret edildiğini açıkça ortaya koymak gereklidir.
“Modern anlayışa göre ‘devlet’, hukuksal anlamda tanımlanmış bir kavram olup, nesnel
anlamda, içte ve dışta egemen bir devlet gücüne; coğrafyası bakımından, kesin olarak
sınırları çizilmiş ülke topraklarına, yani devlet sahasına; sosyal açıdan da, mensuplarının
tümüne, yani devlet halkına işaret eder” (Habermas, 2019, s. 15). Devlet halkı ile ulus
çokça birbirinin yerine kullanılsa da aslında iki kavram arasında oldukça ciddi sonuçları
tetikleyebilecek kökensel farklılıklar vardır. “Ulus, ortak köken, en azından ortak dil,
kültür ve tarih ile şekillenmiş bir siyasi topluluk anlamına da gelir. Devlet halkının, bu
tarihsel anlamdaki ‘ulus’a dönüşmesi de ancak kendine özgü yaşam biçiminin somut bir
yapısında gerçekleşir” (Habermas, 2019, s. 16).
70
Bu bağlamda ulus kavramı, halkın cumhuriyet yönetimi altında birleşmesinin itici gücü
olarak, halk egemenliği ve insan hakları gibi kavramlardan daha çok, kalplere seslenen,
birbirine ait olma duygusunu besleyen bir kavramdır. Böylece bir devletin vatandaşı
olmak, hem haklara sahip olmak hem de kültürel olarak tanımlanmış bir topluma ait
olmak anlamını taşır.
Ortak köken, dil ve tarih anlayışı çerçevesinde doğan ve aynı halka ait, birbirine karşı
sorumluk duyan bireyleri niteleyen bir kavram olarak ulus bilinci, tarih boyunca iki yönde
gelişim göstermiştir. Ortak bir halka mensup olma temelinde etnik kökene dayalı ulus
anlayışı, devleti milliyetçi bir çizgiye çekerek, cumhuriyetin temel ilkeleriyle uyuşmayan,
en uç örneklerini ikinci dünya savaşında göstermiş bir felaketler silsilesine yol
açabileceği gibi, devleti de sürekli bir gizli savaş durumuna sokar. Diğer yandan devletin
demokratik meşruiyetinin kaynağını oluşturan, devlet vatandaşlığı ulusu şeklinde bir ulus
anlayışı, özgürlükçü ve eşitlikçi bir siyasi yapı için vatandaşların kendi çabalarına
dayanan kozmopolit bir vatandaşlık anlayışına dönüşebilir.
Böylesine farklı iki yöne doğru gelişebilecek bir potansiyele sahip olan ulus kavramına
dayanan ulus devlet, yaklaşık üç yüz yıldır hâkim iktidar modelini oluştursa da
günümüzde bir kriz içinde olduğu, Habermas başta olmak üzere pek çok siyaset
felsefecisi tarafından dillendirilen bir tespittir. Habermas, bu krizin kaynağını aslında
birbirinden çok da bağımsız olmayan iki ayrı sebebe dayandırır. Ulus devlet anlayışı,
içten ve dıştan iki ayrı açıdan sıkışmıştır. İçeriden çok kültürlülük, dışarıdan ise
küreselleşmenin baskısı, ulus devletler açısından bir sona yaklaşıldığının emareleridir.
Küreselleşmenin bir sonucu olarak da yorumlanabilecek çok kültürlülük, ulusların
kültürel açıdan sahip oldukları homojenliğin yok olması nedeniyle, içteki birlik
duygusunu zedelerken, kapitalizmin gelişiminin bir sonucu olarak ortaya çıkan
küreselleşme, iktisadi ve sosyo-kültürel açıdan ulus devletlerin egemenlik alanlarını
zedelemektedir.
Habermas’a göre küreselleşme, “ulaşım, iletişim ve mübadele münasebetlerinin milli
sınırlardan taşacak şekilse yoğunlaşması ve çapının büyümesini ifade eder” (Habermas,
2018, s. 83). Milli sınırları silikleştirmesi açısından küreselleşme, ulus devletin iç ve dış
egemenlik anlayışını tehlikeye sokar. Bu bağlamda ulus devlet, öncellikle milli ekonomisi
üzerindeki etki gücünü kaybeder. Kapitalizm ve ulus devlet başlangıçta birbirini besleyen
71
iki kaynak olmasına rağmen, küreselleşmenin etkisiyle hükümetler artık izledikleri
politikalarla milli ekonomiyi istedikleri şekilde şekillendiremezler. Finansal kararlar artık
küresel boyuttaki işletmelerin etkisiyle alınır hale gelir. Ulus devletin, bu küresel
kapitalizmle mücadele için aldığı önlemler ise yüksek işsizlik oranlarına ve sosyal devlet
özelliklerinin ortadan kalkmasına yol açar. Anayasal demokrasiye sahip bir ulus devletin
vatandaşlarına sağlaması gereken, eşit haklardan eşit şekilde yararlanabilme hakkı
giderek zorlaşır ve vatandaşların sosyo-ekonomik eşitsizliği uzun vadede, gettolaşma,
ahlaksal erozyon, alt sınıflar kaynaklı sosyal gerginlikler ve bunların önlenmesi için
yoğun bastırma yöntemlerinin kullanılması gibi huzursuzluklara yol açar. Tüm bu
istenmeyen durumlar ise ulus devletin demokratik katılım esası etrafında toplanmış bir
birlik olarak, ulus imgesini yok eder. Kaçınılmaz olarak yaklaşan bu değişimi Habermas
şöyle özetler:
“Sadece iktisadi alanla sınırlı kalmayan küreselleşme süreci bizi yavaş yavaş başka
bir perspektife alıştırmakta, bu perspektif bize toplumsal alanın darlığını, insanların
ortak risklere maruz kaldığını ve bir kader birliğinin oluştuğunu daha bariz bir
şekilde göstermektedir. İletişim ve ulaşımın hızlanma ve yoğunlaşması ile bir
yandan zaman ve mekân uzaklıkları küçülmüş diğer yanda pazarların yayılması
gezegenimizin sınırlarına dayanmış kaynakların sömürülmesi de tabiatın
engelleriyle karşılaşmıştır. Görüş ufkunun gittikçe daralması sonucu davranışların
doğurduğu sonuçların nasıl dışa vuracağı artık orta vadede bile kestirilememektedir”
(Habermas, 2018, s. 69).
Anlaşılacağı üzere ulus devlet iktisadi ve toplumsal alanda sınırlarına dayanmış
olduğundan, krizin aynı tip yapılarla atlatılması mümkün görünmemektedir. Bu nedenle
Habermas iki koldan bir değişim önerir: Bir yandan ulus devletlerin birliğinden oluşan
Avrupa yapısının demokratik bir federasyona değişimi, diğer yandan etno-sosyal köken
birlikteliğine dayanan ulus yapısının ortak risklere maruz kalanlar arsında bir kader
ortaklığına dayalı, bir devlet vatandaşlığı ve kozmopolitizm yapısına dönüşmesi.
“Şimdiye kadarki statüko, yani milli menfaatlerin devletler tarafından dengelenmesi
her ne pahasına olursa olsun sürdürülmeli mi yoksa Avrupa birliği geliştirilerek
devletler birliği olmaktan çıkıp hakiki bir federasyon niteliğine mi
kavuşturulmalıdır? İşte meselenin düğümlendiği esas nokta burasıdır. Avrupa birliği,
ancak federatif yapıya kavuştuğu takdirde, pazarların doğurduğu menfi neticeleri
tashih edebilecek siyasi bir güce erişebilir. Ancak o zaman pazarları düzenleyecek
kararlar alıp yeniden bölüşümü sağlayacak düzenlemeleri uygulayabilir” (Habermas,
2018, s. 39).
“Kültürel ve dünya görüşü çoğulcu toplumlarda bu ağır yük, ancak ve ancak siyasi
irade oluşturma ve kamusal iletişim süreçleriyle taşınabilir, sözümona homojen bir
72
halkın görünürdeki doğal esaslarıyla değil… Ortak siyasi kültür düzeyi, alt
kültürlerin ve politika öncesi biçimlenmiş kimliklerin düzeyinden bağımsız olarak
oluşturulmalıdır. Eşit haklı bir arada varoluşun yegâne ön koşulu, korunan inançların
ve uygulamaların, (her bir siyasi kültürün yorumlanması çerçevesinde) geçerli
anayasa ilkeleriyle çelişmemesidir” (Habermas, 2019, s. 26).
İşte bu iki çözüm önerisi yani federatif bir yapı altında birleşen Avrupa ve farklı kültürleri
koruyarak bir kader ortaklığı anlayışının etrafında birleşen halklar düşüncesi ışığında
Habermas, Kant’ın ebedi barış ve kozmopolit haklar kavramına yeniden bakmak
gerektiğini söyler. “200 Yıl Sonra -Kant’ın Ebedi Barış Düşüncesine Bakış” adlı
makalesinde Habermas, Kant’ın hukuk felsefesine dair temel kavramlarının tutarsızlıkları
olduğunu ve Kant’ın görüşlerinin, daha sonra yaşananlar göz önüne alındığında tarihsel
deneyimlerimize uygun olmadığını söyler (Habermas, 2019, s. 70). Buna rağmen Kant’ın
görüşleri, içinde bulunduğumuz siyasi konjonktürde yeniden formüle edilerek kullanıma
sokulmaya en uygun siyaset felsefesi görüşlerinden biridir. Habermas’ın bu yaklaşımını
yine Habermas’ın kendi sözleriyle şöyle özetlemek yanlış olmayacaktır: “Kant açıkça
yanılmıştı, fakat dolaylı olarak da haklıydı” (Habermas, 2019, s. 77).
Kant’ın görüşlerinin günümüz siyasi koşullarına uyarlanarak kullanılması amacıyla
Habermas, önce onun hareket noktasını ve kavramsal çerçevesini değerlendirmeye alır.
Bu amaçla Kant’ın kullandığı belli başlı kavramlar incelenir. Habermas’ın incelediği ilk
kavram “savaş”tır. Kant’ın ebedi barış kavramı, tüm savaşları ebediyen sonlandıran ve
böylesi savaşların yaratacağı zararları baştan engelleyen bir barış birliğidir. Ancak
Kant’ın savaş ile kastettiği şey, devletler veya ittifaklar arasında, bölgesel sınırları belirli
bir savaştır. Dünya savaşları, iç savaşlar, terörist saldırılar, partizan mücadeleler, kitlesel
imha savaşları gibi o dönemin deneyimlerinde karşılığını bulamayan çatışma türleri,
Kant’ın savaş kavramı içinde yer almamaktadır. Dolayısıyla Kant’ın düşüncesinde
sonlandırılacak savaşlar, sivil halkın değil askeri birliklerin, orduların karşılıklı savaştığı,
bölgesel olarak sınırları belirli olan bir savaş olacaktı. Böylesi bir savaş kavramı,
uluslararası hukukta tanımlanmış ve bu nedenle hukuken bir suç teşkil etmeyen bir
kavramdır. Savaş açma hakkı, haklı savaş kavramına istinaden hukuken tanınmış bir
haktır. Dolayısıyla tamamen savaşa karşı bir tavır söz konusu değildir. Savaş suçu denilen
şey, savaş dönemi içerisinde yapılan bazı eylemlerle sınırlıdır. Habermas’a göre bu
yaklaşım, savaşın sonlandırılmasının Kant için nihai bir hedef değil, kozmopolit hukukun
oluşturulması için gerekli şartlardan biri olması sebebiyledir.
73
Habermas’ın ele aldığı ikinci nokta, Kant’ın ebedi barış amacıyla kurulması gerektiğini
düşündüğü yapının nasıl olması gerektiğidir. Habermas’a göre Kant, “Ebedi Barış”
makalesini yazmadan önce yayımladığı “Teori ve Pratik” makalesinde, ebedi barış
amacıyla devletlerin izlemesi gereken yolu, doğa durumundan bireylerin çıkışına paralel
bir şekilde, devletlerin kendi iradeleriyle daha büyük bir gücün boyunduruğu altına
girmelerinde, yani bir halklar devleti (Völkerstaat) kurmalarında bulur. Ancak iki yıl
sonra yayımlanan “Ebedi Barış” makalesinde, bu halklar devleti düşüncesinden
vazgeçmiş ve bir Milletler Cemiyeti (Völkerbund) kurulması gerektiğini söylemiştir.
Böylece söz konusu olan üye devletlerin egemenliklerine dokunmadan savaşı
sonlandırabilecek bir yapı olacaktır.
“Bu birlik, artık toplum sözleşmesi modeli uyarınca değil, devletlerarası hukukça
yapılmış egemen iradeli antlaşmalarla ortaya çıkmalıdır. Çünkü antlaşmalar,
üyelerin karşılıklı itiraz edilebilir haklarına temellendirilmiş değildir; tersine onları
sadece daimî bir ittifak – ‘sürekli özgür bir ortaklık’- içerisinde birleştirmiştir. O
halde, devletlerarası hukukun öylesine bağlayıcı gücünün ötesinde Milletler
Cemiyeti biçimindeki birleşmeyi sağlayan tek şey, ‘devamlılık’ özelliğidir. Fakat
Kant yine de Milletler Cemiyeti’ni, ‘devamlılığı olan bir devlet kongresiyle’
karşılaştırmaktadır (Habermas, 2019, s. 73).
Habermas, bu noktada bir çelişki olduğunu düşünür. Milletler Cemiyeti’nin uluslararası
hukuk düzeninin antlaşmalarından farkının, “devamlılık” olduğu iddia edilmekle birlikte,
bu devamlılığın ortak bir anayasa altında birleşmeden nasıl sağlanacağı açıklanmamıştır.
Bir yanda devletlerin egemenliğini korumak için özgür ortaklık olarak açıklanan bir yapı
kurulurken, diğer yanda bunun uluslararası hukukun gevşek yapılı antlaşmalarından nasıl
farklılaştırılacağı yeterince açıklanmamıştır. Kant burada bir nevi ahlaksal bir
zorunluluğun varlığını iddia etse de bu ahlaksal yönelimin devletlerin çıkarlarıyla
çelişmesi durumunda ne kadar bağlayıcı olacağı tartışmalıdır. Zira, Milletler Cemiyetinin
zorlayıcı nitelikte bir organı bulunmamaktadır. Dolayısıyla hukuksal nitelikte bir
bağlayıcılıktan söz edilemeyecektir. Kant’ın akla yönelttiği bir çağrıyla yaratmaya
çalıştığı zorunluluk düşüncesi, bu yapıyı ahlaksal değil, hukuksal bir federasyon yapmaya
yetmeyecektir. Habermas’a göre, Kant, bu sıkıntılı durumu aşmak amacıyla kozmopolit
bir tarih felsefesi geliştirerek, “doğanın gizli amacı”nı yardıma çağırmıştır. Bu hamleyle
akıl, özgür devletler federasyonunun devamlılığını sağlayan kilit taşı haline gelmiştir.
Habermas’a göre Kant, aklın varlığının Milletler Cemiyeti’ni her zaman devletlerin
çıkarlarına uygun hale getireceğini ve böylece akıl temelli bir yaklaşımda, bu yapının
74
sürekli olacağını açıklarken, üç argümana dayanır. Bunlar; cumhuriyetlerin barışçıl
doğası, dünya ticaretinin toplumsallaştırma gücü ve siyasi kamuoyunun işlevidir. Ancak
bu üç argümanın, son iki yüzyılda siyasi arenada yaşanılan gelişmelerden dolayı, Kant’ın
tezinin dayanak noktaları olamayacakları ortaya çıkmıştır. Habermas, bu argümanların
zamana uygun olarak yeniden işleme konmasının, kozmopolit hakları tekrar gündeme
taşıyacağını düşünür. Bu amaçla, bu üç argümanı yeniden değerlendiren Habermas, ilk
önce cumhuriyetlerin barışçıl doğası üzerinde durur. Kant’a göre, cumhuriyetçi bir
anayasa altında birleşen insanlar, zarar gören kendileri olacağından, kolay kolay savaş
kararı alamazlar. Ancak Habermas, Kant’ın hesaba katmadığı noktanın, ulus kavramının
etno-milliyetçi tezahürleri olduğunu düşünür. Habermas’a göre Kant, “milliyetçilik
ruhuyla tutuşan zorunlu askerlik seferberliklerinin, bir dönem boyunca ideolojik anlamda
sınırları aşarak, yakıp yıkan özgürlük savaşlarına neden olabileceğini de hiç
kestirememişti” (Habermas, 2019, s. 76). Bu noktada Habermas, ulus çıkarlarını
önceleyen bir ahlak anlayışı yerine demokrasi ve insan haklarının yararına bir değerler
sistemi kurulduğu takdirde cumhuriyetçi bir anayasanın altında toplanan insanların, savaş
karşıtı bir tavır benimsemelerinin beklenebileceğini söyler.
İkinci olarak, Kant’ın, dünya ticaretinin toplumsallaştırma gücüne dair fikirlerini ele alan
Habermas, Kant’ın bu öngörüsünün ilk zamanlar için geçerli olduğunu, ancak
kapitalizmin hesap edilemeyen büyüyüşü ve küreselleşme ile ekonomilerin aldığı halde
bir karşılığının olmadığını söyler. Uluslararası ticaretin artmasıyla, devletlerin bu ticari
çıkarlarını zedelememek adına savaştan kaçınacağı inancında olan Kant, “kapitalist
gelişmenin hem barışı, hem de özellikle siyasi liberal toplumların olası barışa hazır
oluşlarını tehdit ederek sosyal sınıflar arasında bir ayrıma yol açacağını henüz
bilmiyordu. Kant, önceleri, hızlı kapitalist bir sanayileşme süreci içerisinde artan sosyal
gerginliklerin sınıflararası çatışmalarla iç politikaya büyük sorun getirebileceğini ve dış
politikayı da, savaşçı bir emperyalizme sürükleyeceğini öngörmemişti” (Habermas, 2019,
s. 77-78). Uluslararası ticaretin gelişmesi ve sonrasında küresel ekonomik güçlerin milli
ekonomileri etkisi altına alması, Kant’ın öngörülerinin aksine barışa değil savaşa neden
olur hale gelmiştir. Ancak bu savaşlar, Kant’ın uluslararası hukukta tanımlı, sınırlı
savaşlarının aksine, içeride sınıflar arası gerginlikler, dışarıda ise bölgesel çatışmalar
şeklinde gerçekleşmektedir. Habermas’ın da dikkat çektiği üzere “nükleer silahlara sahip
büyük güçler arasındaki askeri anlaşmazlıklardan, risklerin çok masraflı olması nedeniyle
75
artık söz edilmezken, bölgesel anlaşmazlıklar, oldukça fazla ve ağır kurbanlar vererek
artmaktadır” (Habermas, 2019, s. 78).
Kant’ın, aklı temele alan bir Milletler Cemiyetinin sürekliliğine dair sunduğu üçüncü
argüman olarak siyasi kamuoyunun işlevi, dürüst olmayan ya da halkın maksimlerine
uygun olmayan politikaların, aklın kamusal kullanımıyla yani kamusal alanda
gerçekleştirilecek eleştiriler ile engellenebileceği inancına dayanır. Kant, tüm
toplumların, çiğnenen haklar karşısında aynı duyarlılığa sahip olacağını iddia etse de
Habermas, günümüzde bu duyarlılığın bazı yapılanmalar ile kolayca yönlendirilebildiğini
hatırlatır.
“Hiç şüphe yok ki Kant, böyle bir kamuya ileride, elektronik kitle iletişim araçlarıyla
hükmedileceğini, onun, anlambilimsel açıdan bozulmuş, resimler ve görsel
gerçeklerle bezenmiş, yapısal bir değişikliğe uğrayacağını öngöremezdi. Bu
‘konuşan’ aydın ortamın, hem akıl almaz bir öğreti yoksunluğuna varacağını, hem
de sözlerle yanıltmacı bir işlev üstleneceğini nasıl kestirebilirdi ki?” (Habermas,
2019, s. 80)
Kant’ın kamusal eleştirinin, yanlış politikaları engelleyecek kadar güçlü bir savunma
aracı olduğu düşüncesine aslında karşı çıkmayan Habermas, sadece günümüzde bu
kamuoyunun nasıl etkilenebileceğini hatırlatarak, devletsel olmayan organizasyonlar ve
devletlere karşı örgütlenmiş sivil toplum aktörleriyle desteklenmesi gerektiğini söyler. Bu
noktalar dikkate alınarak, acil olarak bir Avrupa kamuoyu oluşturulmasının, ebedi barış
için mutlak önemde olduğu kesindir.
Böylece Milletler Cemiyeti’nin sürekliliği için, Kant’ın öne sürdüğü akla dayanan üç
argümanın yetersiz kaldığı noktaları gözler önüne seren Habermas, gerekli revizyonların
yapılmasıyla beraber, ebedi barış fikrinin tekrar mümkün hale gelebileceğini söyler. Zira
Kant’ın ebedi barış ideali, tarihin derinliklerinde yok olmuş bir ütopya değil, 20. yüzyılda
yaşanan felaketler sonucunda tekrar gündeme alınmasının önemi ortaya çıkmış bir
fikirdir. Bu amaçla Habermas’ın temel kavramlar düzeyinde yapmak istediği revizyon:
“Devletlerin dış egemenliği ve devletlerarası ilişkilerdeki değişen yapılanmayı,
devletlerin iç egemenliğini ve klasik iktidar politikasındaki normatif kısıtlamaları,
aynı zamanda, dünya toplumunun katmanlaşmasını ve tehlikelerdeki küreselleşmeyi
-ki bu kastettiğimiz ‘barıştan’ farklı bir kavramsallaştırmayı gerektirmektedir-
kapsamaktadır” (Habermas, 2019, s. 83).
76
Bu bağlamda Habermas’ın “devletlerin dış egemenliği ve devletlerarası ilişkilerde
değişen yapılanma”ya yönelik revizyonu, Milletler Cemiyeti’nin devamlılığının
sağlanması için hükümetlerin bağlılığını arttıracak önlemlerin alınmasıdır. Bu amaca
yönelik alınacak önlemi şöyle açıklar:
“Dünya vatandaşlığı hukuku, hükümetleri tek tek bağlayacak biçimde
kurumsallaştırılmalıdır. Milletler Cemiyeti, üyelerini, yaptırımlarla hukuka uygun
davranışlara en azından teşvik edebilmelidir. Ancak bu biçimde, kendini kanıtlayan
egemen devletlerin oluşturduğu karşılıklı tehdide dayalı, stabil olmayan sistem,
devlet işlevini üstlenen -yani üyelerarası ilişkiyi hukuksal açıdan düzenleyip bu
kurallara uyulup uyulmadığını denetleyen- ortak kurumları olan bir federasyona
dönüşecektir” (Habermas, 2019, s. 83-84).
İkinci revizyon noktası olarak “devletlerin iç egemenliğini ve klasik iktidar
politikasındaki normatif kısıtlamaları”nı belirleyen Habermas, bu başlık altında, insan
haklarının devletlerin egemenliği aracılığıyla mı yoksa kozmopolit bir hukukla mı
korunacağının belirlenmesi noktasında Kant’ın tavrını tutarsız bularak eleştirir. Ona göre
Kant, devletlerin egemenliğini zedelememek adına federasyonun ortak bir anayasaya
sahip olmasını engelleyerek, insan haklarını dolayımlamıştır. Yani Kant’a göre insan
hakları, hiçbir şekilde uluslararası ya da kozmopolit bir hukuk tarafından değil,
devletlerin kendi hukuku açısından, vatandaşların sırf insan olmaları nedeniyle konulması
ve korunması gereken bir hak olarak belirlenmelidir. Üye devletler birbirlerinin
anayasalarına müdahale edemeyeceğinden de bu tarz temel haklar sadece devletin kendi
inisiyatifine bırakılmış durumdadır. Oysa Habermas, ebedi barışı sağlamaya ve korumaya
yönelik bir yapının, insan haklarının uygulanması konusunda mutlak bir yetkisi olması
gerektiğini düşünür. Birleşmiş Milletler’in kurucu antlaşması ve İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi ile bu hakların ortak bir yapının koruması altına alınmasında bir ilerleme
sağladığını düşünen Habermas, hak ihlalleri konusunda Birleşmiş Milletler çatısı altında
zorlayıcı bir yetki içeren ceza mahkemeleri veya benzeri yapılar kurulduğu takdirde bu
korumanın tamamlanacağını söyler.
Yapılacak üçüncü revizyon ise “dünya toplumunun katmanlaşmasını ve tehlikelerdeki
küreselleşmeyi” ortadan kaldıracak bir yapıda olmalıdır. Habermas’a göre iletişim ve
ekonomideki küreselleşme, dünya devletleri arasında bir nevi bütünleşme sağlayarak bir
“dünya toplumu” oluşturmakla birlikte, bu bütünleşmenin katmanlı bir dünya toplumu
yarattığı da inkâr edilemez bir gerçektir. Giderek artan bir yoksulluk ile yine giderek artan
77
bir gelişmişlik düzeyi arasında dünya toplumunun iki katmanı arasında korkunç bir
uçurum oluşmuştur. Bu iki katman arasındaki uçurum başlı başına bir tehdit oluşturmakla
birlikte Habermas, tüm bunlara rağmen dünyanın mevcut ve olası riskler açısından bir
ortaklık içinde olduğunu iddia eder. Tehlikelerin de küreselleşmesi, dünyanın gelişmiş ya
da yoksul kalmış katmanlarının aynı sorunlarla yüzleşmesini gerektirir. Bu nedenle
Habermas’a göre dünya toplumunun en az şu üç konuda uzlaşma sağlaması
gerekmektedir:
“Bir arada eş zamanda barış içerisinde yaşamak zorunda olan toplumlardaki eş
zamansızlıklara ilişkin tarihsel bilincin tüm üyelerce paylaşılması; bir yandan
Avrupa’da, diğer yandan Asya ve Afrika’da hala yorumları tartışmalı olan insan
hakları konusunda, normatif bir uzlaşı sağlanması; ve son olarak, hedeflenen barış
durumu kavramına ilişkin ortak bir yaklaşımın gerçekleştirilmesi” (Habermas, 2019,
s. 90).
Sonuç olarak söyleyebiliriz ki, Habermas’a göre, küreselleşmeyle birlikte siyaset
alanında son üç yüz yılda yaşanan büyük değişimlerin Kant’ın durduğu noktadan
öngörülmesi oldukça zordur. Bu anlamda tarihi deneyim eksiklikleri ve bazı kavramsal
tutarsızlıklar, Kant’ın ebedi barış idealinin gerçekleştirilmesini imkânsız hale getirmiştir.
Ancak bu eksiklikler kavramdan tamamen vazgeçmeyi gerektirmez. Kozmopolit bir
hukuk ile dünyanın barışa yönelmesi ideali, içinde bulunduğumuz sürekli savaş halindeki
dünyada her zamankinden fazla gereklidir. Bu nedenle Habermas, ebedi barış idealini
tekrar yürürlüğe sokacak yenilikler ile Kant’ın kavramını hayat geçirilebilir kılmayı
hedeflemiştir.
Dostları ilə paylaş: |