68
bir düşünme çizgisini benimser ve bu alanı ne kadar geniş tutarsa düşünmenin nesnesinin
önemi de o kadar büyür. Arendt, işte bu noktayı “ebedi barış” idealinin temeline
yerleştirir. Kişi, iletişimde bulunduğu grubu genişleterek tüm insanlığa yükselttiğinde,
kendi düşüncelerini insanlığın dolayımından geçirecek ve tüm insanlara ortak bir duyuya,
sensus communis
’e yönelecektir.
Bu noktada izleyici ve aktör, insanlık adı altında
birleşecektir. İşte o zaman evrensel bir dünya izleyicisi ortaya çıkacaktır. Kişinin dünya
izleyicisi olarak edindiği bu konum, Arendt’e göre, eylemlerinin dayanağını oluşturması
gereken yerdir.
“Kişi her zaman bir ortaklığın üyesi olarak yargıda bulunur ve kişinin ortaklık
duyusu, yani sensus communis, ona rehberlik eder. Ama son tahlilde kişi salt insan
olmasıyla dünya topluluğunun bir üyesidir; bu, kişinin ‘kozmopolit varlığıdır’.
Kişinin, politik konularda yargıda ve eylemde bulunurken, dayanağını, bir dünya
vatandaşı, dolayısıyla da bir dünya izleyicisi,
Weltbetrachter
olması -gerçekliğinden
değil- idesinden alması beklenir” (Arendt, 2015, s. 376).
Bu noktadan bakıldığında Arendt, Kant’ın “dünya barışı” ve “kozmopolit” ideallerinin
temeline koyduğu tarihsel ilerleme fikrine katılmaz. Ancak bu karşı çıkış, kozmopolit
ideallerin siyaset felsefesinde yeri olmadığı anlamına da gelmez. II. Dünya Savaşı’nın
yarattığı yıkımlara şahsen tanık olmuş
bir düşünür olarak Arendt, dünyayı barışa
yöneltecek bir düşüncenin karşısında değildir. Ancak bu barışı, doğanın gizli amacı gibi
bir temele dayandırmak yerine, tüm insanların insan olmak bakımından paylaştıkları bir
ortaklığa dayandırır. Böylece kişi, eylemlerinde, uzak bir gelecekte gerçekleşecek bir
barış adına
karar vermek yerine, izleyicisi olduğu bu dünyada, üyesi olduğu bir
topluluğun barışa erişmesine katkıda bulunmayı gözetebilir.
Arendt’in, Kant’ın fikirlerine karşı ileri sürdüğü itirazlarıyla ilgili ele alınması gereken
son nokta, “haklara sahip olma hakkı” bağlamında insan haklarına dair görüşleridir.
Arendt, “insan hakkı” dediğimiz şeyin hiçbir tiranın geri alamayacağı, insan olmanın bir
özelliğinden kaynaklanan bir hak olduğuna inanıldığını ancak günümüzde bu bağlamın
yitirildiğini iddia eder. “Bu özelliğin yitirilmesi, konuşmanın ilgisinin/bağlamının
yitirilmesine ve bütün beşerî ilişkinin yitirilmesine, başka bir deyişle beşerî yaşamın en
temel özelliklerinden bazılarının yitirilmesine neden olur” (Arendt, 2018, s. 304-305).
Böylesi
bir durumda, insanlığın temel niteliği yitirilmiş olacaktır ve insan, insanlık
onurunu yitirmemiş olsa da tüm insan haklarını yitirmiş olacaktır.
69
Arendt’e göre günümüzde bu duruma karşılık gelen siyasi durum, vatansızların,
Heimatlosen
’in durumudur (Arendt, 2018, s. 272). İnsan haklarının, ulusal haklar olarak
korunup güçlendirilmesi, bu hakların sadece devletin üyelerine sağlanan, aslında evrensel
haklarla hiçbir bağı olmayan haklar haline dönüşümüne yol açmıştır. İkinci Dünya
Savaşı’nda yurtlarından edilen milyonlarca insanın
içine düştüğü durum böyle
değerlendirilmelidir. Belirli bir devlete yurttaşlık bağıyla bağlı olmayan kişilerin, insan
hakları denilen temel haklarını koruyan herhangi bir kurum kalmamaktadır. Bu açıdan
bakıldığında, Kant’ın bir devlet yapısı göstermeyen federasyonu, tüm insanlık için temel
bir kozmopolit hakkı sağlayabilecek veya koruyabilecek midir? Bir dünya yurttaşı değil,
dünya izleyicisi olarak kozmopolit insan, temel haklardan yoksun kalma tehlikesiyle karşı
karşıya kalacaktır.
Dostları ilə paylaş: