sığışmak zorunda kalmış olsalar da köyün çamurundan, aya
zından, yazın ayrı kışın ayrı eziyetinden kurtuldukları ve en
önemlisi her ay başı ellerine belli bir para geçtiği için hayatla
rından memnundular.
Bitişiklerindeki apartmanda, onlar gibi ailesiyle birlikte köy
den göçmüş, ortaokul öğrencisi Gülümser diye bir kız oturu
yordu. Boylu poslu, uzun saçlı, yemyeşil gözlü, çok güzel bir
kızdı.
Babasının gece vardiyasından yorgun argın geldiği bir sabah
fırından aldığı ekmekleri kucaklamış, apartmana girerken güm
diye bir ses duydu. Birinin silkelemek için çıkardığı hah düştü
sandı. Dönüp bakınca Gülümser’in kumral saçlarını gördü. Yü
zükoyun yerdeydi kız, başından akan kan hâlâ unutamadığı bir
hızla saçlarını kırmızıya boyuyordu.
Ateşlendi, bir hafta yattı. Gülümser’in kan içindeki ölüsü se
nelerce gözünün önünden gitmedi. Kızın kendini niye beşin
ci kattan attığı mahallede uzun uzun konuşuldu. Ailesi sebebi
ni gizlemeye çalıştı ama sonra ortaya çıktı. Gülümser’i otuz beş
yaşında bir adamla nişanlamışlardı. Kız evlenmek değil, liseye
gitmek istiyordu. Daha on dört yaşındaydı. Kızlarının intiharı
bile aileyi yanlışından döndürmedi, tabutuna yaklaşan düğünü
için dikilen duvağı örttüler.
126
“G araz"
Türkçeci yarıyıl tatilinde ödev vermiş, bir kitap okunacak, öze
ti çıkarılacak. Yaprak Dökümü, Aşk-ı Memnu, Hanımın Çiftliği
gibi televizyon dizisi olmuş romanları kesinlikle kabul etme
yeceğini de en baştan söylemiş. Öğrenciler izledikleri bu dizi
lerden akıllarında kalanı yazıp ödev diye veriyorlar, ama kay
nak romanlarla alakası çok sınırlı olduğundan daha ilk cümle
de yakalanıyorlar.
Meriç’in bir kitap okuyup bitirmesi için sadece cumartesi pa
zarı var. Kitapla da başı hoş değil, bu yüzden ödev gözünde bü
yümüş, tatil boyunca sallamış, şimdi telaşta. İnternetten hazır
bir özet de indiremez. Türkçeci kitabı gerçekten okuyup oku
madıklarını anlamak için hiçbir ödev sitesinde cevabı olma
yan sorular soruyor, okumadıklarını anlarsa hiç acımıyor, ba
sıyor sıfırı. İşini bu kadar önemsediği için öğretmene sinir olu
yor kız. Zaten niye Türkçe diye bir ders var ki? Hepsi Türkçe
konuşuyorlar işte, daha ne?
Evlerinde ders kitapları, Kuran tefsiri filan dışında kitap yok.
Bir zamanlar gazetelerin ek olarak verdiği ve babasının bir he
ves biriktirdiği kitapları da, kimse el sürmeyince, annesi toz tu
tuyor, kalabalık ediyor diye çöpe atmış. Kitapçıya gitmesi la-
• •
zım ama üşeniyor. Ust katlarında oturan, ara sıra kitap oku-
127
duğunu gördüğü Selami Amca’ya gidiyor. Ama adam kahve
ye gitmiş. Karısı bir kucak kitap getirip koyuyor önüne, “Biri
ni seç,” diyor.
Hepsine bakıyor, eviriyor, çeviriyor, içi sıkıntıyla şişerek bir
kaç satır okuyor. Sonunda hikâyelerden oluşan bir kitapta karar
kılıyor. Bir sürü bilmediği kelime var içinde, ama yine de oku
yabilir gibi görünüyor, diğerlerinde bir cümle bir sayfa sürü
yor çünkü, cümlenin sonuna geldiğinde başını unutuyor insan.
Eve dönüyor, içerisi dolu, komşular gelmiş. Bir bardak çay
alıp odasına gidiyor, yatağına oturup okumaya başlıyor.
İlk öykünün adı “Yatık Emine”. Başlangıçta sıkılıyor, bilme
diği sözcüklerin anlamını çıkartmaya çalışıyor ama okuduk
ça buna gerek kalmadığını fark ediyor, kolayca anlamaya başlı
yor. Derken asla olmayacağını sandığı bir şey oluyor, kitaba fe
na halde kaptırıyor. Akşam annesi yemeğe gelmesi için sesleni
yor. Ama kitabı elinden bırakmak istemiyor. “Küs Ömer”e üzü
lüyor, “Vehbi Efendinin Kuşkusu”nu merak ediyor, “Ayşe’nin
Yazgısından irkiliyor. Uyanır uyanmaz ilk işi kaldığı yerden
devam etmek. Kahvaltı yaparlarken bir yandan kitap okuduğu
için sucuklu yumurtanın çoğunu abisi yiyor.
Ev toparlanacak, bir gün önce yıkanan çamaşırlar kurumuş,
ütülenecek, dünya kadar iş var. Annesi Meriç’in yardım etme
sini istiyor. Ama günlerden pazar olduğu için işe gitmeyen ba
bası kızına arka çıkıyor.
“Oku kızım sen kitabını,” diyor.
Meriç kitabı bitirince soluğu karşılarında oturan Zülal Ab-
la’nın evinde alıyor. Çünkü okuduğu son öykü “Garaz” aynı
onun hayatı!
“Bu hikâyeye inanamayacaksın!” diyerek dalıyor Zülal Ab-
la’nın bir zamanlar çok özenerek yapıldığı belli olan, tek kat
lı, eski evine.
Mahallelinin evde kaldı, geçim sıkıntısı da çok diye üzüldü
ğü, kel-dul ne olursa bir adam bulup evlendirmek için çırpın
dığı Zülal Abla Alzheimer’lı annesiyle birlikte yaşıyor. Henüz
kırk yedi yaşında olduğunu söylese de, elliyi çoktan aştığı belli.
Para sıkıntısı yüzünden düzenli boyayamadığı saçlarının diple-
128
ri bembeyaz, gözlerinin çevresi kırış kırış, gıdısı sarkmış, elleri
nin üstünde de kahverengi lekeler var.
Sözde terzi ama terzilikle hayat kazanılan zamanlar geçe
li bin yıl olduğu için etek bastırmak, paça kısaltmak, fermuar
değiştirmek, bel daraltmak gibi ufak tamirat-tadilat işleri yapı
yor. Annesini evde yalnız bırakamayacağı için bir işe girip çalış
ması mümkün değil. Gerçi bu yaştan sonra bir iş bulabilir mi,
0 da ayrı konu. Allahtan ablasının üç çocuğundan en büyüğü
bir fabrikaya girince teyzesinin elektrik, su, telefon masrafları
nı üstlendi, kıştan kışa kömürünü almaya söz verdi. Mahalle
nin varlıklı kadınları da ara sıra etek-ceket, düğün elbisesi filan
diktiriyorlar da ana-kız açlıktan ölmüyorlar.
İnsan bu şartlarda yaşayan birinin yaşama sevincini kaybet
mesini bekler, ama Zülal Abla öyle değil. Yokuş aşağı gittikçe
hayata daha çok bağlanmış. Sekizinci sınıf öğrencisi Meriç’in
hikâyede anlatılan aynı senin hayatın diyerek eve rahatça dala
bilmesi de bundan.
Kızın okuduğu kitabın adı Memleket Hikâyeleri. Yazarı Re
fik Halit Karay. Sözünü ettiği hikâyenin kahramanı Nebile kü
çük bir kasabada yaşayan yoksul bir ailenin kızıdır. Babası bir
den zengin olur, İstanbul’a taşınırlar. Nebile müthiş tantanalı,
har vurup harman savurdukları, şımarık bir hayat yaşar. Ama
zenginlik geldiği gibi hızla gider ve Nebile ona görkemli bir ha
yat verip sonra elinden alan babasına müthiş bir garaz duymaya
başlar. Bir gün iyice düşkünleşmiş ihtiyar adama bakar, zengin
ve şaşaalı hayatı sırasında öğrendiği İstanbul Türkçesini unu
tup “Sakalın teneşirde sabunlana,” der.
Hikâyeyi dinleyen Zülal Abla şıngırtılı bir kahkaha atıyor.
1 'akat Meriç ilk kez kadının kahkahasının içinde tuhaf bir şey
lerin tınladığını hissediyor. Gamsız bir hayattan doğan bir kah
kahaya benzemiyor bu kez. Meriç anlatamıyor ama kahkaha
sında acı bir şey var. Keşke tarif edecek bir kelime bilseydi.
“Biz Nebile gibi İstanbul’a gitmedik ama,” diyor Zülal Abla.
“Ne halt yediysek burada yedik.”
Zülal Abla’nın babasının birdenbire zengin olmasına ilişkin,
her ne kadar dededen miras kaldı deseler de, define bulduğun
129
Dostları ilə paylaş: |