97
Westminster Manastırı'nda üç binden fazla insanın mezarı ya da saygın bir yeri vardı. Dev
taş yapının içi kralların, devlet adamlarının, bilim adamlarının, şairlerin ve müzisyenlerin
hatıralarıyla doluydu. Mümkün olan her nişin ve duvar oyuğunun
içine yerleştirilmiş
mezarları, mozolelerin en şahanesinden kubbeli lahdinde özel bir şapeli bulunan Kraliçe
Elizabeth'in mezarı aşağıda kimin kalıntılarının yattığını kişinin hayal gücüne bırakan,
yüzyıllar boyunca üzerinde gezinilmekten aşınmış mütevazı yer karolarına kadar geniş bir
yelpazeye yayılmıştı.
Amiens, Chartres ve Canterbury'deki büyük katedraller gibi tasarlanmış olan Westminster
Manastırı, ne bir katedral, ne de kilise olarak kabul ediliyordu. Sadece kraliyete bağlı,
kraliyete özgü bir sınıfa aitti. 1066 yılının Noel günü, Fatih William’ın taç giyme törenine ev
sahipliği yaptığı günden bu yana, göz kamaştırıcı mabet, Günah Çıkartan Edward’ın azizlik
mertebesine
yükseltilmesi, Prens Andréw ile Sarah Ferguson'ın nikâhı, V. Henry, Kraliçe
Elizabeth ve Lady Diana'nın cenaze törenleri gibi sayısız kraliyet ve devlet törenine şahit
olmuştu.
Buna rağmen Robert Langdon bir olay hariç, manastırın tarihine hiç ilgi duymamıştı
İngiliz şövalyesi Sir Isaac Newton’ın cenazesi.
Papa şövalye gömmüş Londra 'da.
Kuzey kanadındaki büyük revaktan aceleyle geçen Langdon ile Sophie'yi, nezaketle
karşılayan muhafızlar onları, manastıra yeni ilave edilen Ve Şim4 erde Londra'nın birçok
tarihi binasında bulunan geniş metal detektörden geçirdiler. Her ikisi de alarmı çalıştırmadan
altından geçtiler Vu Manastır girişine yöneldiler.
Langdon, Westminster Manastırı'na adımını atar atmaz, dış dünyayla bağların birden
koptuğunu hissetti. Trafik gürültüsü yoktu. Yağmur sesi yoktu. Sadece,
sanki bina kendi
kendisiyle konuşuyormuş gibi ileri geri yankılanan sağır edici bir sessizlik hâkimdi.
Hemen her ziyaretçi gibi Langdon ile Sophie'nin gözleri de derhal manastırın yukarıdaki
gökyüzünü içine alıyormuş gibi görünen kubbesine kaydı. Gri taş kolonlar, gölgelerin arasına
servi ağaçları gibi yükseliyor baş döndürücü açıklığın üzerinde kavis çizerek, yeniden taş
zemine geri dönüyordu. Önlerindeki geniş kuzey kanadı vadisi, dik kayalıklar ve vitraylı
camlarla ayrılmış derin bir kanyon gibi uzanıyordu. Güneşli günlerde manastırın zemininde
prizmatik bir ışık gösterisi oluşurdu. Bugün ise, yağmur ve karanlık bu heybetli boşluğa
hayaletimsi bir hava vermişti... aslında daha çok gerçek bir çukuru andırıyordu.
Sophie, "Tamamıyla boş," diye fısıldadı.
Langdon hayal kırıklığına uğramıştı. Çok daha fazla insan görmeyi umut ediyordu.
Halkın
daha çok doluştuğu bir yer. Langdon boş Mabet Kilisesi'ndeki
önceki deneyimlerinin tekrar
etmesini istemiyordu. Turistlerin uğrak yeri olduğundan bir güvenlik sistemini bekliyordu
ama Langdon'ın hatırında kalan iyi aydınlatılmış manastırdaki kalabalık turistlerin geldiği yaz
sezonunda oluşmuştu. Bugün ise yağmurlu bir nisan sabahıydı. Kalabalıkların ve parıldayan
vitray camların yerine görebildiği tek şey, bomboş bir zemin ve karanlık boş duvar
oyuklarıydı.
Langdon’ın kuruntularını sezinlediği belli olan Sophie, "Metal detektörden geçtik," diye
hatırlattı. "Burada birisi varsa bile silahlı olamaz."
Langdon başını salladı ama yine de temkinli davranması gerektiğim hissediyordu.
Yanlarında Londra polisini getirmek istemişti ama Sophie'nin işe kimlerin karıştığına dair
endişesi, onların yetkililerle bağlan kurmasını engellemişti. Sophie,
kripteksi geri almalıyız,
diye ısrar etmişti.
Her şeyin anahtarı o.
Elbette haklıydı.
Leigh'i canlı kurtarmanın anahtarıydı.
Kutsal Kâse'yi bulmanın anahtarıydı.
Bunun arkasında kimin olduğunu bulmanın anahtarıydı.
Ne yazık ki kilit taşını geri almaları sadece şimdi ve burada mümkündü... Isaac Newton’ın
mezarında. Kripteksi elinde bulunduran kişi, son ipucunu çözmek için mezarı ziyaret etmek
zorunda kalacaktı ve eğe şimdiye
kadar gelip gitmemişse, Sophie ile Langdon, onunla
karşılaşmaya kararlıydı.
Açıklığa çıkmak için sol taraftaki duvara doğru yürüyerek, bir dizi sütunun arkasındaki
karanlık yan koridora geçtiler. Langdon kendi limuzininin arkasında büyük olasılıkla bağlı bir
halde rehin tutulan Leigh Teabing'in görüntüsünü zihninden çıkaramıyordu. En üstteki tarikat
üyelerinin öldürülmesini emreden kişi, yoluna çıkan diğerlerini de öldürmekte tereddüt
etmeyecekti. Teabing'in modern bir İngiliz şövalyesi kendi vatandaşı Sir Isaac Newton’ı
ararken rehin alınması acımasız bir ironiydi.
Etrafına bakınan Sophie, "Ne taraftan?" diye sordu.
Mezar.
Langdon’ın hiç fikri yoktu. "Bir gözetmen bulup sormalıyız."
Langdon burada amaçsızca dolaşmamaları gerektiğini biliyordu. Westminster Manastın,
mozolelerden, kapalı bölmelerden ve gömü nişlerinden oluşan karmaşık bir dehlizdi.
Louvre'un
Büyük Galerisi gibi, buraya da tek bir noktadan giriliyordu -az önce geçtikleri
kapı-, İçeri girişi bulmak kolay fakat çıkışı bulmak imkânsızdı. Langdon’ın meslektaşlarından
biri buna
gerçek bir turist tuzağı, demişti. Mimari geleneğe bağlı kalınarak, manastır dev bir
haç biçiminde inşa edilmişti. Bununla birlikte, ana nefin birimindeki koridordan geçilen arka
taraftaki giriş yerine diğer kiliselerden farklı olarak, girişi yan taraftandı. Ayrıca manastıra bir
dizi kemeraltı bağlanmıştı. Ziyaretçi yanlış kemerli geçide atacağı tek bir adımla, yüksek
duvarlarla çevrili bir dış pasajlar labirentinde kaybolacaktı.
Kilisenin ortasına doğru yürüyen Langdon, "Gözetmenler koyu kırmızı binişler giyer,"
dedi. Güney kanadının en sonundaki yaldızlı yüksek
sunağa bakan Langdon, ellerinin ve
dizlerinin üstünde emekleyen insanlar gördü. Göründüğü kadar kutsal olmasa da, Şairler
Köşesi'ndeki yere kapanma hacılığı alışıldık bir sahneydi.
Mezarlara sürtünen turistler.
Sophie, "Ben gözetmen göremiyorum," dedi. "Mezarı belki kendimiz Alabiliriz, olmaz
mı?"
Langdon tek kelime etmeden manastırın ortasına doğru birkaç adım daha attı ve sağ tarafı
gösterdi.
Sophie manastırın ana nefinin uzunluğuna baktığında şaşırarak derin bir nefes aldı. Şimdi
binanın ne kadar büyük olduğunu görebiliyordu "Ah," dedi. "Hadi bir gözetmen bulalım."
O sırada ana nefin yüzlerce metre ötesinde, koro sahnesinin arkasında gözlerden uzakta
kalan Sir Isaac Newton’ın mezarının tek bir ziyaretçisi vardı. Öğretmen bu anıtı on dakikadır
inceliyordu.
Newton’ın mezarı, klasik kostümünün içindeki Sir Isaac Newton’ın
gururla kendi
kitaplarına -
İlahiyat, Kronoloji, Optik ve Philosophiae Naturalis Principia Mathematica-
yaslandığı bir heykelinin üzerinde durduğu büyük siyah mermer bir lahitti. Newton’ın
ayaklarının dibinde, parşömen kâğıdı tutan iki kanatlı erkek çocuğu vardı. Newton’ın boylu
boyunca yatan bedeninin arkasında gösterişsiz bir piramit yükseliyordu. Piramidin kendisi de
tuhaf olduğu halde, Öğretmen'in en çok merakını uyandıran, piramidin ortasına yerleştirilmiş
dev şekildi.
Bir küre.
Öğretmen, Sauniére'in şaşırtmalı bilmecesini düşündü.
Ara, küreyi kabre aitti. Piramidin
ön yüzünden dışarı doğru çıkan dev küre, yarım kabartma şeklinde
oyulmuştu ve tüm semavi
betimlemeleri içeriyordu; takımyıldızlar, burçlar kuşağı, kuyruklu yıldızlar, yıldızlar ve
gezegenler, Üstünde ise, yıldızlarla kaplı bir alanın altındaki Astroloji Tanrıçası simgesi vardı.