117
Özellikle 1983 seçimlerinden sonra, devletin toplum hayatında oynadığı rolün
ağırlığına dikkat çekilmiş ve bu rolün sınırlandırılabilmesi için sivil toplumun
güçlendirilmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Sivil toplum kavramı, toplumun
çoğunluğu tarafından uzun süre askeri toplumun karşıtı olarak kullanılmıştır. Bu
anlayışın başlıca sebebi olarak ise Türkiye’de askeri yönetimlerin uzun süre etkili
olması gösterilebilir (Tunçay, 2003).
Türkiye’de sivil toplum kavramının tarihsel sürecine batı ile karşılaştırmalı
olarak baktığımızda kavramın Türkiye gündemine çok geç girişinin nedenleri daha
iyi anlaşılacaktır.
Batı Avrupa’da sivil toplum, şehir yaşamının önem kazanmaya başladığı XII.
yy’ın sonlarında mülk sahipleriyle iktidar arasındaki ilişkilerden kaynaklanan
ekonomik sorunların, siyasal sorunlara dönüşmesiyle ortaya çıkmış ve gelişmeye
başlamıştır (Tekin, 2000, 44).
Bu anlamda bir gelişme, sultanın iradesini sınırlandıracak hiçbir fikre ve
girişime izin verilmemiş olan ve “devletin adının mülk olduğu” Osmanlı’da
yaşanmamıştır (Biber, 2006, 24).
Batı Avrupa’da şehirlerin, ticaret burjuvazisinin, ticari yaşamın gelişmesi ve
canlanması ile toplum için yeni zenginlik kaynakları oluşmuştur. Bu zenginlikten
feodal asillerin de faydalanmak istemeleri ticaretle uğraşan sınıfı korumalarını ve
gelişmesine katkı sağlamalarını gerekli kılmıştır. Bu sayede şehirliler belirli haklar
ve ayrıcalıklar elde etmişlerdir. Zamanla kendi kendine idare eden duruma gelen sivil
toplum ortak amaç etrafında birleşerek krallıklar oluşturmuştur. Krallıkların ortaya
çıkışı ile şehirlilerin ayrıcalıkları geri alınmaya başladıysa da, her zaman için üretici
sınıfın desteğine duyulan gereksinim, iktisadi verimliliğin yok edilmesi ile
sonuçlanacak uygulamaları engellemiştir. Bu sayede sivil toplumun elde ettiği
ayrıcalıkların izleri Batı Avrupa’da tamamen silinmemiştir (Mardin, 1995, 10-13).
Osmanlı İmparatorluğu’nda ise batıda ki anlamda bir şehirleşme süreci
yaşanmamıştır. Osmanlı’da egemen güçler yaratılmamasına dikkat edilmiş ve
feodalleşme engellenmiştir. Osmanlı devletinde din ve devlet kavramları birbiriyle
bütünleşmiştir. Tüm kurumların ve kanunların temelinde İslam hukuku vardır. Dinin
önemli nitelikleri ve değer ölçütleri devleti biçimlendirmiştir. Kurulan devlet düzeni
ile sınıflaşma ve adaletsizliğe yol açan bir mülkiyet hakkı engellenmiştir. Devlet,
118
kendisiyle rekabet edebilecek her türlü bağımsız gelişmeye karşı olmuştur. Bunun en
güzel örneği Osmanlı toprak rejiminde görülmektedir. Toprağın mülkiyeti devlete
aittir, kullanım hakkı orduya asker hazırlama karşılığında devlete hizmet etmiş
kişilere verilir. Ancak bu hak baba ölünce miras olarak oğula geçmemektedir. Bu
sayede sermaye birikimi engellenmiş olmaktadır. Osmanlı Devleti’nde güçlü merkezi
yapının son dönemlere kadar korunması sivil toplumun ortaya çıkmasını sağlayan
toplumsal koşulların oluşmasını engellemiştir (Yücekök, 1998, 15).
Osmanlı’da sivil toplum örgütlerine benzer tek oluşum tarikat ve vakıflardır.
Toplumsal yapıda, bireyle devlet arasında aracılığı sağlayan rolü belirli ölçüde
tarikatlar üstlenmiştir. Ayrıca toplumsal dayanışmayı ve yardımlaşmayı sağlamak
için vakıflar kurulmuştur. Ancak bu vakıfların toplumsal talepleri iktidara iletmek,
ona baskı yapmak ve devleti sınırlandırmak gibi işlevleri olmamıştır.
Cumhuriyetin ilanından sonra da merkeziyetçi yapı tam olarak kırılmamış,
bürokratik yönetim geleneği devam etmiştir. Batı Avrupa’da oluşan sivil toplum
içerisinde bir aydın kitle oluşmuş ve bu aydın kitle sivil toplumun etkinlik alanını
genişletmiştir. Türkiye’de ise sivil toplumu dahi devlet kendisi kendi eliyle yaratmak
istemiş, oluşturmak istediği sivil toplum burjuvazisini ve aydın kitlesini yine kendisi
yaratmak istemiştir. Bu şekilde yapay olarak işletilmeye çalışılan süreç doğal olarak
batı anlayışıyla bir sivil toplum oluşumunu engellemiştir. Batıda sivil toplumun işlevi
toplum taleplerini devlete iletmek, devletin baskıcı uygulamalarını engellemeye
çalışmak iken Türkiye’de sivil toplum devletin taleplerini topluma iletmek
görevleriyle sınırlı kalmıştır (Tekin, 2000, 44). Tüm bu gelişmeler sonucunda
Türkiye’de sivil toplum örgütleri olarak kabul edilen dernek, vakıf gibi kuruluşlar,
devletin neden olduğu olumsuzlukları meşrulaştırmaya çalışan kuruluşlar olarak
görülmeleri, kendi yönetim örgütü içinde yöneticilerin bir daha gitmemek üzere iş
başına
gelmeleri
gibi
olumsuzluklar
nedeniyle
toplum
nezdinde
kabul
görmemişlerdir.
Ancak Türkiye’de 80’li yıllarda başlayan ve 90’lı yıllar boyunca devam eden
sosyo-politik bir değişim gerçekleşmiştir. Bu değişim ile güçlü devlet geleneğinden
uzaklaşılmış, siyasi merkezin dışında daha çok aktör rol oynamaya başlamıştır.
Türkiye ekonomisi ve kültürel hayatına devletin etkisi azalmıştır (Sarıbay, 2000,
105). Devletçi politikalar yerine neoliberal politikaların uygulanmaya başlaması yeni
119
bir girişimci sınıf ortaya çıkmasına neden olmuştur. Böylece sivil toplum bağlamında
çalışmalar artmış, sivil toplum kuruluşları (STK) sesini daha fazla duyurmaya
başlamıştır.
1990’lı yıllar, dernekler, meslek örgütlerinin siyasi faaliyeti, siyasi partilerin
kadın
ve
gençlik
kollarını
örgütlemeleri
önündeki
yasakların
anayasa
değişiklikleriyle kaldırılması gibi gelişmelere tanıklık ettiği için sivil toplumun
gelişimi bakımından önemli yıllardır. (Çepel, 2006). Her ne kadar 1990’lı yıllarda
toplumsal değişimin etkisiyle STK’na daha fazla önem verilmeye başlanmışsa da bu
süreç yalnız toplumun iç dinamikleriyle açıklanamaz. Türkiye’nin içinde yer alma
çabasını giderek yoğunlaştırdığı AB’nin Türkiye üzerindeki etkileri de bu konuda
olumlu sonuçlar vermiştir.
Türkiye’deki güçlü devlet geleneği 1990’lı yıllarda AB üyeliğinin
desteklenmesi ile yeniden gözden geçirilmiştir. Sivil toplum Türkiye’nin tartışma
gündeminde giderek önem kazanmakta ve demokratikleşme sorunlarına çözüm
arayışlarında
gündeme
getirilmektedir.
STK
AB’ne
üyelik
sürecinde
demokratikleşmeyi destekleyen itici bir güç konumunda bulunmaktadır. Aynı
zamanda Türkiye’nin AB’ne uyum sürecinde geçirdiği aşamalar da Türkiye’de sivil
toplum örgütlerinin güçlenmesini kolaylaştıran bir unsur olmaktadır. Helsinki sonrası
dönemde, bir aday ülke olarak Türkiye’de örgütlü sivil toplumun AB’ne uyum
sürecine aktif katılımının sağlanması daha çok önem kazanmıştır. Bu konu Katılım
Ortaklığı Belgeleri’nde de vurgulanmış, Türkiye’nin, kısa vadeli önceliklerden biri
olarak, toplanma ve dernek kurmaya ilişkin yasal ve anayasal garantileri
güçlendirmesi ve sivil toplumun gelişimini teşvik etmesi önerilmiştir (Çepel, 2006).
1999 Helsinki Zirvesi Türkiye’deki sivil toplum ve siyasi dönüşüm
bakımından önemli bir tarih olarak değerlendirilmektedir. Helsinki Zirvesi ile
başlayan ve devam etmekte olan süreçte Türkiye’nin demokratikleşmesi yolunda
büyük adımlar atılmıştır. Bu zirvede aday ülke olma konumu kazanan Türkiye,
AB’ne üyelik kıstaslarını uygulamaya başlamış ve o tarihten bugüne Türkiye’de sivil
toplum alanında dikkat çeken bir ilerleme olmuştur. 1999 yılında Türkiye’ye resmi
olarak aday ülke konumu tanınmasının ardından Türkiye’deki kurumlarla AB
kurumları arasında sivil toplum diyalogu kapsamında ortak faaliyetler geliştirilmiştir.
AB, Komisyon tarafından yayınlanan “AB ve Aday Ülkeler Arasında Sivil Toplum
Dostları ilə paylaş: |