113
g e n i ş l e y e n i s y a n c o ğ r a f y a s ı
özellikle 2008 finansal krizi ABD’nin askeri üs-
tünlüğünün yanı sıra finansal egemenliğinin de
artık rakipsiz olmadığını gösteriyordu. G8’den
G20’ye yeniden inşa edilen küresel yönetim mi-
marisi biraz da bunun sonucuydu. Bu süreçte
ABD’nin hiper güç statüsünü kaybettiğini, ha-
len dünya lideri olmakla birlikte, artık yükselen
bölgesel güçlerle de dünya egemenliğini pay-
laşmaya hazırlandığını gördük. Çin, Hindistan,
Brezilya ve Rusya gibi güçler etkinliklerini ar-
tırırken, ABD ve AB kademeli daralma yaşadı.
Bu krizin Ortadoğu’ya yansıması da bugün
yaşanan krizin önemli sebeplerinden birisidir.
ABD Ortadoğu’da tek başına kuramadığı ikti-
darını hangi temelde, hangi ortaklarla, hangi
ilişkilerle kuracak? Bölgede meşruiyet krizi ya-
şayan ABD, bu noktada bölgede krize dönüş-
meyen kademeli geçişlerle yaşanacak demok-
ratik değişimlerin, bölgeye istikrar getireceğini,
bunun da orta vadede ABD’nin lehine olacağı
öngörüsünü yapmaktadır. Bunun bir yansıması
olarak bugün, ABD çıkarları doğrudan zede-
lenmediği sürece, ABD’nin orta vadeli istikrar
adına değişim gündemini desteklediğini görü-
yoruz. Ortadoğu’da zemin kazanmaya çalışan
Çin ve Rusya gibi aktörlerin, otokrat aktörlerle
ilişki konusunda daha başarılı olduğu tespiti bir
yana, bu tür ittifak değişimlerinde otokrat
yönetimlerin kolayca taraf değiştirmeleri
ve maliyeti artırmaları da ciddi bir sorun.
Bu nedenle de demokratik yönetimlerin
ABD’nin çıkarı olduğu konusunda nere-
deyse bir mutabakat olduğu söylenebilir.
Türkiye ne yapacak?
Türkiye özellikle son bir kaç yılda bölge-
nin neredeyse yükselen yıldızı haline geldi.
Bölgesel politikalarıyla istikrarı öne çıkar-
ması, ekonomik başarısı, iç siyasi sorunla-
rını açılım politikası ve demokratikleşme
ile aşma çabası, Davos üzerinden İsrail’i
tartışmaya açması, dinle ilgili sorunlarını
aşma noktasında önemli mesafeler kaydet-
mesi, askerin sivil denetime alınması nokta-
sında başarı sağlaması özellikleriyle bölgede
en fazla teveccüh gören ülke haline geldi. Bu
nedenle bölgedeki İslamcı ya da seküler ak-
törlerin neredeyse tamamı Türkiye’yi örnek
olarak görmekte, bu bölgesel meşruiyet kri-
zini aşma noktasında Türkiye’ye bakmakta-
dır. Bu nedenle Türkiye tam anlamıyla tarihi
bir anla karşı karşıya. Kendi başarısının hika-
yesinin de nedeni olduğu siyasi krizde, örnek
alınan ülke olarak önüne inanılmaz fırsatlar
çıkmaktadır. Ancak bölgeden uzun yıllar ayrı
kalmasının yarattığı bilgi, tecrübe ve yetişmiş
eleman sorunları nedeniyle de önemli sıkıntı-
lar yaşamaktadır. Bu somut sorunlar karşısın-
da, Türkiye’nin asıl önemi bölgede kendi siyasi
gündemi olan neredeyse tek ülke olmasındır.
Şimdi Türkiye iki seçenekle karşı karşıya: Zor
olanı seçip kendi siyasetini sürdürmeyi göze
alarak, ABD başta olmak üzere başka ülkeler-
le birlikte, ancak paralel ilişkiler geliştirmeye
çalışarak düzen kurucu bir ülke olma. Ya da
kolay olanı seçip, kendi siyasi iradesini ikinci
plana atıp, krizi aşma konusunda teklifi olan
düzen kurucu başka ülkelerin liderliğini takip
etmek. Bu kritik dönemde Türkiye eğer ilkini
yaparsa Ortadoğu’da kendi adına konuşan bir
ülke olarak uzunca bir süre etkili olacaktır.
İkinci seçenekte ise yaşanan düzen krizini çöz-
me işini başka ülkelere ihale ederek, iddiasız
bir yolu tercih seçebilir. Bu seçim bölgesel bir
güç olarak Türkiye’nin kaderini belirleyeceği
gibi, tüm küresel dengeleri de etkileyecektir. Şu
anda yaşanan bölgesel düzen krizinin yarattığı
belirsizliğin alacağı şekil de bu karara göre şe-
killenecektir.
Star Açık Görüş, 28.02.2011
114
ş u b a t 1 1
Avrupa ülkelerinde ve ABD’de 1960’lı ve 1970’li
yıllarda yüksek öğretimdeki hızlı büyüme yük-
sek öğretim için birçok yönden parlak bir dö-
nemdir. Üniversiteler kitleselleşerek ve her
tabakadan kişiye hizmet sunarak toplumla bü-
tünleşmiş, devlet ve piyasaya sunulan hizmet-
lerde artış ve çeşitlenme yaşanmıştır. 1980’li ve
1990’lı yıllara gelindiğinde ise, gelişmiş ülkele-
rin hemen hepsinde yükseköğretim, çağ nüfu-
sunun yarısından fazlasına sunulan evrensel bir
hizmet olmuştur. Türkiye’de ise yükseköğretim
talebini karşılama konusu her zaman sorun-
lu olmuştur. 2000’li yıllara gelindiğinde, genç
nüfusun, talebin ve yükseköğretim önündeki
yığılmanın artmasına ve Türkiye ekonomisinin
büyümesine rağmen, yükseköğretim kurumları
program kontenjanları ya çok az artırılmış ya
da hiç artırılamamış ve hatta bazı yıllar azaltıl-
mıştır. Türkiye’de yükseköğretimdeki evrensel-
leşme dönemi, toplumsal taleplerin geç de olsa
dikkate alınması sonucu, ancak 2000’li yılların
sonlarına doğru başlamıştır.
2006 başında 77 olan üniversite sayısı bugün
itibariyle iki katını aşarak 156 olmuştur. Hü-
kümetin mali desteği sayesinde, yeni kurulan
üniversitelerin fizikî altyapısı güçlendirilmekte
ve öğretim elemanı sayısında da önemli oran-
da bir artış yaşanmaktadır. Öğrenci sayısında
da son üç yıldır ciddi bir artış vardır. Bütün bu
büyüme seyrine eşlik eden tartışmalı bir konu,
yükseköğretimdeki mevcut büyümenin, yükse-
köğretim kalitesini olumsuz etkileyip etkileme-
diğidir. Son yıllarda yükseköğretimde toplum-
sal talebi karşılama konusunda oldukça önemli
mesafeler kaydeden hükümet ve YÖK, kalite
tartışmalarında eleştirilerin odağına oturmak-
tadır.
Kalite için yükseköğretim endüstrisi
olgunlaştırılmalıdır
Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları
(SETA) Vakfı tarafından 2010’da yayınlanan,
Mahmut Özer ve Talip Küçükcan ile birlikte ka-
leme aldığımız Yükseköğretimde Kalite Güven-
cesi başlıklı rapor, birçok ülkedeki yükseköğ-
retim sistemini ele almış ve şu hususun altını
çizmiştir: Büyüme ve kalite, kendi gelişim se-
SETA YORUM
Yüksek Öğretimde Büyüme ve
Kalite Ikilemi
Demokratik Açılım sürecini enfekte ederek, hükümetle ilgili şüphelerin
yoğunlaşmasına yol açan KCK operasyonları, sıradan bir asayiş sorununun politik bir
krize dönüşmesine sebep oldu.
BEKIR S. GÜR
yükseköğretimde büyüme sorunu ve nitelik tartışmaları