72
işlevlerden türetmeye çalışmıştır. En saf haliyle, dışavurumculuk mimarın zihnindeki
düşünceleri var etmenin ötesinde bir gerekçe aramamıştır.” (Melvin 2009: 99).
Dışavurumcu ilk örnekler olarak gösterilebilecek Bruno Taut, Erich Mendelsohn ve
Rudolf Steiner’in yapılarında geometrik kutu mimarlığın aksine serbest mimari biçimler
ile yeni bir mekan ve zaman ilişkileri kurulduğu görülmektedir (Resim 5-6-7).
Resim 5: Bruno Taut: Cam Pavyon, Köln
- Almanya, 1914.
Resim 6: Erich Mendelsohn, Einstein
Tower, Postdam - Almanya, 1921.
Resim 7: Rudolf Steiner, Goetheanum,
Basel, İsviçre, 1923.
73
SANAT YAZILARI
22
Resim 8: Eoro Saarinen, TWA Terminal
Binaları, New York - Amerika, 1962.
Resim 9: Frank Lloyd Wright, Guggenheim
Müzesi, New York - Amerika, 1959.
İleri teknolojiyi kullanımı ve yaratıcı ortamları ile heykel tarihinin devamı gibi
algılanabilen modern mimarlık, özellikle Blob adı verilen türü ile heykel ve mimari
ilişkisini parelel yönlere doğru sürüklemeyi başarmıştır. Blob mimarlık, özellikle dijital
tasarım ortamlarının olanaklarıyla eğrisel düzlemler, organik formlar ve akışkan
yüzeylerin yapıyı kutu (box) mimarlığın dik açılarından kurtardığı bir alan olarak
tanımlanabilir. Kuşkusuz bu yaklaşımın itici gücü üç boyutlu karmaşık sistemlerin
egemen olduğu olağanüstü bilgisayar programlarıdır. Ancak, tasarım ortamlarındaki
akışkan ve eğrisel formların ortaya çıkışı, modernist kültürün sert, geometrik ve keskin
hatlı gökdelenlerine alternatif olarak ortaya çıkan, 50 li ve 60 lı yılların “biyomorfik
mimarlık” akımına kadar uzanmaktadır. Bu türün en önemli örnekleri arasında Finli
usta mimar Eoro Saarinen’in JFK Havalimanındaki daha çok heykele benzeyen TWA
Terminal Binaları (Resim 8), Frank Lloyd Wright’ın New York’un sembolü sayılan
Guggenheim Müzesi (Resim 9) ve Jorn Utzon’un Sydney Opera Binası (Resim 10)
sayılabilir. (Blob Mimarinin teorisyeni Greg Lynn olduğu halde, bu kavramla doğrudan
ilişkili olan projeler ise, organik ve doğal formlara (özellikle balık) özel ilgisi olan Frank
O. Ghery’dir. Ghery’nin geleneksel müze binası alışkanlıklarını (beyaz dikdörtgenler
prizması) kesin bir biçimde yıkan Bilbao’daki Guggenheim Müzesidir. Ghery’nin en blob
(heykelsi) tasarımı ise Seattle’daki “Experience Music Project” dir (Resim 11).
74
Resim 10: Jorn Utzon, Sydney Opera Binası, Sydney - Avustralya, 1973.
Resim 11: Frank O. Ghery, Experience Music Project, Seatlle, Amerika, 2000.
75
SANAT YAZILARI
22
Resim 12: Henry Moore, Yaslanan Figür, İngiltere, 1976-78.
Heykel ve mimarlık arasındaki çok yönlü ilişkilerin sistematik ve kuramsal bir açıdan
irdelenmesi oldukça zordur. “18. Yüzyılın sonuna doğru algı, estetikte ana tema
durumuna geldiğinde gözlemcinin bedeni çok daha güçlü bir rol oynamaya başlamıştır.
Tıpkı mimarlığın beden olarak anlaşılması gibi insan da kendi bedenini “iç” ve “dış”ı
içeren bir kabuk olarak kabul etmiştir. Heinrich Wölfflin, Theodor Lipps ve Friedrich
Nietzsche mimarlığı algılayan birinin aynı anda kendi bedeninin de farkına vardığı
görüşünü öne sürmüşlerdir. Bu çift algılama aynı zamanda heykelde de yansımasını
bulmuştur. (Özer 2005: 57) 1900’lerde Rodin ile başlayan modern heykel, Henry
Moore’un heykellerindeki iç-dış irdelemeleriyle, mimarideki “beden” algılamasına
yaklaşmıştır. Henry Moore (1898-1986) tıpkı bir yapıda olduğu gibi bir heykelsi gövdenin
de içi ve dışının olması gerektiği üstünde duruyor ve bu çerçevede dağların, ovaların ve
mağaraların yapılarını titiz bir şekilde inceleyerek kendi çalışmalarında bu tür etkileri
ortaya çıkarmayı deniyordu (Resim 12).
Şu halde heykelsi mimarlıktaki patlamayla beden ve uzay ilişkisi yeniden baskın
bir duruma gelirken, heykel sanatçısı modernist bir algı ile birlikte bedeni ya da
Resim 13: Alexander Archipenko, Yürüyen Kadın, 1912.
Resim 14: Von Spreckelsen,
La Defense Takı, Paris -
Fransa, 1985-86.
kütleyi büyük boşluk (uzay) içinde var etmeyi, ayakta tutmayı denemekteydi. 1912’de
Archipenko yürüyen figüründe (Resim 13) büyük bir boşluk oluşturarak, kütle-hacim
ve uzay ilişkilerini irdelerken, Le Corbusier 1950 lerde uzamsal heykel denilebilecek
bir anlayışla yapılarını inşa etmeye başlamıştı. 1956-62 yılları arasında, Earo Saarinen
Kennedy Havalimanındaki TWA binasının biçimlenmesinde seyahat olgusundaki
“hareketliliği” kuş imgesi ile ilişkilendirirken, aynı şekilde uzamsal bir heykel inşa
etmeyi hedeflemiştir (Resim 8). Danimarkalı mimar Spreckelsen’in, Fransız İhtilalinin
ikinci yüzyılını kutlama anıtı olarak inşa ettiği La Defense Takında, geleceğe açılan bir
pencere olarak biçimlendirmenin ana konseptini boşluk metaforu ile oluşturmuştur.
Mimar bu durumun daha iyi ortaya koyulabilmesi için inşa edilen boşluğun içine
bulutları sembolize eden bir örtü yerleştirmiştir (Resim 14).
77
SANAT YAZILARI
22
Resim 15: Horst Rellecke, Fil Kafası, Hamm - Almanya,
1981- 84.
Yine mimar Horst Rellecke eski maden ocağının kömür yıkama binasını filin gövdesi
olarak ele almış ve bu gövdeye içinde seyir platformları olan bir cam kafa (fil kafası)
eklemiştir. (Resim 15) “Mimar, biçimi oluşturacak ‘concept’i bazen çözümlenmesi
zorunlu problem dışında aramakta, bir anlamda yaratmaktadır. Böylece biçimle ifade
edilmek istenen, ürüne yönelik bir görüş, kazandırılmak istenen bir anlam ya da
anlatılmak istenen bir öykü türünde mimara ait yorum ve mesajlar olabilmektedir.
Bunların benzetmeler yoluyla biçime dönüştürülmesinde özgün sonuçlar ortaya
çıkabilmektedir. Burada mimar anlatmak istediğini tasarlanmış biçimler veya canlılar
dünyasındaki benzerlerini bularak onlar aracılığıyla gerçekleştirmektedir.” (Ulusu 1990:
38).
Heykeli mimariye yaklaştıran en önemli kırılma noktalarından biri, kaideden indirilerek
ondan kurtarılması olmuştur. Heykeli çevresindeki uzaya bağlayan kaide Giacometti
ve Rodin ile birlikte biçimsel ve tarihsel anlamda yeniden ele alınmıştır. Auguste Rodin
altı kişiden oluşan ‘Kale Burjuvaları’nı gelişen sanayi şehrinin göz hizasına yerleştirerek
gerçek bir devrime girişti. (Resim 16) Giacometti’nin heykelleri (Resim 17) düzlüğe
adım atarken Carl Andre’nin heykellerinde (Resim 18) izleyici artık heykelin yerini
alıyordu. Heykel böylece izleyicinin ilgisini kendine değil, çevreye yönelten bir işleve
kavuşmuştur (Özer 2005: 59).
Heykelin kendine özgü dil alanından vazgeçmeden, madde ile ilgili iç ve dış
sorgulamaları yapan ve aynı zamanda mimarlık eğitimi de alan Eduardo Chillida
eserleriyle mimarlar için yeni uzay konseptleri açısından iyi bir model olmuştur. Onun
için biçim oluşturmak, kendi bedenine kabuk üreten bir yapının ortaya koyulmasıdır
(Resim 19-20).
Dostları ilə paylaş: |