Stephen King Kara Kule Cilt2 üçün Çizgileri



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə15/33
tarix16.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#63306
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   33

Roland bir şey demedi ama aklında Cort'un sesini işitti: Hata her zaman aynı yerde bulunur, benim güzel bebeklerim... Onu yeterince kınayacak en zayıf yerde.

Gerçeği öğrenince Eddie kızmaktan daha çok şoke olmuştu. Henry, uyuşturucu almayı bırakmaya söz vermek yerine Eddie kendisine kızdığı için onu kınamayacağını söylemişti. Vietnam'ın kendisini çöp torbasına çevirdiğini; zayıf olduğunu, evi terkedeceğini, Eddie'nin haklı olduğunu ve kendisinin bir uyuşturucu düşkünü olarak evde her yeri darmadağınık ettiğini belirtmişti. Eddie'nin kendisini pek fazla kınamamasını umut ediyordu. Zayıf düşmüştü. Bunu kabul ediyordu. Vietnam onu, fazla nemin pabuç bağcıklarını ve külot lastiklerini çürüttüğü gibi çürütmüştü. Vietnam'da her şey çürüyordu. Henry kırgın bir ifadeyle kalbinin de çürüdüğünü söylemişti. Eddie'den sağlam yetişmesini sağlamak için ona yapıklarını unutmamasını umut ediyordu.

Bu, Eddie içindi.

Bu, anneleri içindi.

Böylece Henry evden ayrılıp gitmek istemiş, elbette ki Eddie ona izin vermemişti. Eddie suçluluk duyumsuyordu. Ağabeyinin diz kemiğinin yerindeki teflon protezi görmüştü.

O gün merdiven sahanlığında durup birbirlerine bağırmışlardı. Henry hakiler giyinmiş, eline giysilerini tıkıştırdığı bir spor torbası almıştı. Gözlerinin altında mor halkalar vardı. Eddie'nin üzerinde yalnızca sarı renkli bir slip külot bulunuyordu Henry, bana muhtaç değilsin Eddie. Ben, senin için bir zehirim ve bunu biliyorum, diyordu. Eddie de, sen bir yerlere gitmeyeceksin, gir içeriye diye yanıtlıyordu. Sonunda kapı komşuları Bayan McGursky sahanlığa çıkıp bağırmıştı: Git ya da gitme, umurumda bile değil. Ama ne yapacağına bir an önce karar ver. Yoksa polisi çağıracağım. Bayan McGursky başka öğütler de verecekti ama gözü Eddie'nin sarı külotuna takılınca Sen uygun biçimde giyinik değilsin, Eddie diye eklemiş ve dönüp evine kaçmıştı. Bunun üzerine Eddie ile Henry birbirlerine bakmışlardı. Henry alçak sesle, Melek bebek, birkaç kilo almış gibi demişti. Sonra kahkahalarla gülerek ve birbirlerine vurarak eve girmişlerdi.

Birkaç hafta sonra Eddie de burnuna eroin çekiyor ve daha önce neden sorun çıkarmış olduğunu anlayamıyordu. Ne de olsa bu yalnızca burna bir toz çekiş işlemiydi. Toz kendisini de Henry gibi tepeüstü bu dünyadan alıp açık açık bir cehenneme götürüyordu. (O günlerden sonra Eddie ağabeyini hikmet sahibi ve önde gelen bir uyuşturucu düşkünü olarak görmeye başlamıştı.)

Zaman öylece geçmişti. Alışkanlığının ne dereceye çıktığını genç adam söylememiş, Roland da bunu ona sormamıştı. Eddie'nin uyuşturucu kullanmak üzere binlerce özür bulacağını biliyordu. Genç adam alışkanlığı kontrol altında tutabilmişti. Henry de bunu yapmaya çalışmış ama kardeşi kadar başarılı olamamıştı. Şimdi Eddie gerçeği anlasa da anlamasa da (Roland, genç adamın içinde bir yerlerde gerçeği anladığını inanıyordu), ağabeyleri ile olan durumları tersine dönmüştü. Şimdi caddeyi karşıdan karşıya geçerlerken Eddie, Henry'nin elini tutuyordu.

Eddie'nin ağabeyinin uyuşturucuya burnu yerine kolundan iğneyle aldığını gördüğü gün gelince, aralarında gene isteri dolu, öncekine pek benzeyen bir tartışma geçmişti. Ancak bu kez Henry'nin yatak odasında tartışıyorlardı. Bu tartışma da hemen hemen öncekiyle aynı şekilde sonuçlanmış; Henry hıçkırarak yatıştırılamaz bir savunmayla Eddie'nin haklı olduğunu, kendisinin yaşama uyum sağlayamadığını, kanalizasyon artıklarını bile yemeye hakkı bulunmadığını kabul etmişti. Evden çıkıp gidecekti. Eddie bir kez daha kendisini görmeyecekti. Yalnızca anımsanmayı umut ediyordu. O kadar...

Şimdi bulundukları kayalık kıyıda kırılan dalgaların sesi, kumsalda çatlayanlarınla gibi tekdüzeydi. Roland öykünün devamım biliyor ve bir şey demiyordu. Sanki öyküyü bilmeyen, belki de on yıldır kafası ilk kez pırıl pırıl olan Eddie'ymiş gibiydi. Genç adam öyküyü sanki Roland'a değil de kendine anlatmıştı.

Bu da iyi bir şeydi. Silahşor’un görebildiği kadarıyla burada sahip oldukları en çok şey zamandı. Konuşmaları ise zamanı doldurmanın bir yoluydu.

Eddie ağabeyinin protez dizini, ayağında aşağıya ve yukarıya uzanan yarayı (kuşkusuz yara şimdi iyileşmişti... ancak Henry ile Eddie kavga ederlerken yara yeri daha kötüleşir gibi oluyordu) ve ağabeyinin kendisi için feda ettiği şeyleri unutamıyordu. Bu yüzden Henry'nin yaşamı sokaklarda sona eremezdi.

Ağabeyi sokaklara düşse, kaplanlarla dolu bir ormanda serbest talan bir tavşancığa benzeyecekti. New York'ta tek başına kalırsa Henry bir haftada cezaevine ya da uyuşturucuların tedavi olduğu Bellevue Hastahanesi'ni düşerdi.

Bu nedenle o gün Eddie, Henry'ye yalvarmış ağabeyi de iyilik edip orada kalmış, altı ay sonra Eddie de altın bir kola sahip olmuş ve uyuşturucuyu iğneyle kolundan almaya başlamıştı. O andan başlayarak her ikisi için de koşullar kararlı ve kaçınılmaz biçimde kötüleşmesini sürdürmüş ve sonunda Eddie'nin Bahama adalarına yolculuğu ile Roland'ın onun yaşamına karışmasına kadar gelinmişti.

Karşısındaki kendisinden daha pratik ve daha az içine dönük bir kişi olsa Eddie'ye (ya da yüksek sesle olmadan kendi kendisine) şunu sorardı: Neden bu adam? Niye bu işe başladı? Böyle iyi gelecek vaat eden geç bir kişi neden bu denli tuhaflık ve zayıflık gösterdi?

Ancak Silahşor hiç soru sormadı. Hatta böyle soruları aklında formüle bile etmedi. Cuthbert burada olsaydı sorardı. Cuthbert soru sorarak zehirlenirdi. Bir soruyu sorarken ölüp gitmişti. Zaten şimdi onların hepsi gitmişlerdi. Cort'un son Silahşorları, elli altı diye numaralanan sınıftan geriye kalan on üç kişi hep ölüp gitmişti. Roland dışında hepsi ölmüştü. Giderek eskiyen, bayatlayan, kokuşan, kısırlaşan, yozlaşan ve boşalan dünyada Roland sona kalan tek Silahşor'du.

Savaş Töreni'nden bir gün önce Cort'un On üç. Bu kötü bir sayıdır, dediğini anımsıyordu. Bu sözü söylediği anı izleyen günde, otuz yıldan beri ilk kez Cort, tören'de bulunamamıştı. Son öğrencileri önce onun ayağına diz çökmeye, savunmasız boyunlarını uzatmaya ve sonra alınlarından onun kutsayan öpüşüne ve silahlarını ilk kez onun dolduruşuna izin vermek üzere Cort'un çadırına gitmişlerdi. Daha sonra Cort ölmüştü. Kimileri onun için zehirlendi demişti. Onun ölümünden iki yıl sonra son kanlı iç savaş başlamıştı. Kanlı boğazlaşma uygarlığın, ışık ve aklın son kalesine ulaşmış; Herkesin o denli güçlü dediği bu yapılaşmayı bir çocuğun kumdan yapılmış kalesini alır gibi kolayca ele geçirivermişti.

Bu nedenle Roland sonuncu Silahşor'du. Ve belki de doğasındaki romantizm, pratikliği ve yalınlığı kendisi tarafından bozulduğu için Roland sağ kalabilmişti. Ve o şimdi yalnızca üç şeyin önemli olduğunu biliyordu: Bunlar ölümlülük, ka ve kule idiler.

Eddie yaşam öyküsünü üçüncü günde ve o hiçbir özelliği olmayan plajda kuzeye doğru başladıkları yürüyüşte saat dört sularındayken bitirdi. Plaj değişecek gibi görünmüyordu. Eğer bir değişme izi görmek istenirse ancak sola, Doğu yönüne bakarak elde edilebilirdi. Orada dağların çentikli zirveleri yumuşak çizgiler kazanmaya ve alçalmaya başlıyordu. Kuzeye doğru yeterince giderlerse dağların yuvarlak sırtlı tepeler haline gelme olasılığı bulunuyordu.

Genç adam öyküsünü bitirince derin bir sessizliğe gömüldü. Yarım saat, belki daha uzun süreyle ikisi de ağızlarını açmadılar. Eddie arada bir kaçamak bakışlarla Roland'a bakıyor, Silahşor da onun bu bakışlarını yakaladığında genç adamın şimdi de kendine aşırı dönüş oluşu nedeniyle haberli olmadığını biliyordu. Roland, genç adamın kendisinden anlattığı öyküye karşı bir tepki göstermesini beklediğini de biliyordu. Bu tepki bir tür karşılık, herhangi bir karşılık olabilirdi, Eddie iki kez ağzını bir şey demek için açtı, kapadı, Sonunda Silahşor’un beklediği soruyu sordu.

"Eh, işte böyle?.. Ne düşünüyorsun?"

"Senin burada olduğunu düşünüyorum."

Eddie durdu. Yumruklarını kalçalarına dayadı ve yeniden sordu; "Hepsi bu kadar mı? Hepsi bu mu?"

Silahşor, "Benim bildiğim bu" diyerek yanıtladı. Elindeki kopuk parmakları ile başparmağının yeri acıyla nabız gibi atıp kaşındılar. Eddie'nin dünyasından biraz Astin getirmiş olsalardı diye özledi.

"Bütün bunların ne demek olduğuna ilişkin hiçbir fikrin yok mu?"

Silahşor eksik parmaklı sağ elini uzatıp şunu diyebilirdi: bunların ne demek olduğunu sen düşün, salak! Ancak bunları söylemek yerine Eddie'ye sabırla bakarak, "O, ka'nın" dedi.

"Ka nedir?" derken genç adamın sesi sertti. "Bu sözü hiç duymadım. Yalnızca bir, iki kez sen onu pislik yerine kullanmıştın" diye ekledi.

"Tam olarak bilmiyorum" diyen Silahşor sözünü sürdürdü, "Burada ödev ya da hedef veya Kutsal Kitap dilinde senin gideceğin yer anlamına gelebilir."

Eddie aynı zamanda korkmuş, iğrenmiş ve eğlenmiş gibi görünmeyi başararak konuştu; "Şu halde o sözcük iki kez üst üste söyle, Roland. Çünkü böyle sözcükler bu çocuğun kulağına pislik (kaka) gibi geliyor."

Silahşor omuzlarım silkti. "Ben felsefeyi tartışmam. Tarih incelemem. Tüm bildiğim geçmişin geçmişte kalacağı ve geleceğin önümüzde yer alacağıdır. İkincisi yani gelecek ka'dır ve o kendi kendisine özen gösterir." dedi.

Genç adam kuzey yönüne doğru dönerek, "Öyle mi?" diye ; sordu ve sözlerini şöyle sürdürdü; "Şu hiç değişmeyen siktirici (!) plajda dokuz milyar kilometre kadar yol yürüsek gelecekte olacakları göreceğiz. Eğer önümümüzdekiler ka ise ka ile kaka aynı şeyler. Elimizde kalan sağlam mermilerle olsa olsa beş, altı ıstakoz daha öldürebiliriz. Ama sonra, onlara taş atmak zorunda kalacağız. Şu halde biz nereye gidiyoruz?"

Kısa bir an için Roland bu soruyu Eddie'nin ağabeyine sormuş olması gerektiğini düşündü. Ancak bunu Eddie'ye söylerse bir dizi anlamsız tartışmaya çağrı çıkarmış olacaktı. Sol elinin başparmağıyla kuzey yönünü gösterdi ve, "Oraya gideceğiz. Bu, bir başlangıç olacak" dedi.

Genç adam kuzey yönüne baktı. Orada deniz kabukları, kayalar ve çakıllarla kaplı gri kumsaldan başka bir şey göremedi.

Dönüp gözlerini Roland'a çevirdi. Niyeti, küçük görür gibi davranmaktı. Oysa Silahşor’un yüzündeki belirgin kendisine güveni fark etmişti. Gözlerim kısıp ona baktı. Yüzünün sağ tarafını batıya yönelen güneşten korumak üzere sağ elini kullanıyordu Orada bir şeyler görmek istiyordu. Bir pislik, herhangi bir şey hatta bir mucize bile iş görebilirdi. Ama kumsalda bir şey görünmüyordu.

"Senin tüm istediğin benim üzerime zar atmak" diyen genç adam ekledi, "Ama ben diyorum ki, yaptığın pek alçakça bir hile. Ben, Balazar'ın Barı'nda yaşamının seninkine bağlamıştım."

"Bunu yaptığım biliyorum" diyen Silahşor karanlık bir günde nadiren gözüken güneş ışıklarının çevreyi aydınlatışı gibi ansızın gülümsedi ve sözlerini sürdürdü, "İşte bu yüzden ben de seninle dürüst bir anlaşma yapıyorum. O, orada. Bir saat önce onu gördüm. Başlangıçta, onu yalnızca bir serap ya da isteklerimden doğmuş bir düşünce olarak düşündüm. Ama, o oradaydı, tamam, öyleydi."

Eddie bir kez daha kuzey yönüne baktı. Gözleri sulanana dek kirpiklerini kırpıştırmadan dikkatle baktı. Sonunda, "Kumsalda hiçbir şeyi göremiyorum ben. Aslında uzağı dört dörtlük görürüm," dedi.

"Bu söylediğinin ne demek olduğunu anlayamıyorum." .

"Anlamı, orada görülecek bir şey varsa ben de onu görürüm demektir" diyen Eddie bir şeyi merak ediyordu: Kendi gözlerine göre Silahşor’un boğaları deviren gözleri daha uzakları mı görüyordu?

O gözler belki biraz, belki de çok daha uzağı görebilirlerdi.

Silahşor, "Sen de göreceksin" dedi.

"Neyi göreceğim?"

"Oraya bugün varamayacağız. Ama, onu sen de göreceksin. Güneş denize inmeden önce göreceksin. Ta ki burada durup çene çalmayı kabul edersen..."

Eddie düşüncesiz bir ifadeyle, "Ka" dedi.

Roland da, "Ka" diyerek onayladı.

Genç adam, "Kaka" dedi ve güldü. "Haydi Roland. Şu engelli alanda yürüyüş yapalım. Güneş denize inene değin bir şey görmezsem sen bana bir tavuk ya da büyük bir MacDonald hamburgeri ısmarlarsın. Veya ıstakoz eti olmasın da ne olursa olsun..."

"Haydi yürüyelim."

Yeniden yürümeye başladılar ve güneşin alt ucu ufka değmeden tam bir saat yürümüşlerdi. O anda Eddie Dean uzakta belli belirsiz, parıldayan, tanımlanamayan ama kesinlikle var olan bir şeyi gördü. Bu, ona göre yeni bir şeydi."

Genç adam, "Tamam" diyerek ekledi, "Onu görüyorum, bende de Süpermen'inki gibi gözler olmalı."

"Kiminki gibi?"

"Boş ver! Sende gerçekten inanılmaz bir kültür geriliği var. Bunu biliyor muydun?"

"Ne?" Eddie güldü. "Boş ver. O nedir?" dedi. "Göreceksin" diyen Silahşor daha Eddie yeni bir şey sormaya fırsat bulamadan yürümeye başladı.

Yirmi dakika sonra geçince gördüğünden emindi. Kumsalın üzerindeki şey, şimdi de dört belki altı kilometre ilerdeydi. Ancak genç adam onun ne olduğunu biliyordu. Elbette ki bu bir kapıydı. Ama, ilkinden farklı bir kapı.

İki adam da, o gece uyuyamadılar ve güneşin dağların ardından tümüyle yükselmesinden bir saat önce yürümek üzere hazırlandılar. Güneşin ilk ışıkları son derecede güzel ve huzur dolu olarak üzerlerine dökülmeye başladığı sırada Kapı'ya vardılar. Güneş ışığı sanki lamba yanmış gibi yanaklarında uzamış sakalları aydınlatıyordu. Böyle ışıklı ortamda, Roland gene kırk yaşlarında biri gibi, Eddie ise Roland'ın Cort'la ve onun şahini David ile birlikte Cort'un bir silahı olarak savaşa çıktığı günlerdeki genç hali gibi görünüyordu.

Kapı aynen birinci kapı gibiydi. Ama, üzerinde ki yazı şöyleydi:

GÖLGELERİN KADINI

Kapıya bakan Eddie alçak sesle, "İşte böyle" dedi. Kapı yalın bir şekilde orada duruyordu. Menteşeleri, bir evreni ötekine bağlayan belli belirsiz pervazlara takılmış gibiydiler. Kapı şaşırtıcı mesajıyla orada bir kaya gibi gerçek ve yıldız ışığı gibi tuhaf biçimde dikiliyordu.

Silahşor da, "İşte böyle" diyerek onayladı.

"Ka."


"İşte senin çizdiğin üçlünün ikincisi."

Öyle görünüyor."

Eddie kendi aklından geçenleri iyice sezinleyemeden Silahşor onun ne düşündüğünü biliyordu. Eddie daha harekete geçmeden genç adamın hareketleneceğini görebiliyordu. Eddie daha ne olduğunu anlayamadan genç adamın kolunu burkup iki yerinden kırabilirdi. Oysa, Roland yerinden kımıldamadı. Sağ kalçasının üzerindeki tabancalığından silahını Eddie'nin çekmesine izin verdi. Yaşamında ilk kez silahının kendisinden izinsiz alınmasına göz yumuyordu. Eddie'ye dönüp bakarken yüzü sakin ve hatta yumuşak ifade taşımaktaydı.

Genç adamın suratı ise, sinirden mosmor kesilmiş ve gergindi. Gözlerine renk veren iris tabakasının çevresindeki aklar bütünüyle görünüyor gibiydiler. Ağır tabancayı iki eliyle sıkıca tutuyor ama silah bir o yana bir bu yana gidip gelmek üzere titriyordu. Genç adam nişan almaya çalışıyor, tabancanın titremesi bunu olanaksızlaştırıyordu.

O haliyle buyurganca bir sesle, "Kapı'yı aç" dedi.

Önceki gibi yumuşak sesle konuşan Silahşor "Aptallık ediyorsun" diyerek sözlerini sürdürdü, "İkimiz de Kapı'nın nereye açıldığına dair hiç bir fikre sahip değiliz. Kapı, senin dünyana açılmayabilir. Üstelik, şimdi sen dünyanı bir yana bırakırsan iyi olacak. İkimiz de gölgelerin Kadını'nın Slvia gibi sekiz gözlü ve dokuz kollu olup olmadığını bilmiyoruz. Kapı senin dünyana açılsa bile, orada zaman sen doğmadan uzun süre önce ya da sen öldükten uzun yıllar sonrasında olabilir."

Eddie gergin suratla gülümsedi, "Sana şunu söyleyeyim, Monty: Ben buradaki gibi kauçuğa benzer tavuk etini ya da pisliklerle dolu deniz kıyısındaki tatili iki numaralı Kapı'nın ardındaki herhangi bir şeyle değiştirmeye istekliydim" dedi.

"Seni anlayamıyorum."

"Anlayamadığını biliyorum. Önemli değil bu. Sen şu kahrolası Kapı'yı aç!"

Silahşor karşı çıkar gibi başını salladı.

Her ikisi de orada dikiliyorlar ve kapı eğik gölgesini gelgitle uzaya çekilmiş deniz suyu hattının üzerine düşürüyordu.

Eddie, "Kapı'yı aç!" diye bağırdı, "Seninle birlikte gideceğim! Anlamıyor musun! Seninle birlikte gideceğim! Bu, geriye dönmeyeceğim anlamına gelmez. Belki de geleceğim. Olasılıkla geleceğim. Sanırım sana o kadarını borçluyum. Şu ana değin bana dürüst davrandın. Bunu fark etmedim sanma. Ancak, bu Gölgelerin Bebeği her kim olursa olsun, ben en yakın Kızarmış Tavuk eti Satıcısını bulup kendime biraz tavuk ısmarlayacağım. Sanırım, aile boyu porsiyonlar bizler için makbule geçer."

"Sen burada kal."

"Ne demek istediğimi anlamıyor musun?" diye soran Eddie'nin sesi şimdi tiz çıkıyordu. Belli ki sabrı taşmak üzereydi. Silahşor onun kendi kahrolmuşluğunun derinliğinde bir yerlere baktığını görür gibi oluyordu. Eddie başparmağını tabancanın horozuna dayadı. Şimdi güneşin ışıkları ve gelgitin sulara etkisinin üzerine rüzgâr da gelmeye başlamıştı. Gene de genç adamın silahın horozunu gerideki yerine oturturken çıkarttığı tık sesi pek belirgin çıktı. Genç adam, "İstersen beni dene" diye ekledi.

Eddie, "Sana ateş ederim!" diye bağırdı.

Silahşor umursamaz bir sesle, "Ka" dedi ve Kapı'ya doğru döndü. Kapı koluna doğru uzanıyor ancak yüreği bekliyordu. Ölecek mi yoksa yaşacak mıydı? Bunu görmeyi bekliyordu.

GÖLGELERİN KADINI

BİRİNCİ BÖLÜM


DETTA İLE ODETTA
Anlaşılmaz sözcüklerden arındırıldığı takdirde Adler'in söyledikleri şöyleydi: Mükemmel şizofrenli bir kişi (eğer böyle bir insan varsa) yalnızca diğer kişiliğinden haberli olmamakla kalmayıp yaşamındaki diğer tüm şeylere de dikkat etmeyen insandır.

Adler, Detta Walker ile Odetta Holmes ile tanışsaydı iyi olurdu.


1
"Son Silahşor.." diyen Andrew bir süredir konuşuyordu. Ancak, Andrew hep konuşur ve Odetta duşta sıcak suyu saçımızdan ve yüzümüzden akıttığımız gibi genellikle bu söylenenleri aklından süzerdi. Oysa bu sözler şimdi yalnızca dikkatini çekmekle kalmamış, bir diken gibi batmıştı ona sanki.

"Bağışla beni, anlayamadım" dedi.

"Oh, söylediklerim yalnızca bir gazetenin makalesindendi" diyen Andrew ekledi, "Makaleyi kimin yazdığını bilmiyorum. Dikkat etmedim. Siyasal makaleler yazan biriydi herhalde. Belki siz bileceksiniz Bayan Holmes. Ben, O'nu severdim ve seçildiği gece ağlamıştım"

Odetta gülümsedi. Adamın sözleri istemese de ona dokunaklı gelmişti. Andrew dikkatsizce sürdürdüğü gevezeliklerini durdurmadığı sırada gene bir şey söylemişti. Bu sözlerinden dolayı sorumlu olamazdı. Çünkü söyledikleriyle içindeki İrlandalı kanını ortaya vuruyordu. Üstelik adamın söyledikleri çoğunlukla önemsiz şeylerdi. Bunlar Odetta'nın hiçbir zaman tanımayacağı, adamın kendi akraba ve arkadaşları hakkında aptalca sözleri yarı sindirebildiği siyasal düşünceleri ve birçok tuhaf kaynaktan edindiği garip yorumları içermekteydi. (Birtakım tuhaf inanışlara ek olarak Andrew uçan dairelere kesinkes inanıyor ve onları ufo diye adlandırıyordu.) Ancak bu kez söyledikleri Odetta'ya dokunmuştu. Çünkü O'nun seçildiği gece Odetta da ağlamıştı.

"Ama, ben o orospu çocuğu (!), Fransızcamı bağışlayın Bayan Holmes, orospu çocuğu Oswald O'nu vurduğu gece ağlamadım. O günden beri de ağlamadım. Ne kadar oldu, iki ay mı?"

Odetta, Üç ay iki gün diye düşündü.

"O kadar bir süre sanırım" dedi.

Andrew başını öne eğip onayladı. Sonra şöyle konuştu, "Şu halde ben makaleyi The Daily News gazetesinde okumuş olabilirim. Başkan Johnson'un da iyi iş göreceğini ama yaptıklarının gene de aynı olmayacağını okudum. Yazar, Amerika dünyanın en son Silahşorunun geçişini gördü diye belirtmişti."

"John Kennedy'nin o kadarda kaldığını düşünmem" diyen Odetta'nın sesi Andrew'un duymaya alıştığından hayli sert çıkmıştı. Gerçekten sesi sert çıkmış olmalıydı. Çünkü Odetta dikiz aynasından Andrew'un gözlerini hızla kırpıştırmaya başladığını fark ediyordu. Durumu yalnızca bir ürkü değil, adamın korkuyla gözlerini kırpıştırışıydı. Odetta da, yazarın sözlerinden etkilendiğini duyumsamıştı. Bu, aptalca bir şey, ama gerçekti. Yazarın ifadesinde bir şey vardı; Amerika, dünyanın en son silahşorunun geçişini gördü, cümlesi kadının aklındaki derinliklerde birtakım çanları çaldırıyordu. İfade çirkindi, yanlıştı. Başkan John F. Kennedy, barışsever biriydi. Politikacı Goldwater gibi insanları kamçıyla dövenlerden değildi. Ancak yazarın cümlesi bazı nedenlerle Odetta'nın tüylerinin dikilmesine neden olmuştu.

"İyi. Yazar, dünyada silah kullananların eksikliğinin duyulmayacağını da söylüyordu" diyen Andrew dikiz aynasından Odetta'nın sinirli tavırlarına dikkat ederek sözünü değiştirir gibi konuştu, "Yazar, Jack Ruby ve Castro ile Haiti'deki heriften de söz ediyordu."

Odetta eksik adı tamamladı, "Duvalier, Poppa Doc."

"Evet o. Bir de Diem..."

"Diem kardeşler öldüler."

"Evet. Yazar, John Kennedy'nin farklı olduğunu belirtiyordu. Hepsi o kadar. Kennedy'nin de silahlarını çekebileceğini ancak kendisinden zayıf birisi gereksindiğinde ve yapacak bir şey kalmadığında silahları çekebileceğini yazıyordu. Kennedy bazen salt konuşmanın yetmeyeceğini bilecek kadar kavrayışlıydı diyordu. Eğer bir şeye çok öfkelenmişse, ağzı köpürüyorsa ona ateş etmeniz gerektiğini bildiğini de yazmıştı."

Andrew'un gözleri şimdi Odetta'yı endişeyle süzer gibi bakıyorlardı.

"Üstelik, okuduğum yalnızca bir makaleydi" dedi.

Limuzin araba şimdi Beşinci Bulvar üzerinde kayar gibi ilerliyor Merkez Parkı'nın Batı yönüne doğru gidiyordu. Kaputun ön kısmındaki Cadillac amblemi dondurucu şubat havasını yarar gibiydi.

Odetta yumuşak bir sesle, "Evet. Anlıyorum ama kabul etmiyorum" dedi.

Andrew'un bakışları biraz rahatladılar.

Sen bir yalancısın diyen bir ses Odetta'nın içinde yüksek sesle konuştu. Sonra zamanlarda bu sesi oldukça sık işitiyordu Hatta bu sese bir ad bile bulmuştu. O, Üvendire'nin Sesi'ydi. Çok iyi anlıyor ve kabul ediyorsun. Gerekli olduğunu duyumsadıkça Andrew'a yalanlar söyle. Ama, Tanrı aşkına kendi kendine yalan söyleme, kadın!

Bununla birlikte Odetta'nın içindeki bir bölümü korkmuştu. Karşı çıkıyordu. Yaklaşık bir milyar kişinin nükleer barut fıçısının üzerinde oturduğu dünyada iyi ve kötü atıcılar arasında bir fark olduğuna inanmak yanlıştı (ve belki de bir intihar nedeniydi.) Bu fıçının yakınındaki pek çok fitili ateşleyecek çakmak tutan birçok titrek el bulunabilirdi. Bu, Silahşorların dünyası değildi. Onlar için bir zaman var olmuşsa bile, o zaman dilimi geçmiş gitmişti.

Öyle değil miydi?

Odetta gözlerini kısa süreyle kapadı ve şakaklarını oğdu. Dayanılmaz baş ağrılarından birinin daha geldiğini duyumsuyordu. Bazen bu ağrılar sıcak bir yaz günü o uğursuz gök gürültülü fırtınalarının öncesindeki kümülüs bulutları gibi korkutucu biçimde ortaya çıkarlardı. Ama sonra... yaz gününün çirkin sağanakları gibi bir yöne doğru kasıp kavurarak geçip giderlerdi.

Odetta böyle fırtınalardan birinin daha kopacağını düşündü. Fırtına bütünüyle gök gürültüsü, şimşekler ve golf topu büyüklüğünde doluyla birlikte gelecekti.

Beşinci Bulvar'daki geriye doğru kayan sokak lambaları pek parlak ışık veriyorlardı.

Andrew deneme yapar gibi sordu, "Oxford nasıldı, Bayan Holmes?"

"Pek nemliydi. Şubat ayı olsun, ya da olmasın, orası pek nemliydi" diyen Odetta duraladı. Boğazına doğru safra gibi yükselen sözcükleri söylemeyeceğini, onları yeniden yutacağını kendi kendisine anımsatıyordu. onları söylemek gereksiz bir acımasızlık olacaktı. Andrew'un dünyadaki son Silahşorlardan söz açması adamın sonu gelmez çocukça gevezeliklerinden yalnızca biriydi. Ama, her şeyin ötesinde sözleri pek aşırıya gitmiş ve adamın ağzından kaçıvermişlerdi. Ancak, bunu söylemek kadının görevi değildi.

Yeniden konuşmaya başlarken Odetta'nın sesi her zamanki gibi sakin ve kararlı çıktı. Ama kendisi, ağzından kaçırdıklarının hemen farkına varıyordu, "Ben oraya gider gitmez kefalet verecek kişi geldi. Kuşkusuz ona önceden haber vermişlerdi. Her şeye karşın, onlar orada durup beni beklediler ve ben de olabildiğince uzun süre onları bekledim. Sonunda sanırım onlar kazandılar ve ben altımı ıslattım (!)"

Bu sözleri üzerine Odetta bir kez daha Andrew'un gözlerini kırpıştırdığını gördü. Durmayı istedi ama duramayıp sözlerini sürdürdü, "Onların sana öğretmeyi istedikleri de bu, anlıyorsun değil mi? Kısmen seni korkutmak... Çünkü korkan kişi sanırım onların Güney Toprakları'na bir daha geri gelmez ve onları yeniden rahatsız etmez. Oysa ben düşünüyorum da, onların çoğu (geri zekâlı olanları bile. Ve üstelik hepsi geri zekâlı değiller) ne yaparlarsa yapsınlar sonunda değişimin geleceğini biliyorlar ve ellerinden geldiğince değişimi seni aşağılamak için kullanıyorlar. Sana aşağılanabileceğim öğretiyorlar. Tanrı'nın, İsa'nın ve tüm Azizler heyetinin önünde kendi kendini kirletmeyeceğine yemin ediyorsun. Ama, onlar yeterince uzun süre orda durup bekleyince kuşkusuz sen kendi kendini kirletiyorsun. Burada edineceğin ders şu ki, sen başka bir şey ya da daha iyi bir şey değil ama kafesteki bir hayvansın. Yalnızca kafesindeki bir hayvan, işte o durumda kalınca ben altımı ıslattım (!) Şimdi de kurumuş idrarın ve o kahrolası kafesin kötü kokusunu duyumsuyorum. Onlar bizim maymunlardan geldiğimizi düşünüyorlar, bilirsin. Ve o da, tam şu anda benim koktuğum gibi bir kokuydu: Bir maymun kokusu."


Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   33




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə