Stephen King Maça Kızı



Yüklə 2,05 Mb.
səhifə17/43
tarix22.07.2018
ölçüsü2,05 Mb.
#58435
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   43

"Ben... Ben..." Ne çare ki çocuk söyleyecek bir şey bulamadı, ne bir şey uydurabilir, ne de yalan söyleyebilirdi. Gerçeği bile söyleyemezdi. Bobby birden kendini çok yorgun hissetti. Şimdi dünyada en çok istediği şey yatak odasına sürünüp yatağının örtülerinin alt saklanmak ve uyumaktı.

Ted, "Onu ben verdim," dedi. "Dün."

"Oğlumu Bridgeport'taki bir bahisçinin yerine mi götürdün? R. poker salonuna mı götürdün?"

Bobby, anahtarlığın kordonunda bahisçi yeri diye yazılı değildi diye düşündü. Poker salonu da demiyordu. Çünkü bu gibi şeyler kanunen yasak. Annem orada neler olup bittiğini babam oraya gittiği için biliyor. Babasının oğlu diye düşünüyor benim için.

Ted, "Onu sinemaya götürdüm," dedi. "Criterion'da Lanetliler Köyü adında bir film oynuyordu. O filmi seyrederken ben bir iş için Köşebaşı Cebi'ne gittim."

"Ne biçim işmiş bu?"

"Bir boks maçıyla ilgili bahse girdim." Bobby fena halde bozuldu. Neyin var senin? Niçin yalan söylemedin? Annemin bu gibi şeyler hakkında ne düşündüğünü bir bilsen... Ted biliyordu. Tabii ki biliyordu.

"Boks maçıyla ilgili bir bahis ha." Liz başını salladı. "Demek boks maçıyla ilgili bir bahse girebilmek için oğlumu Bridgeport'un bir sinemasında yalnız başına bıraktın." Genç kadın delice bir ifadeyle güldü. "Bu yüzden sana minnettar olmam gerekiyor, değil mi? Ona ne güzel bir armağan getirmişsin. Kendisi de bir bahse girmeye ya da babası gibi poker oynayarak parasını kaybetmeye karar verirse, nereye gideceğini biliyor artık."

Ted, "Onu iki saat için bir sinemada bıraktım," dedi. "Onu bana emanet etmiştin. Her iki macerayı da kazasız belasız atlattı, değil mi?"

Liz bir an suratına tokat yemiş, sonra da bir an ağlayacakmış gibi göründü. Ardından yüzünden tüm ifade silindi. Elini anahtar halkasının etrafında yumruk yaparak cismi cebine attı. Bobby onu bir daha görmeyeceğini biliyordu. Umurunda değildi. Onu zaten bir daha görmek istemiyordu.

Annesi, "Bobby, odana git," dedi.

"Hayır-"

"Bobby, odana git"

"Hayır! Gitmeyeceğim!"

Paspasın üstünde, Liz Garfield'in bavullarının yanında bir güneş kümesinin içinde duran ve Liz Garfield'in eski bluzunun içinde yüzen Carol içerde seslerin yükselmesi üzerine ağlamaya başladı.

Ted, "Odana git, Bobby," dedi yavaşça. "Seninle tanıştığım ve seni tanıdığım için mutluyum."

Bobby'nin annesi çok şey ima eden öfkeli bir sesle, " Seni tanıdığım için çok mutluyum!'" Ama Bobby onu anlayamadı, Ted de ona dikkat etmedi.

Ted, "Odana git," diye yineledi.

"Siz iyi olacak mısınız? Ne demek istediğimi biliyorsunuz."

"Evet." Ted gülümsedi, parmaklarını öptü ve öpücüğü Bobby'ye doğru üfürdü. Bobby öpücüğü yakaladı, etrafında elini yumruk yaptı ve onu sıkı sıkı tuttu. "İşlerim yolunda gidecek."

Bobby yavaşça yatak odasının kapısına yürüdü. Başını eğmiş, gözlerini papuçlarının üstüne dikmişti. Kapının yanına varmıştı ki, bunu yapamam. Böyle gitmesine izin veremem, diye düşündü.

Ted'in yanına koştu, adama sarıldı ve yüzüne, alnına, yanaklarına, çenesine, dudaklarına, gözlerinin ince ve ipeksi kapaklarına öpücükler yağdırmaya başladı. "Ted, seni seviyorum."

Ted de kararından dönerek onu kucakladı. Bobby yaşlı adamın tıraş kreminin kokusunu ve Chesterfield sigaralarının daha kuvvetli aramasını duyabiliyordu. Bu kokuları tıpkı Ted'in iri ellerinin ona dokunuşu, sırtını okşayışı ve kafatasının arkasını avuçlayışı gibi uzun zaman beraberinde taşıyacaktı. Ted, "Bobby, ben de seni seviyorum," dedi.

"Yapmayın, Tanrı aşkına!" Liz bu sözleri neredeyse bağırarak söylemişti. Bobby ona doğru döndü ve Don Biderman'ın annesini bir köşeye sıkıştırdığını gördü. Bir yerlerde Benny Goodman Orkestrası'nın sonuna kadar açılmış bir hi-fi'si çalıyordu. Bay Biderman tokatlayacakmış gibi elini uzatmıştı. Adam, Liz'e daha isteyip istemediğini soruyor, böylesinden hoşlanıyorsa daha fazlasını verebileceğini söylüyordu. Annesinin dehşet içindeki kavrayışını Bobby tâ içinde hissedebiliyordu.

"Bilmiyordun, değil mi?" dedi. "En azından isteklerinin tümünü bilmiyordun. Senin bildiğini sandılar, ama sen bilmiyordun."

Annesi, "Hemen odana git. Yoksa polise telefon edip bir devriye arabası yollamalarını isterim. Şaka etmiyorum, Bobby-O."

Bobby, "Şaka etmediğini biliyorum," dedi. Odasına girip kapıyı kapadı. Önce iyi olduğunu düşündü, ama sonra kusacağını veya bayılacağını ya da her ikisini yapacağını sandı. Titreyen bacaklarla odanın öteki ucundaki yatağına yürüdü. Sadece buraya oturmaya niyetlenmişti, ama midesiyle sırtındaki bütün kaslar yok olmuş gibi yatağa köşegen biçim de uzandı. Ayaklarını yukarı kaldırmayı denedi, ama bacakları da bütün kaslarını yitirmiş gibi hareketsiz kaldı. Birden Sully-Jonn gözlerinin önünde canlandı. Üstünde mayosuyla bir yüzer raftın merdivenini tırmanıyor kalasın ucuna koşuyor ve suya dalıyordu. Şimdi S-J'nin yanında olmak isterdi. Burada olmasın da nerede olursa olsundu. Burada olmasın da nerede olursa olsundu. Burada olmasın da başka her nerede olursa olsundu.

Bobby uyandığında odasındaki ışık loşlaşmıştı. Yere baktığı zaman penceresinin dışındaki ağacın gölgesini göremiyordu. Üç, belki de dört saat uyumuş ya da baygın yatmıştı. Ter içinde kalmış, bacakları uyuşmuştu. Onları yatağın üstüne çekmemişti.

Şimdi bunu deneyince ayaklarına saplanan iğneler neredeyse haykırmasına yol açacaktı. Bunun üzerine yere kaydı, iğneler şimdi bacaklarının yukarsına kayarak kasıklarına kadar çıktı. Dizlerini kulaklarına kadar yükseltmiş durumda oturuyor, sırtı sancıyor, bacakları titriyordu. Kafasının içi de sanki pamukla doluydu. Korkunç bir şey olmuştu, ama o bunun ne olduğunu önce hatırlayamadı. Orada sırtını yatağın başına dayayıp otururken ve Yalnız Kovboy maskeli Clayton Moore'a bakarken her şeyi hatırlamaya başladı. Carol'un çıkık kolu, dayak yemiş ve çılgına dönmüş annesi, onun yeşil anahtarlığı burnuna sokusu. Ve tabii ki Ted.

Ted şimdiye kadar gitmiş olmalıydı. Bu en iyisiydi, ama düşüncesi bile insana ne kadar acı veriyordu.

Ayağa kalkıp odayı iki kere arşınladı. İkinci defasında pencerenin yanında durdu, tutulmuş ve terli ensesini elleriyle ovuşturarak dışarı çıktı Sokağın biraz aşağısında Sigsby ikizleri Dina ve Dianne ip atlıyorlardı, ama öteki çocuklar akşam yemeği yemek ya da yatmak için içeri girmişlerdi. Park farlarını yakmış bir araba kayarak geçti. Saat Bobby'nin sandığından daha geçti. Gecenin tanrısal gölgeleri ortalığı kaplıyordu.

Bobby bacaklarındaki karıncalanmayı gidermek için odasını bir kez daha dolaştı. Kendini hücresini arşınlayan bir tutuklu gibi hissediyordu, oda kapısının kilidi yoktu -annesininkinin de yoktu- ama o kendini buna rağmen bir tutsak gibi hissediyordu. Dışarı çıkmaya korkuyordu. Annesi onu yemeğe çağırmamıştı, Bobby de karnının -en azından biraz- aç olmasına rağmen, dışarı çıkmaya korkuyordu. Onu nasıl bulacağından ya da onu hiç bulamamaktan korkuyordu. Ya annesi sonunda Bobby-O' dan, yalancı ve budala küçük Bobby-O'dan, babasının oğlundan bıktığına karar verdiyse? Liz oradaysa ve görünürde normal olsa bile... Normal diye bir şey var mıydı? İnsanların bazen yüzlerinin gerisinde korkunç şeyler oluyordu. Bobby şimdi biliyordu bunu.

Odasının kapalı kapısına ulaşınca durdu. Yerde bir kâğıt parçası görmüştü. Eğilip aldı. Ortalık henüz yeterince aydınlık olduğundan kâğıtta yazılı olanları rahatça okuyabildi.

Sevgili Bobby

Bu pusulayı okuduğun zaman ben gitmiş olacağım, ama seni düşüncelerimde beraberimde götüreceğim. Lütfen anneni sev ve onun seni sevdiğini unutma. Bu öğleden sonra korkmuş, incinmiş ve utanmıştı, insanları biz bu halleriyle gördüğümüz zaman onları en kötü halleriyle görmüş oluruz. Odamda senin için bir şey bıraktım. Verdiğim sözü unutmayacağım.

Sevgiler, Ted

Kartlar, bana verdiği söz buydu. Bana kartlar yollayacaktı. Bobby kendini daha iyi hissederek Ted'in gitmeden önce kapısının altından içeri attığı pusulayı katladı ve odasının kapısını açtı.

Oturma odası boştu, ama düzeltilmişti. TV'nin yanındaki duvar eskiden orada güneş biçiminde bir saat olduğunu bilmeseniz hemen hemen kusursuz görünüyordu. Şimdi duvarda saatin eskiden ası olduğu vidalı çivi boş kalmıştı.

Bobby annesinin odasında horladığını duydu. Liz hep horlardı ama bu yaşlı birininki ya da sinemada horlayan bir sarhoşunun ki gibi ağır bir horultuydu. Bobby, bu onu incittikleri için, diye düşündü.

Bir an Bay Biderman'la iki serseri arkadaşının birbirlerini dirsekleriyle dürtmeleri ve sırıtmaları gözlerinin önünde canlandı. Bobby, öldü domuzu, kes gırtlağını, diye düşündü. Bunu düşünmek istemiyordu ama düşünmemek elinde değildi.

Bobby, Jack'in devin şatosundaki adımları kadar sessiz biçimde parmaklarının ucuna basa basa oturma odasını aştı, holün kapısını açtı ve dışarı çıktı. İlk merdiveni ayaklarının ucuna basarak çıktı. (Tırabzan tarafını yeğlemişti. Nedeni de Hardy Boys polisiye romanlarında merdivenin o yanından çıkılması halinde basamakların daha az gıcırdadığını okumuş olmasıydı.) İkinci katın merdivenini ise koşa koşa tırmandı.

Ted'in kapısı açık duruyordu; gerideki oda hemen hemen boştu. Oraya koyduğu tek tük birkaç parça eşya; gün batımında balık tutan bir adam, İsa Peygamber'in ayaklarını yıkayan Mary Magdalene'in bir resmi, bir takvim gitmişti. Masanın üstündeki sigara tablası boştu, hemen yanındaysa Ted'in saplı torbalarından biri duruyordu, içinde karton kapaklı dört kitap vardı: Hayvan Çiftliği, Avcının Gecesi, Hazine Adası ve Farelerle İnsanlar. Kese kâğıdının yanında Ted'in titrek, fakat rahatlıkla okunabilir elyazısıyla şunlar yazılıydı:

"Önce Steinbeck'i oku. Lennie'ye Lennie'nin daima duymayı istediği öyküyü anlatırken George, "Bizim gibi gençler," diyor. Bizim gibi gençler kim? Steinbeck için ne anlam taşıyor? Senin için ne anlam taşıyor? Kendi kendine bunu sor."

Bobby karton kapaklı kitapları aldı, ama torbayı bıraktı. Ted'in saplı kâğıt torbalarından birini görürse annesinin tekrar çıldırmasından korkmuştu. Buzdolabına bakınca içinde bir şişe Fransız hardalıyla bir karbonattan başka bir şey görmedi. Buzdolabını kapadı ve etrafına bakındı. Burada sanki hiç kimse yaşamamıştı. Yalnız... sigara tablasına yürüdü, burnuna yaklaştırdı ve derin derin soludu. Chesterfield'lerin kokusu kuvvetliydi ve Ted'i geri getirdi. Ted'in yanında, mutfak masasının başında oturup Sineklerin Tanrısı hakkında konuşmasını, banyo aynasının karşısında durup o korkunç görünümlü usturasıyla tıraş olmasını ve ona anlamadığı yorumları okuyan Bobby'yi dinlemesini.

Ted'in kese kâğıdının bir yanında son bir soru bırakması: Bizim gibi gençler. Bizim gibi gençler kim?

Bobby tekrar soluyarak küçük kül zerreciklerini içine çekti ve hapşırmamak için kendini zorladı. Kokuyu içinde tuttu, gözlerini kapayarak onu elinden geldiğince belleğine işledi, bu arada pencerenin dışındaki karanlıktan bir çağrı gibi Bowser'in kaçınılmaz ve sonu gelmez havlamaları geliyordu: "Vuuf-vuuf- vuuf, vuuf-vuuf-vuuf."

Bobby sigara tablasını tekrar masanın üstüne bıraktı. Hapşırma hissi geçmişti. Çocuk, bir Chesterfield içeceğim. Bütün hayatımca onları içeceğim, diye karar verdi.

Kitapları önünde tutarak ve ikinci kattan binanın holüne inerken merdivenin dışında yürüyerek kendi dairesine yollandı. Eve süzüldü, oturma odasından parmaklarının ucuna basa basa geçti. (Annesi hâlâ horluyor, her zamankinden daha gürültülü sesler çıkarıyordu.) ve yatak odasına girdi. Kitapları yatağının altına -çok geriye- koydu. Annesi onları bulursa Bay Burton'un ona verdiğini söyleyecekti. Bu bir yalandı, ama doğruyu söylerse annesi kitapları elinden alırdı. Hem yalan söylemek artık ona kötü gözükmüyordu. Yalan söylemek gerekli olabilirdi. Zaman içinde bir zevke bile dönüşebilirdi.

Bundan sonra? Midesindeki guruldama onun yerine karar verdi. Sırada bir çift fıstık ezmeli ve marmelatlı sandviç vardı.

Mutfağa gitmeye hazırlandı. Annesinin aralık duran yatak odası kapısının dışından bir şey düşünmeden parmaklarının ucuna basarak geçti sonra durdu. Liz yatağında kıpırdıyordu. Horultuları da kopuk kopuk olmuştu ve kadın uykusunda konuşuyordu, inler gibi yapılan bir konuşmaydı. Bobby ne söylediğini çıkaramasa da buna gerek olmadığını anlamakta gecikmedi. Annesini nasılsa duyuyordu Her şeyi de görüyordu. Annesinin düşüncelerini? Düşlerini? Bunlar neyseler, korkunçtular.

Bobby mutfağa doğru üç adım daha atmayı başardı, ama son kadar korkunç bir şey gördü ki, soluğu tıpkı bir buz parçası gibi boğazına tıkandı. BRAUTİGAN'I GÖRDÜNÜZ MÜ! O, SOYU BELİRSİZ YASLI BİR KÖPEKTİR, ama BİZ ONU SEVİYORUZ!

Çocuk, "Hayır," diye fısıldadı. "Ah anne, hayır."

Annesinin bulunduğu yere girmek istemiyordu, fakat ayaklan kendiliğinden o yöne döndü. Tıpkı bir rehine gibi ayaklarının onu götürdüğü yere gitti. Elinin uzanarak annesinin yatak odası kapısını sonuna kadar açmasını seyretti.

Annesinin yatağı bozulmamıştı. Liz, elbisesiyle örtünün üstüne uzanmış, bir bacağını, dizi göğsüne değecek şekilde yukarı kıvırmıştı. Bobby onun çorabının üst kenarını ve jartiyerini görebiliyordu. Bu da ona Köşebaşı Cebi'ndeki takvim kızını, eteklerini yukarılara kadar sıyırarak arabadan inen bayanı hatırlattı. Şu farkla ki, Packard'dan inen bayanın çorabının yukarsında çirkin izler yoktu.

Liz'in yüzünün bereli olmayan yerlerini sanki ateş basmıştı; saçları terden keçeleşmiş; yanakları gözyaşlarından ıslanmış, bulaşan makyajından yapış yapış olmuştu. Odaya girdiğinde bir kalas Bobby'nin ayağının altında gıcırdadı. Liz bir çığlık atınca, çocuk taş kesildi. Annesinin gözlerinin açılacağına emindi.

Fakat Liz uyanacağına duvara doğru yuvarlandı. Odasında Liz'den yayılan karmakarışık düşünceler ve imajlar net değil, fakat daha keskindi. Tıpkı bir hastadan dökülen terler gibi. Bütün bunların arasına Benny Goodman'ın müziği karışıyor, kadının boğazına dökülen kanın kokusu duyuluyordu.

Bobby, Brautigan'ı gördünüz mü, diye düşündü. O, soyu belirsiz yaşlı bir köpektir, ama biz onu seviyoruz. Brautigan'ı gördünüz mü?

Liz yatmadan önce perdelerini kapattığından oda çok karanlıktı. Bobby bir adım daha attı, sonra annesinin bazen makyajını yapmak için önüne oturduğu aynalı masanın başında durdu. Liz'in çantası oradaydı. Bobby, Ted'in onu kucaklayışını düşündü. Bobby bu kucaklanmayı çok istemiş, müthiş bir ihtiyaç duymuştu. Ted sırtını okşamış, kafasını avuçlamıştı. "Dokunduğum zaman bir tür pencere geçiririm. Joneport'tan dönerlerken Ted takside ona öyle demişti. Şimdi annesinin makyaj masasının başında ellerini yumruk yapmış vaziyette dururken Bobby bu pencereden annesinin kafasından geçenleri seyretti.

Önce annesinin trenle eve dönüşünü gördü. Liz kendi içine bükmüştü, yüzünü mümkün olduğu kadar az insanın görmesi için Proidence'le Harwich arasında on bin arka bahçeye bakışını dikmişti. Bobby, Carol bluzunu giyerken Liz'in, rafta diş bardağının yanında duran parlak yeşil renkli anahtar halkasını fark ettiğini gördü. Onun Carol'u evine götürdüğünü, yol boyunca kızı soru yağmuruna tuttuğunu, soruları tıpkı makineli tüfek gibi birbiri ardına sıraladığını gördü. Numara yapamayacak kadar sarsılmış ve yıpranmış olan Carol soruların hepsini yanıtlamıştı. Bobby annesinin Commonwealth Parkı'na doğru yürüdüğünü -hayır, topalladığını- gördü. Onun, bu karabasandan bari yararlı bir şeyler çıkabilse, yararlı herhangi bir şey çıkabilse, diye düşündüğünü duydu.

Annesinin gölgedeki bir banka oturduğunu, bir süre sonra da ayağa kalkıp bir baş ağrısı ilacı almak ve eve dönmeden önce bunu yutmak için fark edişini seyretti. Spicer'e doğru yürüdüğünü gördü. Sonra tam parktan çıkacağı sırada Bobby onun bir ağaca tutturulmuş olan bir şeyi fark edişini seyretti. Bu şeyler zaten kentin her tarafında bir yerlere iliştirilmişti. Liz parka giderken birkaç tanesinin yanından geçmiş, ama düşünceye dalmış olduğu için onları fark etmemiş olmalıydı.

Bobby bir kez daha kendini kendi vücudunun içindeki bir yolcu gibi hissetti, hepsi bu kadar. Elinin uzandığını (Birkaç yıl sonra parmakları bir sigara tiryakisinin sarı lekeleriyle kaplanacaktı.) iki parmağının bir makas hareketi yaparak Liz'in çantasından sarkan bir şeyi yakaladığını gördü. Bobby kâğıdı açtı ve yatak odasının kapı yönünden gelen zayıf ışıkta ilk iki satırı okudu:

BRAUTIGAN'I GÖRDÜNÜZ MÜ!

O, SOYU BELİRSİZ YAŞLI BİR KÖPEKTİR,

ama BİZ ONU SEVİYORUZ!

Bobby'nin gözleri aşağıdaki satırlara kaydı. Bunlar hiç kuskusuz annesini büyülemiş, başka tüm düşünceleri aklından silmişti:

ÇOK BÜYÜK BİR ÖDÜL vereceğiz. (şşş)

Liz'in dilediği, umut ettiği, gerçekleşmesi için dua ettiği iyi şey buydu; burada ÇOK BÜYÜK BİR ÖDÜL vardı.

Peki.

Tereddüt edemedin, değil mi? Çünkü hayat Don Biderman'larla doluydu ve hayat da âdil değildi.



Bobby elinde posterle ayaklarının ucuna basa basa odayı terk etti. Geniş ve yumuşak adımlar atıyor, ayaklarının altında bir kalas gıcırdayınca donup kalıyor, sonra yine ilerliyordu. Arkasında annesinin mırıltı halindeki konuşması, yerini yine hafif horultulara bırakmıştı. Bobby oturma odasına ulaşabildi, kilidin tıkırdamasına engel olmak için kapı kapanana kadar tokmağı sıkıca tuttu. Sonra, telefona koştu. Şimdi annesinden uzaklaşınca kalbinin yarış temposuyla attığını, boğazında da pas tadı olduğunu fark ediyordu. Duyduğu açlıktan eser kalmamıştı.

Telefonun ahizesini eline aldı, annesinin kapısının hâlâ kapalı olduğuna emin olmak için alelacele etrafına bakındı, ardından postere danışmadan numarayı çevirdi. Numara belleğine işlenmişti: HOusitonic 5-8337.

Numarayı çevirmesi sona erince sadece bir sessizlik oldu. Bunda da şaşılacak bir şey yoktu: Harwich'de bir HOusitonic santralı yoktu ki. Ve Bobby garip şekilde sıcak olan kasıklarıyla ayaklarının tabanı dışında tepeden tırnağa üşüyordu. Nedeni Ted hesabına duyduğu korkuydu. Hepsi bu.

Bobby ahizeyi yerine bırakacağı sırada bir tıkırtı duyuldu. Derken bir ses, "Evet?" dedi.

Bobby, bu Biderman, diye panik halinde düşündü. Tanrım, bu Biderman!

Ses, "Evet?" dedi yine. Hayır, Biderman'ın sesi değildi. Biderman'a göre fazla hafifti. Bir hergelenin sesiydi bu ve vücut ısısı hızla sıfır noktasına doğru düşerken Bobby hattın öbür ucundaki adamın gardrobunda mutlaka sarı bir paltosu olduğunu bildi.

Gözleri birden ısındı ve arkaları kaşınmaya başladı. "Bu Sagamo ailesi mi?" diye sormak dilinin ucuna kadar gelmişti. Telefona yanıt veren her kimse evet derse, Bobby onlardan Ted'i rahat bırakmalarını isteyecekti. Onlara Ted'i rahat bırakırlarsa, Bobby Garfield'in onlar için her ne isterlerse yapacağını söyleyecekti. Ama şimdi fırsat ayağına geldiği halde hiçbir şey söyleyemiyordu. Şu ana kadar alçak adamların varlığına yüzde yüz inanmamıştı. Şimdi hattın öbür ucunda bir şey vardı, Bobby Garfield'in bildiği hayatla hiçbir ilişiği olmayan bir şey.

Ses, "Bobby?" dedi. Seste gizli bir zevk seziliyordu. Bir kere daha Bobby dedi, ama soru işareti olmadan. Bobby'nin görüş alanına lekeler dolmaya başladı; evin oturma odası birdenbire siyah renkli bir karla doldu.

Bobby, "Lütfen..." diye fısıldadı. Tüm iradesini toplayarak cümlesini tamamlamak için kendini zorladı. "Ne olur, gitmesine izin verin."

Boşluktan gelen ses, "Olamaz," dedi. "O Kral'a aittir. Sen uzak dur, Bobby, işimize karışma. Ted bizim köpeğimiz. Sen de bizim köpeğimiz olmak istemezsen uzak dur."

Klik.

Bobby telefonu bir saniye daha kulağında tuttu. Titremeye ihtiyaç duyuyor, ama üşüdüğü için bunu da yapamıyordu. Gözlerinin arkasındaki kaşıntı hafiflemeye yüz tutmuş, görüşüne karışan iplikler de ortalığa egemen kasvetin içinde erimeye başlamıştı. Sonunda telefonu başının yanından uzaklaştırdı, onu elinden bırakmaya hazırlandı, ama sonra durakladı. Telefon aygıtının delikli ahizesinde düzinelerle küçük kırmızı daire göze çarpıyordu. Hattın öbür ucundaki şeyin sahibi sanki telefonun kanamasına neden olmuştu.



Bobby yumuşak ve hafif iniltiler salıvererek ahizeyi yerine bıraktı ve odasına yürüdü. Sagamore Ailesi'nin numarasındaki adam, "Sen işimize karışma," demişti ve, "Ted bizim köpeğimiz," diye eklemişti. Ama Ted bir köpek değildi. O bir insandı ve Bobby'nin arkadaşıydı.

Bobby, annem bu gece Ted'in nerede olacağını onlara söylemiş olabilir. Sanırım, Carol biliyordu. Biliyorsa ve anneme söylediyse... diye düşündü.

Bobby Bisiklet Fonu kavanozunu kaptı. İçindeki bütün parayı aldı ve odadan çıktı. Annesine bir not bırakmayı düşünmüştü, ama bırakmadı. Bırakmış olsa, Liz HOusitonic 5-8337'ye tekrar telefon eder ve Bobby-O'sunun ne yaptığını o uçtaki hergeleye söyleyebilirdi ki bırakmayışının nedenlerinden biri buydu. İkinci bir neden, Ted'i zamanında uyarabilirse onunla gidebilecek olmasıydı. Ted şimdi onunla gitmesine izin vermek zorunda kalacaktı. Ya alçak adamlar onu öldürür veya kaçırırlarsa? Bütün bunlar da kaçmakla aşağı yukarı aynı şey, öyle değil mi?

Bobby evin içinde son bir defa etrafına bakındı. Annesinin horlamalarına kulak verirken elinde olmayarak yüreği burkuldu. Kafasının içinde de bir çekişme vardı. Ted haklıydı: Bobby her şeye rağmen annesini seviyordu. Eğer ka varsa, annesini sevmesi de bunun bir parçasıydı.

Öyleyken Bobby annesini bir daha görmemeyi ümit ediyordu.

Bobby, "Hoşça kal, anne," diye fısıldadı. Bir dakika sonra Broad Sokağı Tepesi'nde gitgide koyulaşan karanlığın içine koşuyordu. Bir tekinin bile dışarı fırlamaması için bir eli cebindeki para tomarının üstündeydi.


X. YİNE ORALARDA BİR YERDE. KÖŞEBAŞI ÇOCUKLARI. SARI PALTOLU ALÇAK ADAMLAR. HESABI ÖDEMEK.
Bobby, Spicer'deki jetonlu telefondan bir taksi çağırdı, taksinin gelmesini beklerken de dükkânın dışındaki panodan bir BRAUTIGAN kayıp evcil hayvan posterini indirdi. Ayrıca bir '57 model Rambler'in sahibinden satılık olduğunu bildiren baş aşağı kartı söktü. Onları buruşturup kapının yanındaki çöp kovasının içine attı. Harwich'in batı yakasındaki çocuklar arasında aksi olarak tanınmış ihtiyar Spicer'in bunu yaptığını görüp görmediğini anlamak için omzunun üzerinden arkasına bakmadı.

Sigby ikizleri oradaydı. Sek sek oynamak için atlama iplerini bir yana bırakmışlardı. Bobby onların yanına yürüdü ve sek sek dörtlerinin yanına çizilmiş şekillere baktı.

Dizlerinin üstüne çöktü. Taşını 7'ye atmak üzere olan Dina ona bakmak üzere durdu. Dianna kirli parmaklarıyla ağzını örttü ve kıkırdadı. Onları görmezlikten gelen Bobby her iki elini de kullanarak şekilleri tebeşir bulamaçlarına dönüştürdü. İşi bitince kalkıp ellerinin tozunu sildi. Spicer'in üç arabalık park alanındaki ışık aniden yanınca Bobby ile kızların gölgeleri boylarından çok daha fazla uzadı.

Dina, "Niçin yaptın bunu, budala Bobby Garfield? Güzeldiler," dedi.

Bobby, "Uğursuzluk getirirler," diye yanıt verdi. "Hem siz ikiniz niçin evinizde değilsiniz?" Yanıt hakkında pekâlâ bir fikri vardı. Yanıt, iki kardeşin kafalarının içinde Spicer'in camekânındaki bira reklamları gibi ışıldıyordu.

Dianne, "Annemle babam kavga ediyorlar," dedi. "Annem babamın bir kız arkadaşı olduğunu söylüyor." Dianne gülmeye başladı, kız kardeşi de ona katıldı, ama gözlerinde korku okunuyordu. Bobby'ye Sineklerin Tanrısı'ndaki çocukları hatırlatıyorlardı.

Bobby, "Ortalık büsbütün kararmadan evinize gidin," dedi.

Dina, "Annem dışarda kalın dedi," diye açıkladı.

"Öyleyse o budalanın teki. Baban da öyle. Gidin!"

Kardeşler bakıştılar, Bobby de onları daha da fazla korkuttuğunu anladı. Ancak, umurunda değildi. Onların atlama iplerini kapıp yokuş yukarı koşmalarını seyretti. Çağırdığı taksi beş dakika sonra farlarıyla çakılları tarayarak dükkânın yanındaki park alanına girdi.

Şoför, "Hıh," dedi. "Verecek parası olsa bile küçük bir çocuğu ortalık karardıktan sonra Bridgeport'a götürmek hesapta yoktu."

Bobby, "Bir sorun çıkmaz," diyerek taksiye bindi. Şoför onu geri atmaya niyetlense bile bunu yapabilmek için bagajda bir kol demiri bulunması gerekirdi. Bobby, "Dedem beni karşılayacak," diye ekledi. Ne var ki dedesinin onu karşılayacağı yerin Köşebaşı Cebi olmayacağına karar vermişti. Damalı bir taksiyle oraya gitmeyecekti. Orada birisi o gözleyebilirdi. "Wo Tombul Makarna Şirketi'nde ineceğim," dedi. "Narrgansett Caddesi'ndedir." Köşebaşı Cebi de Narragansett'deydi. Bobby sokak adını anımsamamış, ama taksi çağırdıktan sonra rehberin sarı sayfalarında bulmuştu.

Şoför sokağa doğru geri geri gitmeye başlamışken durdu. "Narragansett mi? Orası bir çocuğun gidebileceği bir yer değildir. Gün ışığında bile."


Yüklə 2,05 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə