padişah tarafından genellikle uygulanmamasına rağmen geri dönmemişler ve Alman
menfaatleri için İstanbul’da büyük hizmetlerde bulunmuşlardır.
Von der Goltz’un Osmanlı hizmetine girdiği 1883 yılında Osmanlı Ordusunun durumu
gerçekten içler acısıydı. Türk-Rus savaşının sona ermesinden beri piyade ve topçu
sınıfının askerleri hiç atış talimi yapmamıştı. Bütün İstanbul garnizonu yalnız atış
eğitimi yapmamakla kalmıyor, aynı zamanda hiçbir birlikte mermi de bulunmuyordu.
İzzet paşa, yayınladığı muhtıralarla orduda atış eğitimi ve muharebe atışının, büyük
ölçüde sahra tatbikatının ve her türlü manevranın yasak olduğunu bildirmişti. Liyakatsız
generallerin etkili makamlarda bulunduğu Osmanlı Ordusunda, Harp Okulundan yetişen
yetenekli genç subayların da önü kesiliyordu. Sultan Abdülhamit, kurduğu istihbarat
örgütü ile askeri okulları ve birlikleri gizlice takip ettiriyordu. İşte bu şartlar altında
Osmanlı ordusunda Askeri okullar müfettişi olarak göreve başlayan Goltz’un işi hiçte
kolay olmayacak, hatta Genelkurmay İkinci Başkanlığı görevine geldikten sonra daha
da zorlaşacaktı (Wallach, 1985:52-65).
Askeri Okullar Müfettişliği görevine başlayan Von der Goltz, hemen askeri okulların
ıslahı için çalışmalara girişti. Harp Okulu o zamanlar iki ayrı bölümden oluşuyordu.
Askeri Okul ve Kurmay Okulu. Askeri okulda, öğrenciler birkaç yıllık eğitim
görüyorlar ve sonra bir kısmı subay olarak kıtalara gönderiliyordu. İçlerinden seçilen en
iyi öğrenciler, Kurmay subay olmak için birkaç yıl daha eğitildikleri Kurmay Okulu’na
alınıyordu. Ancak her iki okulun ders planları arasında önemli bir fark bulunmuyordu.
Sadece düzeyleri farklı olan her iki okulda, kısa bir süre sonra birlik komutanı olacak
kimseler için eğitim kurumu olmaktan çok, mühendis akademisine benziyordu. Bu
okullarda astronomi, diferansiyel ve integral hesapları, inşaat ve birazda topografya
öğretiliyordu. Genç kurmay subaylar, öğrenimlerini bitirdikleri zaman, şaşılacak
derecede kuramsal bilgelere sahip oluyorlardı. Ancak kendileri için asıl yararlı olacak
binicilik, atıcılık ve sahra hizmetleri gibi konularda herhangi bir eğitim almıyorlardı
(Wallach, 1985:54).
Askeri Okullardaki eğitim müfredatını değiştirmek isteyen Von der Goltz, bu konuda
Serasker Osman Paşa’yı da ikna etmeyi başardı. Askeri okul için Alman Harp
Okulu’nu, Kurmay Okulu için de Berlin Harp Akademisini örnek alan Von der Goltz,
her iki okul içinde ayrı ayrı ders programları hazırladı. Askeri olmayan dersler büyük
206
ölçüde azaltılırken, binicilik ve atıcılık gibi beş yeni askeri ders eğitim programına dâhil
edildi. Osmanlı hizmetine girerken yaşlı askeri öğrencilere bile en kaba şekilde
uygulanan dayak cezasının kaldırılmasını şart koşan Goltz, genç Türk Subaylarıyla
yakın ilişkiler kurmuş ve onların saygısını kazanmıştı. Türkiye’deki yaklaşık 12 yıllık
öğretim çalışmaları sırasında, Harp Okulunda ders kitabı olarak okunmak üzere, 4000
sayfadan fazla Türkçe ders notu ve ders kitabı yayınlanmıştır (Wallach, 1985:54 ;
Yılmaz 1993:41).
Askeri Okullar Müfettişliği görevinde oldukça başarılı görünen Von der Goltz Paşa,
Genelkurmay İkinci Başkanlığı görevinde ise aynı başarıyı tekrarlayamamıştır. Askeri
Okullarda ilk görevine başladığında, padişah II. Abdülhamit’in peşine taktığı hafiye
nedeniyle yaşanan sorunları güç bela aşabilen Goltz, yeni görevine başladıktan sonra
yazdığı mektuplarda da sürekli padişahtan şikâyet etmektedir. Bir dostuna yazdığı
mektupta;
”padişahın evhamı yüzünden,burada gerçekte iyi bir ordu kurulamaz.... Atış
eğitimleri zamanında o kadar sinirleniyor ki, bazen istifamı verip onu kendi
amacına kendi başına ulaşmasını sağlamaya bırakmayı düşünüyorum.... Askeri
birliklerin yığınak yapması gerektiğinde, bunun arkasında bir darbe komplosu
olabileceğinden korkuyor. Belki de, orduyu kuvvetlendirmekten ziyade, onu savaşa
yaramaz bir güç halinde tutmak istiyor... Padişahın kendi ordusunu, kendisine
düşman sayması yüzünden bütün girişimlerim sonuçsuz kalıyor. Kendi ordusunu,
Rusların, Bulgarların, İngilizlerin bir aradaki ordularından daha tehlikeli bir
düşman gibi görüyor.” demektedir (Berkes, 2004:346).
Padişah II. Abdülhamit’in orduyu güçlendirmek istemediğinden tamamen emin görünen
Von der Goltz, durumdan oldukça şikâyetçidir. Bu durumu biraz da mizahi bir şekilde
şöyle ifade etmektedir:
” bizim gönderilmemiz sırasında Almanya’da Abdülhamit’in, modern fikirlere göre
ordusunu gerçekten yenileştirmek istediğine inanılıyordu. Ama gerçek bu değildi!
Konu daha çok şöyleydi: Efendimiz bir rüya görmüştü; Türkiye’de her şey
Almanya’da olduğu gibi olmalıydı. Bu nedenle, tıpkı kendinden önceki
Abdülaziz’in kaplanları, arslanları, timsahları etrafına toplayıp eğlendiği gibi o da
Almanları getirtmişti. Efendimizin canı sıkılınca, sayısız reform önerilerinden biri
ele alınıyor ve komisyonda Alman reformcularıyla görüşüyordu. Bu bir süre için
207
eğlendirici oluyordu. Sonra yine bir tarafa bırakılıyordu. İşin esasında, biz
majestelerinin askeri soytarılarından başka bir şey değildik. Burada benim en ciddi
rakibim, karnından konuşan, elleri üzerinde yürüyen ve takla atan bir saray
cücesidir, bense bunların hiçbirini yapamam.” (Wallach, 1985:37).
Peki, bu şartlar altında Alman subaylarının ve Von der Goltz’un İstanbul’da kalmaya
devam etmesinin sebebi neydi? Bunun tek bir cevabı vardı: “çıkar” Alman subaylarının
İstanbul’da kalmaları her kişisel menfaatleri, hem de Almanya’nın çıkarları için
gerekliydi. Bunlar İstanbul’da hem çok dolgun ücret alıyorlar, hem de yüksek rütbelere
terfi ettiriliyorlardı. Alman subayları, çalışmalarında ne kadar başarısız ve gayrimemnun
iseler, Sultan Abdülhamit’in cömertçe sunduğu unvan ve paradan da o derece
memnundular. Öyle ki, İstanbul’a geldiği 1882 yılında Prusya ordusunda Yüzbaşı olan
Kamphövener, 1887’de artık müşir (mareşal) olmuştu. Üstelik padişah kendisine bir de
“Yaver-i ekremlik” ünvanı vermişti. Türk müşirlerine bile kolay kolay verilmeyen bu
ünvanı taşıyan Kamphövener, Serasker Gazi Osman Paşa ile aynı hizada yürüyor,
törenlerde at üstünde ve ön safta yer alıyordu. Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa ile
aynı safta yeralmak için, Kamphövener’in Osmanlı Ordusuna ne gibi büyük hizmetler
yaptığı ise hiçbir şekilde bilinmemektedir (Ortaylı, 2003:112).
Reform teklifleri konusunda aralarında pek anlaşamayan Alman subayları, konu
maaşları ve kontratlarının uzatılması olduğunda hemfikir oluyor ve tek bir vücud gibi
hareket ediyorlardı. Ayrıca subayların tamamı Alman çıkarlarına hizmet ediyor ve
faaliyetleri konusunda, günü gününe Alman büyükelçisine rapor veriyorlardı. Otto
Kaehler Paşa da Osmanlı Devleti hizmetinde neden kaldığını şöyle açıklamaktadır:
Kaehler, Kasım 1882’de yani henüz çalışmalarının başarılı olacağına inandığı bir
dönemde, Türklerin haince tahrip etmiş oldukları ülkelerine daha uzun süre sahip
olmaları için onlara elini uzatmak hususunda kendi nefsiyle mücadele ettiğini yazıyor.
O’na kalsa aksini yapmayı çok isterdi: “Bu düşüncelerden ya da daha iyisi isteklerden
hareket edersek, ne yapıyorsam vatanımın çıkarları için yaptığım, vatanımın ise, bugün
için bu idarenin burada korunmasını istediği kanısına vardım.” Kaehler, üç hafta kadar
sonra yazdığı başka bir mektupta da Alman anlayışına göre çoğu hain ve alçak olan bu
adamlar arasında yaşamak ve üstelik de onlar için çalışmak gerçek bir üstünlüktür”
diyordu. Bu konuda sadece “dolaylı da olsa kendi vatanına hizmet ettiği” düşüncesinin
yardımcı olduğunu söylüyordu. Ayrıca ona göre insan, eğer devamlı olarak temasta
208
Dostları ilə paylaş: |