Tck tanitim semineri notlari



Yüklə 4,78 Mb.
səhifə54/127
tarix29.05.2018
ölçüsü4,78 Mb.
#46542
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   ...   127

2. Maddi Konu


Malvarlığına ilişkin herhangi bir değer bu suçun maddi konusunu oluşturur. Bu, taşınır veya taşınmaz olabileceği gibi, bir alacak hakkı da olabilir.

3. Fail ve Mağdur

A. Fail


Bu suçun faili herhangi bir kimse olabilir. Bununla birlikte suçun “tacir veya şirket yöneticisi ya da şirket adına hareket eden kişiler tarafından ticari faaliyetleri sırasında; kooperatif yöneticileri tarafından kooperatifin faaliyeti kapsamında, serbest meslek sahibi kişiler tarafından, mesleklerinden dolayı kendilerine duyulan güvenin kötüye kullanılması suretiyle işlenmesi” bu suçun nitelikli şeklini oluşturur (Yeni TCK m. 158/1 bent h ve i). Öte yandan kamu görevlisinin görev ve sıfatını kötüye kullanarak menfaatin sağlanması gerektiğine karşı tarafı inandırarak haksız menfaat temine etmesi bu suçu değil, ikna suretiyle irtikap suçunu (Yeni TCK m. 250/2) oluşturur.

Suçun, işlenmesi suretiyle yararına haksız menfaat sağlanan tüzel kişiler hakkında bunlara özgü güvenlik tedbirlerine hükmolunur (Yeni TCK m. 169).


B. Mağdur


Suçun mağduru ise, zarara uğrayan malvarlığının sahibi olan gerçek ve tüzel kişilerdir. Suçun oluşması için, kendisine karşı hileli davranışa başvurulan kişi ile bunun sonucunda malvarlığı zarara uğrayan kişinin aynı kişi olmasına gerek yoktur. Ancak aldatılan kişiye, malvarlığı üzerinde tasarrufta bulunabilme yetkisinin verilmiş olması gerektiğinden, bu yetkiye sahip olmayan bir kişinin aldatılmış olması durumunda bu suç değil, duruma göre hırsızlık veya güveni kötüye kullanma suçu oluşur. Başka bir anlatımla her ne kadar aldatılan ile zarara uğrayanın aynı kişi olması gerekmez ise de, aldatılan ve malvarlığı üzerinde tasarrufta bulunan kişinin aynı olması gerekir.

Yeni TCK m. 157’de “bir kimsenin” aldatılmasından söz edildiği için, dolandırıcılık suçu da ancak belirli bir veya birden fazla kişiye karşı işlenebilir. Toplumun geneline yönelik hileli davranışlar, belirli bir veya birden fazla kişiyi aldatmış ise, yine dolandırıcılığın varlığı kabul edilmektedir.

Dolandırıcılık suçu açısından üzerinde durulması gereken diğer bir konu da, temyiz gücünden kısmen veya tamamen yoksun kişilerin bu suçun mağduru olup olamayacağıdır. Eski TCK‘da bu duruma özgü olarak “ehliyetsizlerin sömürülmesi” olarak nitelendirebileceğimiz bir suç tipine yer verilmiş idi (Eski TCK m. 505). Öğretide de bu maddede öngörülen durum dışında bu kişilerin de dolandırıcılık suçunun mağduru olabilecekleri kabul edilmekteydi. Bununla birlikte mağdur, sağladığı menfaatin haksız olduğunu algılayabilecek bir iradeye dahi sahip değilse, bu kişinin artık “hataya düşürüldüğünden” ve dolayısıyla dolandırıcılık suçundan söz edilemeyeceği; failin, bu durumda, somut olayın koşullarına göre hırsızlık suçundan dolayı cezalandırılması gerektiği söylenmekteydi. Yeni TCK’da ehliyetsizlerin sömürülmesine ilişkin ayrı bir suç tipine yer verilmediği gibi, suçun, “kişinin algılama yeteneğinin zayıflığından yararlanmak suretiyle” işlenmesi nitelikli hal olarak düzenlenmiştir (Yeni TCK m. 158/1 bent c). Yeni düzenlemede algılama yeteneğinin “zayıflığı”ndan söz edildiği için, mağdurun, fail tarafından başvurulan davranışların hileli olduğunu algılayabilecek düzeyde bir yeteneğe dahi sahip olmadığı durumlarda, artık bu suçtan dolayı değil, koşulları varsa hırsızlık suçundan dolayı cezalandırılması gerektiği düşüncesindeyiz.

4. Maddi Öge


Yeni TCK m. 157’de dolandırıcılık suçu ile ilgili düzenlemeden hareketle, bu suçun maddi ögesinin üç alt ögeden oluştuğu söylenebilir:

Failin hileli bir davranışta bulunması; bunun sonucunda mağdurun aldatılmış olması ; mağdurun veya bir üçüncü kişinin zararına olarak failin kendisine veya bir üçüncü kişiye bir yarar sağlaması.


A. Hileli Davranış


Eski TCK’ya göre dolandırıcılık suçunun oluşması için bir kimseyi kandıracak nitelikte hile ve desise yapılması gerekirdi. Kanunda “hile ve desise”nin ne anlama geldiği konusunda bir tanım yoktu. Eski TCK m. 503/2’de “mağdurda esasen var olan hatadan” hile ve desise kullanmak suretiyle yararlanma durumunda da dolandırıcılık suçunun oluşacağının belirtilmiş olması karşısında, failde pasif sujenin hatasının farkına varmasını önlemeye yönelik dışa yansıyan bir davranışı bulunmadığı sürece, tek başına susmanın dolandırıcılık suçunu oluşturmayacağı sonucuna varılmaktaydı.

Öte yandan dolandırıcılık suçunun oluşması için başvurulan hilenin belli bir ağırlığa ulaşmış olması gerektiği söylenmekte ise de; özel hukuk hilesi- ceza hukuku hilesi ayırımını yapan yazarlar arasında ceza hukuku bakımından hilenin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda bir görüş birliği bulunmamaktaydı. “Sahneye koyma görüşü” olarak adlandıracağımız ve Türk öğretisinde Dönmezer tarafından savunulan bir görüşe göre, suçun oluşması için yalana doğru görünümü verecek bir biçimde “sahneye koyma”ya gerek bulunmaktaydı. Yargıtay, dolandırıcılık konusunda sahneye koymayı, yani yalanı güçlendirmeye elverişli bir dış ögenin eklenmesini aramakla birlikte, Yüksek Mahkeme’nin somut olayın özelliklerine göre soyut yalanı dolandırıcılık olarak nitelendiren kararları da bulunmaktaydı.

Ne var ki, sosyal ilişkilerdeki ortak anlayışın değişmesine koşut olarak zamanla bu ayırım önemini yitirmiş; bu anlayış değişikliğine bağlı olarak örneğin 1930 yılında İtalyan Ceza Kanunu’nda bu suçun oluşması için yalnızca “hile ve desise” yeterli görülmüş, ayrıca bunun “kandırabilecek” nitelikte olması koşulu aranmamıştır.

Eski TCK’da suçun maddi ögesini oluşturan hareket olarak “hile ve desise”den söz edildiği halde, YTCK yalnızca “hileli davranışlar”dan söz etmektedir. Bu değişikliğin kanaatimizce pratik açıdan önemli bir sonucu bulunmamaktadır. Şöyle ki, Eski TCK bakımından da “hile ve desise” sözcükleri farklı anlamlar içermemektedir. Bu anlamda hile, objektif olarak hataya düşürücü ve başkasının tasavvuru üzerinde etki meydana getiren her türlü davranış olarak tanımlanmaktadır. Bir başkasının tasavvuru üzerinde etkide bulunmaksızın yalnızca olguları değiştirmek veya objeleri maniple etmek hilenin kabulü için yeterli değildir. Olguları değiştirmek, eğer bir açıklama (beyan) biçiminde ortaya konmuş ise ancak bu takdirde hileye dönüşür. Örneğin sahte belge göstermek veya kilometre saati değiştirilmiş aracı satmak. Bununla birlikte hilenin mutlaka açık veya örtülü bir beyanla ortaya konmasına gerek yoktur. Başka bir anlatımla dolandırıcılık zorunlu olarak bir beyan suçu değildir. Nitekim öğretide çoğunluk görüşü, ihmali bir hareketin de hile oluşturabileceği doğrultusundadır. Bunun için gerekli koşul, failin garantör olarak hatanın ortaya çıkışı veya devamını engelleme hukuksal yükümlülüğü altında olmasıdır. İhmal yoluyla suçun işlenebilmesi, failin muhatabını aydınlatmaması, ikincisi ise mağduru aydınlatma hukuksal yükümlülüğü altında bulunmasını gerektirmektedir. Bu yükümlülük, kanundan, yükümlülüğe aykırı daha önceki icrai bir hareketten, sözleşmeden veya sözleşme dışı özel bir güven ilişkisinden ileri gelebilir. Bu nedenle konuşmak hukuksal yükümlülüğü altında olan failin susması da, bazı durumlarda hile sayılabileceği için dolandırıcılık suçunu oluşturabilir. Gerçekten Eski TCK’dan farklı olarak Yeni TCK’da hilenin “kandırabilecek nitelikte” olması gibi bir zorunluluğa yer verilmemiştir. Eski TCK’da hile ve desisenin “kandırabilecek nitelikte” olması zorunluluğuna dayanarak, “özel hukuk hilesi- ceza hukuku hilesi” ayırımına gidilmekte ve bu suçun oluşması için başvurulan hile ve desisenin belli bir ağırlığa ulaşmış olması arandığı için, tek başına “susmak” bu suçtaki hile ve desise ögesini gerçekleştirmemekteydi. Oysa bugünkü durumda hilenin belirli bir ağırlığa ulaşmış olması zorunluluğu aranmadığı için belirli bir durumda konuşma hukuksal yükümlülüğü altında bulunan kişinin susması da “hileli davranış” sayılabilecektir.



Bu bağlamda özellikle ödeme yeteneği olmadığını gizleyerek belirli bir hizmetten yararlandıktan sonra ödemede bulunmayan kişinin fiilinin (“karşılıksız yararlanma”) dolandırıcılık suçunun hile ögesini gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceği üzerinde durulmalıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Türk Hukukunda öteden beri hileden söz edilebilmesi için hilenin belirli bir ağırlığa ulaşmış olması gerektiği ileri sürüldüğü için, ödeme yeteneği olmadığını gizleyerek bir hizmetten yararlanan kişinin fiilinin dolandırıcılık sayılamayacağı kabul edilmekteydi. Yargıtay’ın ise bu tür fiillerin bazen hırsızlık, bazen de dolandırıcılık sayılacağına yönelik kararları bulunmaktaydı. Bu nedenledir ki, karşılıksız yararlanma, 1991 yılında TCK m. 521a’ya bir ilave yapılmak suretiyle bağımsız suç haline getirilmişti. Buna karşılık Yeni TCK ödeme yeteneği olmadığı halde, konaklamaya ayrılmış yerlerde kalma, taksi ve benzeri ulaşım araçlarında seyahat etme, lokanta ve benzeri yerlerde yiyip içme gibi, örf ve adet gereği bedelin hizmetin sunulmasından sonra ödenmesi gereken eylemler bakımından ayrı bir düzenlemeye yer vermemiştir. Dolandırıcılık suçunu düzenleyen YTCK m. 157’nin gerekçesinde yer verilen anlatımlardan, bu tür eylemlerin esasen dolandırıcılık suçunu oluşturacağı düşüncesinden hareket edildiği izlenimi uyanmaktadır. Bu anlayışın yerindeliği açısından bir değerlendirme yapmak için, bu tür eylemlerin dolandırıcılık suçunun ögelerini oluşturup oluşturmadığı sorusunun yanıtını bulmak gerekir. Karşılıksız yararlanma niteliğindeki eylemler, eğer failde başlangıçtan beri hizmetin bedelini ödememe kastı varsa, ancak bu takdirde dolandırıcılık suçunu oluşturabilir. Gerçekten dolandırıcılık suçu anlamında “hileli davranış”, eğer failde başlangıçtan beri yararlandığı hizmetin karşılığını ödememe kastı varsa, ancak bu durumda söz konusu olabilir. Oysa hizmetten yararlanan kişinin ödememe kararını hangi anda verdiği konusunda ispat güçlükleriyle karşılaşılacağı için bu tür eylemleri çoğu durumda dolandırıcılık çerçevesinde cezalandırma olanağı bulunmayacaktır. Öte yandan karşılaştırmalı hukuktaki eğilime aykırı olarak “ihmali hareket”in cezalandırılması konusunda YTCK’da genel bir düzenleme bulunmamakta; kanun, yalnızca bazı suçlar bakımından bu yönde bir düzenleme getirmektedir. Böyle bir düzenleme, bu suçlar dışında kalan suçlar ve bu arada dolandırıcılık suçu bakımından ihmali hareketin cezalandırılıp cezalandırılmayacağı konusunda duraksama yaratmaktadır. Bundan başka YTCK m. 157’de “hileli davranışlar”dan söz edilmekte olduğu için, hilenin bir dış davranışla dışa yansımadığı sürece cezalandırılması da mümkün olmayacaktır. Oysa karşılıksız yararlanma fiilleri açısından failin “ödeme yeteneğini gizlemesi” durumunda, dışa yansıyan hileli bir davranışından söz etmek mümkün olmayacağı için çoğu durumda dolandırıcılık suçunun oluşması da mümkün görünmemektedir. Bütün bu açıklamalar, karşılıksız yararlanma niteliğindeki eylemlerin çoğu durumda dolandırıcılık suçu çerçevesinde cezalandırılamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. Gerçi karşılıksız yararlanmanın cezalandırılmasının gerekip gerekmediği bir suç politikası sorunudur ve yasa koyucu bu tür eylemlerin cezalandırılmasını suç politikası açısından yerinde görmemiş olabilir. Ancak böyle bir durumda da, bundan daha az haksızlık içeriğine sahip olan TV ve radyo yayınlarından yararlanma ve otomatların kötüye kullanılmasının niçin cezalandırılması yoluna gidildiğini (YTCK m. 163) anlamak olanaksızlaşmaktadır. Nihayet suç politikası açısından da karşılıksız yararlanma niteliğindeki eylemlerin, daha az haksızlık içeriğine sahip olması nedeniyle dolandırıcılık suçu çerçevesinde cezalandırılmasının yerindeliği tartışılabilir. Sonuç olarak YTCK’da karşılıksız yararlanma suçlarına ilişkin bir düzenlemeye yer verilmemesi, uygulamada bu tür eylemlerin dolandırıcılık sayılıp sayılmayacağı konusunda duraksama yaratacak niteliktedir.

Öte yandan Eski TCK’da yer verilen dolandırıcılık suçundaki hile ve desisenin belirli bir ağırlığa ulaşmasının aranması nedeniyle karşılıksız çek keşide etmek fiillerinin dolandırıcılık suçunu oluşturmayacağı kabul edilmekteydi. Nitekim 1985 yılında 3167 sayılı Çekle Ödemelerin Düzenlenmesi ve Çek Hamillerinin Korunması Hakkında Kanun ile karşılıksız çek keşidesi bağımsız bir suç olarak ayrıca düzenlenmişti (m. 16). YTCK açısından muhatap bankada yeterli karşılığı olmadığını bilerek çek keşide eden kişinin, “hileli bir davranış” gerçekleştirmiş sayılacağı için, dolandırıcılık suçu çerçevesinde cezalandırılması mümkündür. Eğer fiil ayrıca 3167 sayılı kanunun 16. maddesi kapsamına giriyorsa, fikri içtima kuralları gereği (Yeni TCK m. 44), failin en ağır cezayı gerektiren suçtan dolayı cezalandırılması gerekir.

Son zamanlarda dolandırıcılık suçu ile ilgili tartışmalar, özellikle kartopu sözleşmeleri üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştır. Bu tür fiiller açısından ortak özellik, zincirleme piramitsel biçimde bir yapılanma içerisinde piramite dahil edilen kişi sayısının artmasına bağlı olarak piramitin üstünde yer alan kişilerin menfaat temin etmeleridir. Bu sistemde, piramitin üst sırasında bulunan kişi, oyunu devam ettirmek için yeni katılımcılar bulmakta, aşağıdan gelen yeni katılımcıların ödeyeceği belli bir miktar para bir araya geldiğinde yüksek meblağlara ulaşmaktadır. Bu sistemin en önemli özelliği, sistemin bir yerde tıkanması ve sisteme sonradan giren kişilerin bundan zarara uğramalarıdır. Son Titan örneğinde olduğu gibi bu tür fiiller öteden beri Yargıtay tarafından dolandırıcılık olarak nitelendirilmektedir. Yargıtay, sanıkların eylem birliği içerisinde hile ve desise ile mağdurların düşünsel faaliyetini etkilediklerini, onlarda psikolojik bir körlük yarattıklarını, matematiksel işlem ve tablolarla üyelerde hatalı bir inanç meydana getirdiklerini, mağdurların sağlıklı düşünme yeteneğini ortadan kaldırdıklarını vurgulamış ve sanıkların gerçek durumu açıklamadıkları, zira sistem gereği zincirin halkaları genişledikçe üye temin etmenin güçleşeceği ve hatta olanaksızlaşacağı, bu aşamada sistem çökeceği için son üye olanların para kazanmalarının mümkün olmayacağı, bu durumun mağdurlardan gizlenmesi suretiyle haksız kazanç elde edildiği kararda belirtilmiştir. Öğretide ise Hakeri, oyunun işleyişi ve geleceği konusunda katılımcıların aydınlatılmaması durumunda dolandırıcılık suçunun oluşacağını, buna karşılık yeni katılımcıların oyunun hangi aşamasında ve hangi koşullarla oyuna katıldığı konusunda bilgilendirilmesi durumunda bu suçun gerçekleşmeyeceğini kabul etmektedir. Buna karşılık Dönmezer, geometrik silsile gereği sisteme başlangıçta girenlerin bir süre sonra yükümlülüklerini yerine getirebilmesine olanak bulunmadığını, bu andan itibaren dolandırıcılık suçunun da gerçekleşmiş olacağını belirtmektedir. Kanaatimizce bu nitelikteki yapılanmalarda, sisteme sonradan giren kişilerin, sistemin işleyişi ve sonuçları konusunda aydınlatılması, buna rağmen yükümlülüğün yerine getirilmemesi durumunda dolandırıcılık suçunun oluştuğundan söz edilemeyecektir. Cezalandırma açısından ortaya çıkabilecek bu tür boşlukları doldurmak üzere, bazı kanunlarda bu tür oyunların cezalandırılmasına yönelik özel düzenlemelere yer verildiği görülmektedir (Örneğin Avusturya CK § 168a). Oysa YTCK’da, bu tür eylemlerin her zaman dolandırıcılık suçu çerçevesinde cezalandırılmasının mümkün olmaması nedeniyle bir düzenleme gereksinimi bulunduğu bilinmesine rağmen, bun konuda açık bir düzenlemeye gidilmemiştir.

Bir kimsenin, haklı olduğu iddiası ile dava açarak hakimi aldatıp lehine hüküm tesis ettirmesi, yargılama dolandırıcılığı olarak anılmaktadır. Öğretideki çoğunluk görüşüne uygun olarak, biz de bir kimsenin davayı kötü niyetle yürütmesinin dolandırıcılık suçunu oluşturmayacağı; yargılama sırasında başvurulan hile, sahte belge sunma biçiminde gerçekleşmiş ise, esasen evrakta sahtecilik suçundan dolayı failin cezalandırılabileceği görüşüne katılmaktayız.


B. Aldatma


Dolandırıcılık suçunun oluşması için failin hileli davranışlarla muhatabını “aldatmış” olması gerekir. Yeni TCK’da Eski TCK’dakinin aksine, mağdurun “hataya düşürülmesi”nden değil, “aldatılması”ndan söz edilmesi yerinde olmamıştır.

Buradaki “hata”, mağdurun olaylar hakkında gerçeğe uygun olmayan tasavvurunu ifade etmektedir. Aldatılan kişi, fail tarafından ileri sürülen olguları gerçek sanmalı veya en azından gerçeğe uygun olma olanağından hareket etmelidir. Bu nedenle eğer aldatılan kişi bakımından ileri sürülen olguların gerçeğe uygun olup olmadığı önemsiz ise, artık onun hatasından da söz edilemez. Mağdurun hataya “düşürülmesi” ise, bu hatanın failin başvurduğu hileli davranışın sonucu olması demektir. Aldatılan kişinin tasavvuru üzerinde etkide bulunmak suretiyle onun ortaya çıkmasına yol açılması durumunda “hataya düşürme”den söz edilir.

Mağdur esasen hatalı bir tasavvura sahip ise, bu hatanın güçlendirilmesi, artırılması veya en azından uzatılması da hataya düşürme olarak kabul edilir. Eski TCK’da herhangi bir hileli davranışa başvurmaksızın fail yalnızca mağdurun içinde bulunduğu hatadan yararlanmış ise dolandırıcılık suçundan söz edilemezdi. Nitekim Eski TCK m. 503/2’de mağdurda esasen var olan hatadan “hile ve desise kullanarak” yararlanmadan söz edilmesi bizi böyle bir sonuca götürmekteydi. Yeni TCK m. 157’de, gerekçede bu durumda da dolandırıcılık suçunun oluşacağı izlenimi uyandıran aksi yöndeki açıklamalara rağmen, “hileli davranışlarla başkasını aldatma”dan söz edildiği için, fail tarafından herhangi bir hileli davranışa başvurulmadığı sürece, salt mağdurun hatasından yararlanmanın dolandırıcılık suçunun oluşturduğunu söylemek mümkün gözükmemektedir. Böyle bir durumda dolandırıcılık suçunun oluşabilmesi için, failin aldatılan kişideki mevcut hatalı tasavvuru güçlendirmesi veya onun farkına varılmasını engellemesi veya güçleştirmesi aranır.

C. Zarar - (Haksız) Yarar


Bu suçta fail, hileli davranışlarla hataya düşürdüğü kimse veya bir başkasının zararına olarak kendisi veya başkasına (haksız) bir yarar elde etmektedir.

a) Zarar


Bu zarar, mağdurun malvarlığına ilişkin olarak yapmış olduğu tasarrufun doğrudan doğruya sonucu olmalıdır. Eğer aldatılan kişi, hataya düşmüş olmasaydı, yine de tasarrufta bulunacaktı diyebildiğimiz durumlarda hataya düşme ile malvarlığına ilişkin tasarruf arasında nedensellik bağlantısının bulunmadığı sonucuna varılmalıdır. Zarar, bizzat aldatılan (ve tasarrufta bulunan) kişide ortaya çıkmış olabileceği gibi, üçüncü kişide de ortaya çıkmış olabilir. Zararın miktarının tespit edilmiş olmasına gerek yoktur.

Dolandırıcılık suçu anlamında malvarlığı kavramına ne anlam verilmesi gerektiği konusunda değişik teoriler ortaya atılmıştır. Öğretide bir kısım yazarlarca temsil edilen salt ekonomik malvarlığı teorisine göre, malvarlığı, bir kişinin para ile ölçülebilir her türlü menfaatini ifade etmektedir. Buna karşılık salt hukuksal malvarlığı teorisi, ekonomik bir değer taşıyıp taşımadığına bakmaksızın, malvarlığına ilişkin her türlü hak ve yükümlülüğü malvarlığı kavramı içinde ele almaktadır. Buna göre bu tür bir hakkın her türlü kaybı ve yükümlülüklerin artırılması malvarlığına ilişkin zarar olarak nitelendirilmelidir. Bugün öğretide egemen olan hukuksal-ekonomik malvarlığı teorisi (karma teori), malvarlığını, bir kişinin sahip olduğu hukuk düzeninin koruması altında bulunan ekonomik değerlerin tümü olarak kabul etmektedir.

Dolandırıcılık suçu anlamında zararın malvarlığına ilişkin olması gerektiği için, duygusal veya manevi yönden uğranılan zararlar dolandırıcılık suçunu oluşturmaz. Buna göre, zarardan söz edilebilmesi için, malvarlığının değerinde bir azalma meydana gelmesi gerekmektedir. Mülkiyet, bir eşya üzerindeki zilyedlik, talep gibi malvarlığına ilişkin haklar da malvarlığı kavramı içine girmektedir. Eğer mağdurun edimi, failin karşı edimi ile denkleştirilemiyorsa zararın mevcut olduğu sonucuna varmak gerekir. Bu suçun oluşması için malvarlığının zarara uğraması arandığından, tek başına zarar tehlikesi suçun oluşması için yeterli değildir. Meydana gelen zararın sonradan giderilmesi önemli değildir; bu durum, olsa olsa aşağıda ele alacağımız üzere, YTCK m. 168’in uygulanması bakımından önem taşır.

b) (Haksız) Yarar


Burada söz konusu edilen yarar, malvarlığına ilişkin bir yarardır. Zira dolandırıcılık malvarlığına karşı işlenen bir suçtur. Yarar, doğrudan doğruya zarar gören kişinin malvarlığından elde edilmiş olmalıdır. Yararı bizzat fail elde etmiş olabileceği gibi, bir başkası da elde etmiş olabilir.

Elde edilen yararla, başvurulan hileli davranış arasında nedensellik bağı olmalıdır. Menfaatin doğrudan veya dolayısıyla elde edilmesi önemli değildir.



Eski TCK’da elde edilen yararın “haksız” olması aranmış iken, Yeni TCK yararın haksız olması gibi bir zorunluluğa yer vermiş değildir. Bunun nedeni, suçun “bir hukuksal ilişkiye dayanan alacağı tahsil amacıyla işlenmesi”ne bu suçta daha az cezayı gerektiren bir durum olarak yer verilmiş olmasıdır (Yeni TCK m. 159). Kanaatimizce buna rağmen, Yeni TCK açısından da dolandırıcılık suçunun oluşabilmesi için elde edilen yararın, haksız olması gerekir. Elde edilen yararın haksız sayılması konusunda yargı organları önünde dava konusu yapılabilmesi aranmaz. Dava konusu yapılmamakla birlikte (örneğin eksik borç) hukuken korunan yararlar da haksız sayılmaz. Bu itibarla doğrudan veya dolaylı olarak hukuken korunmayan bir yarar ancak haksız kabul edilmelidir. Bu yüzden örneğin kumar alacağını veya zamanaşımına uğramış bir alacağı elde etmek için hileli davranışlara başvurulması dolandırıcılık suçunu oluşturmaz. Buna karşılık öğretide baskın görüş, kanuna ve ahlaka aykırı bir işlemden kaynaklanan taleplerin, ceza hukuku açısından korunan malvarlığı kavramına dahil olmadığı gerekçesiyle, dolandırıcılık suçuna konu olmayacağını kabul etmektedir.

Yüklə 4,78 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   ...   127




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə