79
Hazlar, zâhiri ve bâtıni olmak üzere ikiye ayrılır. Zâhiri hazlar, beş duyu
organımız ile elde edilen hazlardır. Bâtıni hazlar ne gözün, ne kulağın, ne burnun, ne
tat almanın, ne de dokunmanın hazlarıdır. Bâtıni manalar, kemâl sahipleri için zâhiri
hazlardan daha üstündür.
Manevi yönden olgunlaşanlar, diğer bir deyişle, algı seviyesi yükselenler
(idraki açılanlar) için gözün görmediği, kulağın duymadığı ve hatta hatıra gelmeyen
hazlar vardır. Allah’ı ve sıfatlarını düşünmeyi, a’lâ-yı illiyyîn (en yüksek makamlar)
den, esfel-i sâfilin (en aşağı derece) e kadar her şeyi çekip çeviren, yaratıp idare eden
ve bunlarda hiçbir zorluk çekmeyen Allah’ı, O’nun mülkünün sırlarını, göklerin
melekûtunu bilmenin hazzını, bütün hazların üstünde görürler.
Bunu kalp ve basiret sahibi olmayanlara anlatmak mümkün değildir. Zira bu
kuvvetin merkezi kalptir. Çocuklara, cinsi münasebetin, top oynamaktan daha zevkli
olduğunu anlatmak mümkün olmadığı gibi, bu kalbe sahip olmayanlara da bunu
anlatmak mümkün değildir. Çünkü tatmayan bilmez, hazzına varmak gerekir. Sözle
anlatılması zordur. Ancak bu mertebeye (algı seviyesine) yükselebilenler iki haz
arasındaki farkı anlarlar.
İlim talebinde bulunanlar, her ne kadar ilahi emirlerin bilgisini aramakla
meşgul olmasalar da, çözümlenmesini bekledikleri zorlukları hallettikleri zaman, bu
hazzın kokusunu alırlar. Çünkü her ne kadar onların bildikleri, ilahi olan bilgiler
kadar şerefli değilse de, yine ilim ve marifet olduklarından, şereflidirler. Fakat
Allah’ı bilmek için uzun tefekkür ve düşüncelerde bulunan ve az da olsa ilahi
sırlardan kendisine bir şey keşfolunan, bu keşfin meydana gelmesi anında büyük bir
hazza ulaşır ve hatta bu neşeye dayanabilmesi bakımından kendi kendine şaşar. İşte
bu, ancak haz ile bilinir.
80
Tüm bu açıklamalardan, Allah’ı bilmenin en büyük haz olup, bunun üstünde
bir hazzın bulunmadığı anlaşılmalıdır. Fakat şu bir gerçektir ki, bu hususta
anlatılanlar fazla bir fayda sağlamazlar, yaşamak gerekir.
İsa aleyhisselam’dan gelen haberlerde: “Bir genç Allah’ı aramaya hırslı
olursa, bu hırs onu başkalarından alıkoyar” denilmiştir.
Hz. Muhammed (s.a.v) Allah’tan: “Salih kullarım için, gözlerin görmediği,
kulakların duymadığı ve beşerin hatrına geçmeyeni hazırladım.” diye haber
vermiştir.
101
III-AHLAKIN KAYNAKLARI
Ahlak kelimesi sözlükte;
1-
Huy, tabiat, mizaç
2-
İnsanın davranış tarzı, tutum ve tavrı; toplumda makbul ve iyi sayılan
davranış kuralları,
3-Bu kural ve kaideleri inceleyen ilim şeklinde tanımlanmaktadır.
Ahlakın kaynağı ve mahiyetini inceleyen felsefelerde; filozoflar hangi
davranışların iyi, hangilerinin kötü olduğu ve insanın neden ahlak kaidelerine uyması
gerektiği konusunda ortak bir fikre varamamışlardır. Kimi menfaati, kimi saadeti,
kimi de vazifeyi ahlakın temeli saymıştır.
İslam dini; ahlakın temelini Allah'ın emrine uygunluk, gaye olarak da Allah
rızasını almakla, insanı şahsi veya toplumsal bencillikten kurtarmıştır. Ahlakı da
toplumdan topluma ve zamanla değişen keyfî ve tesadüfi kaideler yığını olmaktan
101
Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn (IV. Cilt), ss. 555-563.
81
çıkarıp Allah'ın emirlerine uygunluğu esas almakla, birlik beraberliği ve devamlılığı
sağlamıştır.
102
Kur’an’da:
“O halde (Habibim) sen yüzünü bir muvahhid olarak dine yönelt. Allah’ın
insanları yaratmasında esas aldığı o fıtrata uygun hareket et.” (Rûm 30/30)
“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve
takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran
kurtuluşa ermiştir.”(Şems 91/ 7, 8, 9) buyrulmaktadır.
Demek ki ahlakın insanın fıtratıyla yakın alakası vardır ve insanın fıtratı
iyice dikkate alınabilse, güzel ahlakın kaynağına da inilmiş olacaktır.
Her insanda yaratılıştan gelen bir iman etme kabiliyeti vardır ve her insanın
Allah ile muhabbeti taşıdığı mizaca göre farklılık gösterir. Güzel ahlak denilince
insanın yaratılışında mevcut olan bu kabiliyetlerin yerli yerince kullanılması akla
gelmelidir. Ahlaksızlıkların tümünde ise bu sermayenin yanlış kullanılması söz
konusudur.
103
A-HUY VE AHLAK İLİŞKİSİ
İnsanın dış görünüşü değişmeyip yaratıldığı şekilde kaldığı gibi kalbin
görüntüsü olan ahlak da değişmez denilebilir mi?
Hz. Muhammed (s.a.v) “Ahlakınızı güzelleştiriniz” buyurduklarına göre
bunun imkânsız olduğunu söyleyemeyiz.
102
http://www.osmanlicaturkce.com/?k=ahlak&t=@
, (25.05.2012).
103
Erol, ss. 11,12.
82
Zira hayvanı bile hırçınlıktan alışkanlık ve yumuşaklık haline çevirmek
mümkün olmaktadır. En vahşi hayvanlar bile güzel bakım ile ehlileştirilebilmektedir.
Bazı haller insanın isteği dışındadır. Örneğin öfke ve şehvetin aslını insanın
isteği ile gidermek mümkün değildir. Ama öfke ve şehveti fizyolojik disiplin ile orta
ve zararsız hale getirmek mümkündür.
Fakat bazı huylar hakkında bu daha zor olur. Bunun zorluğunun iki sebebi
vardır. Ya yaratılıştan o huy kuvvetli yaratılmıştır. Ya da uzun zaman o huy ve
ahlakının arzularını yapmıştır. İnsanlar bunda dört derecedir:
Birinci derece, saf olup iyiyi kötüden ayıramaz. Huyunda bir iyileşme ve
kötüleşme olmayıp yaratıldığı şekilde kalan kimsedir. Böyle kimseler işlemekle
düzelir ve çabuk ıslah olur. Kendisine iyi ahlakı öğretecek, kötü ahlakın zararlarını
bildirecek, yol gösterecek bir kimse lazımdır. Bütün çocuklar küçükken böyledir.
Onların yolunu baba ve anneleri çizerler. Bunun için Kur’an’da, “Ey Müslümanlar,
kendinizi ve evinizde olanları cehennemden koruyunuz” (Tahrîm 66/6)
buyrulmaktadır.
İkinci derece, henüz bozuk bir itikada saplanmamış fakat daima şehvet ve
öfkesine uymayı huy edinmiştir. Bununla beraber bunları yapmanın iyi olmadığını da
bilir. Bunun işi daha zordur. Zira iki şeye ihtiyacı vardır: biri bozuk ahlakı çıkarmak,
ikincisi iyilik tohumunu ona ekmektir. Ancak, onda bunun için ciddiyet ve liyakat
meydana gelirse çabuk düzelir ve kötü huylardan kurtulur.
Üçüncü derece, ahlakı kötüleşmiş olup yaptığı işin kötü olduğunu da bilmez.
Hatta bu huyunu kendisi güzel görür. Böylesinin düzelmesi çok nadirdir.
Dostları ilə paylaş: |