kendi sevme yetenekleri olduğunu unuturlar. Bir insanı sevmek
demek ona ilgi göstermek, ona bakmak ve onun hayatından
sorumlu olduğumuzu hissetmek demektir: Yalnızca fizik varlığın-
dan değil, bütün insanî güçlerinin açılıp gelişmesinden sorumlu
olmak demektir. Yaratıcı bir şekilde sevmek pasiflikle, sevilen
kişinin hayatına seyirci kalmakla bağdaşamaz; onun gelişmesi
için çaba harcamayı, ilgiyi, bakımı ve sorumluluğu gerektirir.
Tek-tanrılı Batı dinlerinin evrensel ruhuna ve "bütün
insanların eşit olarak yaratıldıkları" düşüncesinde dile gelen
ilerici politik kavramlara rağmen, insanlık sevgisi henüz ortak bir
yaşantı haline gelmiş değildir, insanlık sevgisi, olsa olsa, tek bir
kişiye duyulan sevgiden sonra ulaşılabilecek bir şey, ya da an-
cak gelecekte gerçekleşebilecek soyut bir kavram olarak görül-
mektedir. Oysa insana duyulan sevgi, tek bir kişiye duyulan sev-
giden ayrılamaz. Bir insanı yaratıcı bir şekilde sevmek demek,
onda insan olarak var olan özü sevmek, insanlığı simgeleyen bir
varlık olarak onunla ilişki kurmak demektir. Tek bir kişiye duyu-
lan sevgi insana duyulan sevgiden ayrıldığı zaman, ancak yü-
zeyde kalan, rastgele bir olaydır ve derinlikten yoksun kalmaya
mahkûmdur. İnsana duyulan sevgi, çocuğun çaresiz ve güçsüz
olması, yetişkin insanların ise böyle olmaması bakımından anne
sevgisinden farklı olarak görülebilirse de, bu farkm yalnızca bir
derece farkı olduğunu söylemek mümkündür. Bütün insanların
• yardıma ihtiyacı vardır ve birbirlerine bağımlıdırlar. İnsanlar ara-
sındaki dayanışma, herhangi bir insanın gelişmesinin zorunlu
şartıdır.
İlgi-bakım ve sorumluluk sevginin gerekli unsurlarıdır, ama
sevilen kişiyi tanımadığımız ve ona saygı göstermediğimiz
zaman, sevgi başkasına egemen olma ve ona sahip çıkma
haline dönüşür. Saygı duymak demek, başkasından korkmak ve
ürkmek demek değildir; kelimenin kökünü dikkate alarak söyle-
124
yecek olursak (respicere, bakmak, göz önünde bulundurmak
anlamına gelir) saygı, bir insanı bir kişi olarak, olduğu gibi
görmek, onun kişiliğini ve tekliğini, biricikliğini fark etmek
demektir. Bir insanı tanımadan ona saygı duymak mümkün de-
ğildir; bir insanın kişiliğinin, bireyselliğinin bilgisine dayanmayan
bir ilgi-bakım ve sorumluluk körelmeye mahkûmdur.
Yaratıcı düşünceye gelince, böyle bir düşünceyi anlaya-
bilmek için, akıl ile zekâ arasındaki farkları incelemekle işe baş-
layabiliriz.
Zekâ, insanı birtakım pratik gayelere ulaştıracak bir araçtır;
amacı, nesneleri kullanabilmek için gerekli olan bilgiye ulaşmak,
onların bazı görünüşlerini ışığa çıkarmaktır. Bu gaye, ya da baş-
ka bir deyişle, "zekâ" ile birlikte giden düşüncenin dayanmış ol-
duğu öncüller, tartışılamaz; akla uygun olsun ya da olmasın, ol-
duğu gibi kabul edilirler. Zekânın bu özel niteliği, aşırı bir duru-
mun ifadesi olarak, paranoyak bir kişide açıkça görülebilir. Bir
paranoyak kişinin bütün insanların kendisine kötülük etmek için
işbirliği yapmış oldukları şeklindeki ön-düşüncesi akla uygun ve
doğru olmadığı halde, bu öncül üzerinde kurduğu düşünce sü-
reçleri dikkati çeken bir zekâ belirtisi gösterebilir. Paranoyak kişi
iddiasını kanıtlamaya çalışırken, gözlemleri birbiriyle ilişkili hale
getirir, mantıklı çıkarsamalar yapar ve bütün bunlar çoğu zaman
o derece inandırıcı, ikna edicidir ki, dayanmış olduğu öncülün
akla uygun olmadığını kanıtlamak güçtür. Problemleri yalnızca
zekâ ile ele almak, hiç şüphesiz, yalnızca bu gibi patolojik olay-
larda karşımıza çıkmaz. Düşüncelerimizin çoğu, ister istemez
birtakım pratik sonuçlara ulaşma amacını gütmektedir; yani
olayların özel yapısını ve niteliğini kavramaya çalışmaksızın, ga-
yelerimizin ve öncüllerimizin geçerliğini tartışmaksızın, yalnızca
olayların nicel ve "yüzeysel" görünüşleriyle ilgilenerek...
* "Saygı"nın İngilizce karşılığı olan "respect" kelimesinin kökü. (Çevirenin
notu.)
ı
127
Akıl ise bir üçüncü boyutu gerektirir, yani derinliği, nesne-
lerin ve birbirini izleyen olayların özüne ulaşmak imkânını veren
bir derinliği gerektirir. Akıl her ne kadar hayatın pratik amaç-
larından ayrılamazsa da (bu cümlenin hangi anlamda doğru ol-
duğunu birazdan göstermeye çalışacağım), sırf o amaçla ve he-
men harekete geçmek için kullanılan bir araç da değildir. Aklın
fonksiyonu, bilmek, anlamak, kavramak, nesneleri anlayarak on-
larla kendimiz arasında ilişki kurmaktır. Akıl, nesnelerin özünü
keşfetmek, gizli ilişkilerini ve derin anlamını, yani "nedenlerini"
ışığa çıkarmak amacıyla, yüzeyde kalan şeyleri delip geçer. İki
boyutlu değildir akıl; Nietzsche'nin deyimiyle söylecek olursak
"perspektifçidir", yani kavranabilecek her türlü görüş açısını ve
boyutu kavrar -yalnızca pratik amaçlarla ilgili olanı değil... Nes-
nelerin özüyle ilgilenmek demek, nesnelerin "ötesinde" olan bir
şeyle ilgilenmek demek değildir; temelli olanla, geniş kapsamlı
olanla, evrensel olanla, olayların en genel, en yaygın özellik-
leriyle -yüzeyde kalan ve rastgele olan (mantıksal açıdan, olay-
larla ilgili olmayan) görünüşlerinin ötesinde bulunan özellikle-
riyle- ilgilenmek demektir.
Şimdi yaratıcı düşüncenin daha belirgin bazı özelliklerini
inceleyebiliriz. Yaratıcı düşüncede, süje, objesiyle ilgisiz değildir;
ondan etkilenmekte ve onunla ilgilenmektedir. Obje, cansız bir
şeymiş, ilgili kişinin hayatından ve kendisinden ayrıymış gibi,
ancak kendinden ayrı tuttuğu takdirde düşünebileceği bir şeymiş
gibi görülmez. Tersine, süje, objesine büyük bir ilgi duyar ve
objesiyle kendisi arasındaki ilişki ne derece sıkı olursa, düşünce
de o kadar verimli olur. Düşüncesini, her şeyden önce, kendisi
ile objesi arasındaki bu ilişki uyarmaktadır. Herhangi bir kişi ya
da bir olay, onun bireysel hayatı açısından ya da insan varlığı
açısından anlam taşıması bakımından ilgi konusu olduğu için
* Yazar burada "neden" kelimesinin İngilizce karşılığı olan 'reason'ın aynı
zamanda "akıl" anlamına geldiğine dikkati çekmek istiyor. (Çevirenin notu.)
126
düşünce objesi halini almaktadır. Bunun güzel bir örneğini
Buda'nın "dört gerçeği" nasıl keşfettiğini anlatan hikâyede görü-
yoruz. Buda, ölü bir adam, hasta bir adam, yaşlı bir adam gör-
müştür. Genç bir adam olarak o, insanın kaçınılmaz kaderin-
den şiddetle etkilenmiştir ve bu gözlem karşısında göstermiş ol-
duğu tepki, Buda'yı, hayatın özel niteliği ve insanın kurtuluş yol-
ları ile ilgili bir kuram geliştirmeye sevketmiştir. Onun gösterdiği
tepki, hiç şüphesiz mümkün olan tek tepki değildi. Çağdaş bir
doktor aynı durumla karşılaşsaydı ölümle, hastalıkla, yaşlılıkla
nasıl savaşacağını düşünmeye başlama gibi bir tepki göstere-
bilirdi, ama onun düşüncesi de yine objesi karşısında göstermiş
olduğu tepkiyle belirlenmiş olurdu.
Yaratıcı düşünce sürecinde, düşünürü harekete geçiren
kuvvet, objeye duyduğu ilgidir; objeden etkilenmekte ve ona
tepki göstermektedir; ilgi ve sorumluluk duymaktadır. Ama
yaratıcı düşünce aynı zamanda objektiflikle, düşünürün objesine
duyduğu saygıyla, objeyi kendi isteklerine uygun bir biçimde
değil de, olduğu gibi görme yeteneğiyle de belirlenmiştir. Objek-
tiflikle sübjektiflik arasındaki bu kutuplaşma genel yaratıcılığın
olduğu kadar yaratıcı düşüncenin de ayırt edici niteliğidir.
Objektif olmak ancak gözlemiş olduğumuz şeylere saygı
duyduğumuz zaman mümkündür; yani onları tek ve biricik şeyler
olarak ve karşılıklı ilişkileri içerisinde görebildiğimiz zaman
gerçekleşir. Böyle bir saygı, aslında, sevgiden söz ederken
üzerinde durmuş olduğumuz saygıdan pek farklı değildir; bir
şeyi anlamak istiyorsam eğer, o şeyi kendi özel niteliğine göre
var olduğu şekliyle görebilmeliyim; bu her türlü düşünce objesi
için doğru olmakla birlikte, insan tabiatının incelenmesinde özel
bir problem olarak görünmektedir.
Canlı ve cansız objelerle ilgili yaratıcı düşüncede, objektif-
liğin başka bir görünüşünün daha var olması gerekir: Bir olayın
ı
127
Dostları ilə paylaş: |