landığımız yiyecekler ya da cinsel davranışlarımız söz konusu
olsun, insanın kendi vicdanına karşı çıkması demektir.
Peki ama, birçok insanda vicdanın sesinin işitilemeyecek
kadar zayıf oluşu, dolayısıyla insanı harekete geçirmeyi başara-
maması gerçeği, bizim vicdan anlayışımızla çelişmiyor mu?
Gerçekten de, bu olgu, insanlığın içerisinde bulunduğu durumun
ahlâk yönünden sallantılı ve güvenilmez oluşunun nedenidir.
Eğer vicdan her zaman yeterince açık bir şekilde ve yüksek
sesle konuşmuş olsaydı, yalnızca pek az insan ahlâkî hede-
finden sapmış olurdu. Yukarıdaki soruya verilecek cevaplafdan
biri, vicdanın özel niteliği ile ilgilidir: Vicdanın fonksiyonu insanın
gerçek menfaatine bekçilik etmek olduğuna göre, bir insan
kendini büsbütün yitirmediği ve kendi kayıtsızlığının ve yıkıcılı-
ğının kurbanı olmadığı sürece vicdan canlı kalır. Vicdanla insa-
nın yaratıcılığı arasındaki ilişki, bir karşılıklı etki ilişkisidir. İnsan
ne kadar yaratıcı bir şekilde yaşarsa, vicdanı da o kadar kuv-
vetlenir, dolayısıyla vicdan da insanın yaratıcılığını artırır. Bir
insanın yaratıcılığı ne kadar azsa, vicdanı da o derece zayıfla-
mıştır; en fazla ihtiyacı olduğu sırada vicdanının en zayıf bir du-
rumda oluşu, insanın çelişkili ve acı-durumunu sergilemektedir.
Vicdanın niçin her zaman etkili olamadığı sorusuna verile-
cek başka bir cevap, ona kulak vermek istemememiz ve -daha
da önemlisi- onu nasıl dinleyeceğimizi biimememizdir. İnsanlar
çoğu zaman vicdanlarının yüksek sesle konuşacağını ve söyle-
diği şeylerin açık ve seçik olacağını sanırlar; böyle bir sesin
gelmesini bekledikleri için de, hiçbir şey işitmezler. Oysa vicdan
zayıf bir sesle konuştuğu zaman, kolay kolay işitilmez; ve insan,
gerektiği şekilde hareket edebilmek için onu nasıl dinleyeceğini
ve söylediği şeyleri nasıl anlayacağını öğrenmek zorundadır.
190
Şu var ki, bir insanın kendi vicdanının söylediği şeyleri
anlamayı öğrenmesi son derece güçtür ve bunun iki temel
nedeni vardır. Vicdanımızın sesini dinleyebilmek için, kendimize
kulak vermeyi bilmiş olmamız gerekir ve işte kültürümüz içindeki
pek çok insan bunu yapmakta güçlük çekmektedir. Kulağımıza
gelen her sesi ve herkesi dinleriz, ama kendi sesimize kulak
vermeyiz. Bize dört bir yandan saldıran fikirler ve kanıların
gürültüsü içinde yaşıyoruz her an: Filmler, gazeteler, radyo, boş
gevezelikler... Kendi sesimize hiçbir zaman kulak vermemek için
bilinçli bir plan hazırlamış olsaydık, bundan iyisini yapamazdık.
İnsanın kendi sesine kulak vermesi çok güçtür, çünkü bu
sanat çağdaş insanda seyrek olarak rastladığımız başka bir
yeteneği de gerektirir: Kendisiyle yalnız başına kalabilmek.
Gerçekten de yalnız kalmaktan çok korkarız; kendimizle yalnız
kalmaktansa en değersiz, hattâ en hoşlanmadığımız kimselerin
yanında olmayı, en anlamsız şeylerle uğraşmayı tercih ederiz;
kendimizle karşılaşmaktan ürker gibiyiz. Kendimizin çok kötü bir
arkadaş olacağînı sandığımız için mi böyle davranıyoruz? Öyle
sanıyorum ki, kendimizle yalnız kalmaktan korkmamız daha çok,
bu kadar iyi tanıdığımız, ama aynı zamanda bize bu kadar ya-
bancı olan birini görmekten ileri gelen ve bazen dehşete kadar
varabilen bir sıkıntı, şaşkınlık ve utanç duygusudur; korkuyoruz
ve kaçıyoruz. Böylece, kendi sesimizi dinleme şansını elden
kaçırıyoruz ve vicdanımızı bilmezlikten gelmekte devam edi-
yoruz.
Vicdanımızın zayıf ve belirsiz sesine kulak vermek, onun
bizimle doğrudan doğruya değil de, dolaylı olarak konuşmasın-
dan ve çoğu zaman bizi rahatsız eden şeyin vicdanımız olduğu-
nu fark etmememizden ötürü de güç bir şeydir. Görünüşte
vicdanımızla ilgili olmayan birçok neden yüzünden kendimizi en-
dişeli (hattâ hasta) hissedebiliriz. Vicdanımızın onu ihmal etmiş
ı
127
olmamıza karşı gösterdiği en sık rastlanan dolaylı tepki, belki
de, nereden çıktığı, ne olduğu belli olmayan bir suçluluk ve
tedirginlik duygusudur, ya da yalnızca bir yorgunluk ve kayıt-
sızlık duygusudur. Bu gibi duyguları bazen şunu ya da bunu
yapamadığımız için duyduğumuz suçluluk duyguları olarak ras-
yonalize ederiz; oysa bir insanın yerine getirmediği şeyler için
duyduğu suçluluk, gerçekte, ahlâkî problemlerle ilgili değildir.
Gerçek -ama bilinçdışı-
suçluluk
duygusu, yüzeyde
kalan rasyo-
nalizasyonlarla susturulamayacak kadar kuvvetli olduğu zaman
ise, daha derin
ve şiddetli endişelerle, hattâ ruh ve beden rahat-
sızlıkları
ile
kendini açığa vurmaktadır.
Bu endişenin bir şekli, ölüm korkusudur; her insanın ölümle
karşılaştığı zaman duyduğu normal bir ölüm korkusu, ölmek
zorunda olduğunu bilmekten ileri gelen bir korku değildir bu;
insanı sürekli olarak pençesine alabilen çok şiddetli bir korku, bir
dehşettir.
Bu
akıldışı ölüm korkusu, yaşamayı becerememiş
olmaktan
ileri
gelir; hayatımızı ziyan ettiğimiz ve yeteneklerimizi
verimli bir şekilde kullanma şansını yitirdiğimiz için suçlu olan
vicdanımızı
dile
getirir. Ölmek çok acı bir şeydir, ama yaşama-
dan
ölmek zorunda
olduğumuzu düşünmek katlanılmaz bir şey-
dir. Bu akıldışı ölüm
korkusu ile ilgili başka bir korku
da
yaşlanma korkusudur ve bu korku bizim kültürümüzde insanı
daha çok tedirgin etmektedir. Burada da, akla uygun ve normal
bir yaşlılık korkusu ile karşılaşıyoruz; ama bu korku, nitelik ve
şiddet bakımından, "çok fazla yaşlanmaktan duyulan ve kara-
basana benzeyen dehşetten çok farklıdır. Sık sık, özellikle psi-
kanaliz sırasında, oldukça genç oldukları halde yaşlılık korku-
suna saplanıp kalmış insanları gözlemek fırsatını bulabiliyoruz;
beden güçlerinin azalması ile tüm kişiliklerinin, duygu ve zekâ
güçlerinin zayıflaması arasında sıkı bir bağ olduğuna inanıyor-
lar. Bu düşünce, tersinin doğru olduğunu gösteren güçlü kanıt-
lara rağmen sürüp giden bir boş-inançtan başka bir şey değildir.
192
Bizim kültürümüzde, hızlılık, çevreye ayak uydurma yeteneği ve
beden gücü gibi niteliklere -insanın karakter gelişmesine değil
de, yarışma alanındaki başarısına önem veren bir dünya için
gerekli olan ve "gençlere özgü" denilen niteliklere- ağırlık veril-
mesi yüzünden bu boş-inanç desteklenip durmaktadır. Oysa
yaşlanmadan önce yaratıcı bir şekilde yaşayabilen bir insanın
hiç
de çökmediğini gösteren birçok örnek vardır; tersine, yaratıcı
bir
şekilde yaşama süreci içerisinde geliştirmiş olduğu akıl
ve
duygu yetenekleri
beden
gücünün azalmasına
rağmen
gelişmeye
devam
etmektedir. Yaratıcı olmayan bir insan
ise,
etkinliğinin ana
kaynağı
olan beden gücü suyunu çektiği zaman,
tüm kişiliği ile çökmektedir. Yaşlılıkta kişiliğin çökmesi
bir
belirtidir: Yaratıcı bir şekilde yaşamayı başaramamış olmanın
kanıtıdır. Yaşlanma korkusu, yaratıcı olmayan bir şekilde
yaşamış olduğunu -çoğu zaman bilinçdışı olarak- hissetmekten
ileri gelen bir korkudur; benliğimizin zedelenmesine, baltalanma-
sına karşı vicdanımızın göstermiş olduğu bir tepkidir. Bilgelik ve
deneyim sahibi olmak gibi yaşlılığa özgü niteliklere daha fazla
ihtiyaç gösteren, dolayısıyla daha fazla değer veren kültürler
vardır. Aşağıda görüleceği üzere, Japon ressamı Hokusai tara-
fından son derece güzel
bir
şekilde dile getirilmiş olan böyle bir
tavra rastlayabiliyoruz
bu gibi
kültürlerde:
Altı yaşından beri nesnelerin
şeklini
çizme
konusunda
çılgınca bir tutkum vardı. Elli yaşına geldiğimde, sayısız
denecek kadar çok resim yapmıştım; ama yetmiş
yaşımdan önce yapmış olduklarımın hiçbirini resimden
saymıyorum. Yetmiş üç yaşındayken tabiatın, hayvanla-
rın, bitkilerin, kuşların, balıkların ve böceklerin gerçek
yapısı hakkında biraz bir şeyler öğrendim. Bunun sonu-
cu olarak da, seksenime geldiğim zaman daha fazla
ilerlemiş olacağım; doksanımda nesnelerin sırrına ulaşa-
bileceğim; yüz yaşına geldiğim zaman, şüphesiz ola-
ı
1
27
Dostları ilə paylaş: |