hi’ye Ingilizlerin evlerini yeterince ısıtmamalarından yakınıyor.
“Şimdi gene iyi, kalorifer var,” diyor Musa Farhi. “Ben
1954’te geldiğimde soba bile yoktu. îngilizler oturdukları oda
da bir-iki saat ufak bir ocak yakalardı, işte ne kadar ısıtırsa,
hepsi o. Yatağın içinde soyunup giyinirdim.”
Sonra karlar eriyor. Hava aydınlık, berrak ama hâlâ neredey
se elle tutulacak kadar katı bir soğuk var. Londra’nın o meşhur
yağmurundan eser yok. Geceleri park edilmiş arabalar ışıl ışıl
buz, üstlerine ışık düştüğünde sanki gümüş tozu serpilmiş gi
bi görünüyor.
Crouch End’de otobüs bekliyor bir gün. Beklerken ısınmak
için hafif hafif zıplıyor, sağa sola bakınıyor. Durakta genç bir
adamın Halide Edip Adıvar’ın K alp Ağrısı romanını okuduğu
nu görüyor. Burada bir Türk’e rastlaması şaşırtıcı değil. Lond
ra’nın her yeri Türk kaynıyor. Sadece Londra da değil, dünya
nın her yeri Türk kaynıyor. Buraya ilk geldiği günlerin birinde,
sokakta kaç kez Türkçe duyacağım acaba diye saymaya kalktı,
yarım saat içinde üç-dört kez duyunca vazgeçti. Londra’da yaşa
yan ciddi bir Türk-Kürt nüfus var, bir de Türkçe aksanlarmdan
hemen ayırt edilen Kıbrıslılar. Dolayısıyla bu şehirde adım başı
bir Türk’e rastlamak normal ama durakta otobüs beklerken ki
tap okuyan bir Türk’e rastlamak Türkiye’de bile normal değil.
Otobüs geliyor, üst kata çıkıyor. Kalp Ağnsı’m okuyan genç
le yan yana oturuyorlar ve sohbete başlıyorlar. Halide Edip’ten
girip Türk edebiyatının birçok yazarından çıkıyorlar. Ahbap ol
duğu genç adamın kız arkadaşıyla da tanışınca, giderek gelişen
bir dostluk doğuyor aralarında. Ama dünyayı yöneten birkaç
başkentten birinde aynı dili konuşan insanların geçici dostlu
ğundan daha ötede, beklenmedik şekilde derin bir dostluk. Öte
yandan aynı dili konuşuyorlar, evet ama bu dil genç çiftin ana
dilleri değil. Onların anadilleri Kürtçe.
Biri Tuncelili, diğeri Vartolu bu iki genç Ankara’da doğup
büyümüşler. Londra’da hem doktora yapıyorlar hem çalışıyor
lar. Onlarla sohbet etmek insana güven ve umut veriyor. Soğuk
Londra günlerini dostlukları ve içtenlikleriyle ısıtan bu gençle
re minnettar.
71
Yine böyle soğuk bir Londra gecesinde onu akşam yemeğine
davet ediyorlar. Evde bir de arkadaşları var. Londra’da bir özel
hastanede hemşire olarak çalışan, çok güzel gülen, pırıl pırıl,
genç bir kadın. Gülüşünde acı bir hüzünle birlikte cesaret, se
vecenlik ve tarif etmesi zor bir güç var. Nedenini bilmiyor ama
güzel gülen insanlara daima güvenmiştir.
Gece boyunca şarap içip dünyadan, hayattan, yabancı ol
maktan, sadece bir ülkede değil, bu mahvolan gezegenin her
yerinde bir yabancı olmaktan, bir çeşit sürgün olmaktan, Türk-
lerden ve Kürtlerden, bitmek bilmeyen haksızlıklardan, onul
maz bir hastalık olarak milliyetçilikten, siyasetten, siyasetin la
netinden, felsefeden, sinemadan, edebiyattan ve sıradan hikâ
yelerden söz ediyorlar.
Güzel gülüşlü hemşire, hastalarının yüzde seksenini petrol
zengini, özellikle de Kuveytli Arapların oluşturduğu bir hasta
nede çalışıyor. Pek çok ilginç hasta görmüş. Bir Arap şeyhi me
sela, tam bir yıl yatmış hastanede. Ailesinden çoğu kadın kırk
küsur kişi de şeyhle birlikte kendilerine ayrılan özel katta yaşa
mışlar. Sıkıntıdan sürekli yemek yiyorlarmış. Şeyh iki yüz ki
loymuş. Geçirdiği ameliyattan sonra dokuları kaynamadığı için
karnında açık yara, iç organları ve karın yağları dışarıda, sürek
li inleyerek öylece yatmış, ölene kadar.
Hastanenin aynı zamanda aşırı lüks bir otel olduğunu söy
lüyor. Arapların Londra tutkusu, Londra’da tedavi olma me
rakı üstüne gözlemlerini aktarıyor. Bu derece zengin insanları
memnun etmenin zorluklarından bahsediyor. Mesleğine karşı
öyle derin ve kutsallaştırılmış bir sevgisi yok. Hayatını kazan
ması gerekiyor, mesleği de bu, o kadar. Kendini mesleğine bağ
lı hissetmiyor. Elinden başka bir iş gelse onu yapar, fark etmez.
Dışarıda eksi on dereceyi bulan bir soğuk var. Pencerenin
önündeki ağaç rüzgârla hafif hafif sallanıyor. Kırmızı şarabın
ikinci şişesini açıyorlar. Dördü de hem eğlenceli hem derin, so
ruların soruları kovaladığı bu sohbet bitmesin istiyorlar. Yarın
işe gitmek gerekmese rahatça sabahı bulabilirler.
Derken konu memlekete dair hislere ve bir şehre bağlı olma
ya geliyor. Hemşire kendini hiçbir şehre veya ülkeye bağlı his
72
setmediğini, hiçbir toplumun, hiçbir milletin parçası olmadığı
nı söylüyor. Hemen yarın Singapur’a, Montreal’e, Helsinki’ye
veya Cape Town’a taşınabilir, yeni bir hastanede işe başlayabi
lir; şehir, iklim, ülke, kıta, dil hiç fark etmez.
Hemşire ile dünya arasında camdan bir duvar varmış gibi ge
liyor kadına. Sanki doğuştan sürgün olma hali yaşıyor. Dünya
onu, o dünyayı camın arkasından görüyor ama birbirlerine do
kunmuyorlar. Güzel gülen genç hemşire kadın her an buhar
laşacak bir varoluşa bürünüyor, sanki soyutlaşıyor. Hemşire
nin gülüşündeki hüzünlü acılığın, aynı zamanda güç ve cesare
tin bu ruh halinden kaynaklanıyor olabileceğini düşünüyor ka
dın. Böylesine kararlı bir ait olmama halinden çok etkileniyor.
Ama derinlerinde bir yerde bir tür kırgınlık, dünyaya ve haya
ta karşı bir küskünlük olduğu hissine kapılmadan da edemiyor.
Bağsızlığın bir çeşit özgürlük olup olmadığını tartışıyorlar.
Bağlılığın güven duygusuyla ilgisi var, bağlanmak biraz da gü
venmek demek. Güven insana iyi gelen bir his. Öte yandan
bağlılık özgürlüğün de ayaklarını bağlayan bir his.
Hemşire “Sen kendini nereli hissediyorsun?” diye soruyor.
u(...)’da doğdum ama İstanbul’a bağlıyım,” diyor kadın.
Bir anda tavandan bir buz kütlesi düşüyor üstlerine. Oda bü
yüklüğünde bir şey tam ortalarında parçalanıyor. Hemşire ka
dın buz kesiliyor, o güzel gülüşü yüzünde donuyor. Kadın bir
anlam veremiyor. Söylediği bütün sözleri hızla aklından geçiri
yor, onu kıracak bir şey mi söyledi?
Ama çok sürmüyor bu buzlu hal, belki otuz saniye, daha faz
la değil. Tekrar sıcaklaşıyor ortam. Kadın neredeyse kendinden
şüpheye düşecek. Böyle bir an yaşanmadı mı? içi mi geçti, uy
durdu mu, rüya mı gördü? O buzlaşma anı yaşandıysa şimdi
nasıl otuz saniye öncesine dönebildiler?
İkinci şişe de bitince Türkiye usulü demlenmiş çaya geçiyor
lar. Kıtır ve leziz İngiliz bisküvileri yiyorlar. Ama kadının için
de bir şeyi eksildi sanki, kalbinde tuhaf bir ağırlık var.
Saat sabahın ikisi oluyor. Ingilizlerin Underground dedikle
ri metro çoktan kapandı. Genç hemşire Londra’nın güneyinde
oturuyor, yolu uzun. İki gece otobüsü değiştirerek varacak evi-
73
Dostları ilə paylaş: |