Bıçakçı Gümüş Ahmet.
Bu fotoğraf 1986’da Akşehir’in eski canlılığını değilse de var
lığını hâlâ sürdüren Arasta’sında çekilmiş. Ergun bu fotoğrafı
çektiği gün dükkânına girdiğinde Gümüş Ahmet dükkânında
ki gramofondan klasik müzik dinliyor ve bıçak bileyliyormuş.
Duvarda bando yıllarından kalma kolonyal şapkası asılıymış.
Sönmeyen aşkı ve kendi parasıyla kurduğu bando, mesleği olan
bıçakçılıktan sonra en büyük övüncüymüş. Bu resimde Gümüş
Ahmet dalgınlığı andıran bir hüzünle bakıyor. Yüzünden sade
ce kendi tarihinin değil, bir ülke tarihinin de yükü okunuyor.
58
Memleket Hikâyeleri
İyi insanların cehennemi
daha sıcak olur
Tabelası olmayan çıkmaz sokak ikisi yeni biri eski üç evle, her
yanını ot bürümüş bir arsanın çevrelediği biçimsiz bir meydan
da bitiyor. Meydan öyle küçük ki, meydan bile denemez aslın
da ama tanımlayabilecek başka bir kelime de yok. Sokak değil,
arsa değil, bahçe veya avlu da değil. Büyük ihtimalle, kendini
bile zor idare eden belediyenin kendi haline bıraktığı, hazine
malı bir arazi parçası.
Bu şekilsiz meydanın ortasında görkemli bir karadut ağa
cı var. İyi ki de var. Geniş gövdesi ve capcanlı yapraklarıyla, ta
Bitinyalılara uzanan bir geçmişin bütün mimari ve estetik biri
kimini inkâr eden, çimento ve kumun ucuzluğundan doğmuş
iki yeni evin dayanılmaz çirkinliğini gizliyor. Ellili yıllarda ya
pılmış olan üçüncü ev de estetik şahikası değil; ama ağırbaşlı
çizgileri, oranlı pencereleri, çift kanatlı güzel kapısıyla ustasını
utandırmamış hiç olmazsa. ‘68 depreminden de alnının akıyla
çıkmış üstelik, duvarlarında çatlak bile yok. Şehrin rastgele yı
kılıp altı-yedi katlı apartmanlar dikildiği yıllara, bu açgözlü bi
naların da ‘99 depremiyle yerle bir olmasına çok var daha. İnşa
at yaparak zengin olmak henüz hayal bile değil. Hayaller, mer
divenleri kağşamış canım ahşap evleri yıkıp nihayet şehirli ol
duk denebilecek betonlarda oturmakla sınırlı.
61
Bu üç evde birbiriyle akraba beş aile oturuyor.
Meydanda çamaşır günü. Sobaların henüz kaldırılm adı
ğı ama sadece geceleri yakıldığı bahar başında büyük çamaşır
şenlikleri başlıyor, havalar soğuyup evlere girilene kadar her ay
tekrar ediliyor. Şenlikler şehrin âdeti değil, bu meydana mah
sus. Çünkü eski evde oturan aileye on küsur yıl önce gelin ge
len Feriköylü Leyla’nın merdaneli bir çamaşır makinesi var.
Leyla o gün sabah ezanıyla kalkmış, kayınpederini camiye
yolladıktan sonra meydanın hâlâ inşaat artıklarıyla dolu köşe
sinde ocak kurup ateş yakmış, üstüne dökme demir üçayağı,
onun üstüne ile bakır kazanı oturtmuş. Yazın gaz tenekelerine
dikilmiş ortancaları, duvar diplerinde kendiliğinden çıkmış ak-
şarnseiaları nı sulamak, evin önündeki taşlığı yıkamak için kul
landıkları hortumu mutfak penceresinden geçirip musluğa tak
mış, kazanı doldurmuş. Kahvaltı bitip ortalık toparlanana ka
dar su kaynamış olacak.
Merdaneli makine eski evin girişinde, ayakkabı raflarının ya
nında, beş ailenin bütün çarşaflarını yıkayan tek makine oldu
ğu halde, hakkı yenmiş bir eşya hüznüyle, sessiz sedasız duru
yor. Eskimeye yüz tutmuş. Gövdesini yer yer çürütüp döken
pas sepya rengi bir haritayı andırıyor.
Kazandan buhar tüterken meydanda şenlik başlıyor. Ayak
altında dolaşmasınlar diye çocuklar öbür mahalleye kışkışlanı-
yor önce. Sepetler dolusu kirli çamaşır; çarşaflar, yastık yüzleri,
perdeler, tüller meydana yığılıyor. Leyla zavallı makineyi arka
daki iki tekerleğinin üstünde sürükleyip taşlığa çıkarıyor. Uzat
ma kablosunu pencereden geçirip oturma odasının fişine takı
yor. Kazandan teneke kovaya doldurduğu sıcak suyu getirip
makineye boşaltıyor, üstüne hortumu tutup ılıştırıyor.
Günlük çamaşırlar her hafta elde yıkanıyor, ama hazır maki
ne açılmışken ne var ne yok yıkanmalı. Bugün her ailenin ço
rapları, donları, beyazları, renklileri, çarşafları, perdeleri ayrı ay
rı yıkanacak. Kadınlardan biri çamaşırları sahiplerine, cinsleri
ne, renklerine göre ayırıyor. Bir başka kadın macun kıvamın
daki çamaşır deterjanını iyice erisin diye sıcak suyla seyrelti-
• •
yor. Öteki, kazanda kaynayan beyazların yüzeye çıkanlarını ku~
62
ruyup lekeli kalmasın diye sopayla suya batırıyor. Beriki tah
ta parçası tutuşturmaya çalışan oğlana “Çekil ateşin başından!”
diye bağırarak ayağındaki naylon terliği fırlatıyor. Çocuk arsaya
kaçıyor, otların arasında kayboluyor. Aşağı mahalleye gidecek,
orada Kıbrıs Barış Harekâtının etkisinde olan arkadaşlarıyla sa
vaşçılık oynayacak. Radyoda bangır bangır “Arkası Yarın” var.
Ot bürümüş arsanın bir kenarında bulunan, çivit mavi bo
yalı, ufacık bir odadan ibaret, penceresiz kulübede mahalleli
nin yardımlarıyla yaşayan, kimsesiz bir ihtiyar oturuyor. Ma
nav Dede diyorlar. Çok aksı biri. Çocuklar kulübesinin kapı
sını aralık bulurlar da içeriye bir göz atmaya kalkarlarsa kafa
larına bastonu yiyorlar. Manav Dede’nin sıskalığı açlıktan de
ğil, yapısı öyle. Kendi ailelerini bile zor doyuran kadınlar, her
akşam sırayla ona yemek götürüyorlar. Saati gelince ışıksız ku
lübesinin kapısını açıp bekliyor, gelen tepsiyi teşekkür bile et
meden alıp kapıyı yüzlerine çarpıyor. Mahalleli için Manav De-
de’ye bakmak “Başımızın gözümüzün sadakası olsun,” demek.
Bir keresinde ramazanda tebarekeye gelen Hocanım’a ona gö
türdükleri yemekler fitre yerine geçer mi diye sordular. “Geç
mez,” dedi Hocanım, canları sıkıldı, geçseydi iyiydi.
Manav Dede kucağında kirlileriyle geliyor. Renkleri dönmüş
iç donu, fanila, gömlek, eski bir çarşaf, birkaç mendil. Hepsi
kötü, aşırı kötü kokuyor. Ama kadınlar kırk yılda bir hamam
yüzü gören Manav Dedenin kimsesiz ve aksi bir ihtiyar olma
nın iticiliği de sinmiş çamaşırlarını iğrenseler de yıkacaklar;
çünkü bu da her akşam ona yemek götürmek, arada bir kulü
besini silip süpürmek gibi sıraya bindirdikleri hayır işlerinden.
Manav Dede kirlilerini bırakıp gidiyor.
Bir kız çocuğu “Manav Dede manav mıymış eskiden?” di
ye soruyor.
Gülüyorlar. Kız niye güldüklerini anlamıyor.
“Yok öyle manav değil, manav milletinden,” diyor biri.
Kız yine anlamıyor, anlamaya da çalışmıyor, büyükler iş bu
yurmasın diye sıvışıyor. Oğlan çocuklarına kimsenin şunu ge
tir, bunu yap dediği yok ama kız çocuklarını yakalarlarsa eşşek
gibi çalıştırıyorlar.
63
Dostları ilə paylaş: |