duvarında şöminenin arkasında asılı dururdu ama o gece pirinç kornişinden
kenara çekilmişti
ve arkasındaki duvarı gözler önüne seriyordu.
Çıplak lambri duvara doğru yürüyen Sophie şarkı seslerinin yükseldiğini hissetti. Tereddüt
ederek kulağını duvara yasladı. Artık sesler daha berraktı. İnsanlar kesinlikle şarkı söylüyor...
Sophie'nin anlayamadığı kelimeler kullanıyorlardı.
Bu duvarın arkasında bir boşluk var!
Panelin kenarlarını eliyle yoklayan Sophie gizli bir oyuk buldu. Titizlikle işlenmişti.
Kayarak açılan bir kapı. Kalbi deli gibi çarparken parmağını deliğe yerleştirdi ve çekti. Ağır
duvar ses çıkartmadan yana kaydı İlerideki karanlıkta şarkı söyleyen sesler yankılanıyordu.
Kapıdan geçen Sophie kendini dönerek aşağı inen, kaba taş bir merdivende buldu.
Çocukluğundan beri bu eve gelirdi ama bu merdivenin varlığından bile haberi yoktu!
Aşağı indikçe hava serinlemişti. Sesler daha da belirginleşti. Artık kadın ve erkek seslerini
duyuyordu. Döner basamaklar görüş açısını engelliyordu ama son basamakta önü açılmıştı.
Arka tarafta bodrum katının küçük bir parçasını görebiliyordu, titreşen turuncu alevlerle
aydınlan taş.
Nefesini tutan Sophie birkaç adım daha yaklaştı ve neler olduğunu görmek için çömeldi.
Gördüklerini anlayabilmesi birkaç saniyesini almıştı.
Burası bir yeraltı odasıydı, dağdaki granitten oyulmuş kaba bir odaya benziyordu.
İçerideki tek ışık, duvarlardaki meşalelerden geliyordu. Devlerin aydınlattığı odanın ortasında
yaklaşık otuz kişi çember oluşturacak şekilde duruyordu.
Hayal görüyorum, dedi Sophie kendi kendine.
Bu bir rüya. Başka ne olabilir?
Odadaki herkes maske takmıştı. Kadınlar beyaz tül gecelikler ve altın ayakkabılar
giymişlerdi. Maskeleri beyazdı ve ellerinde altın küreler tutuyorlardı.
Erkekler uzun siyah
tunikler giymişlerdi ve maskeleri siyahtı. Dev bir satranç tahtasındaki piyonlara benziyorlardı.
Çemberdeki herkes ileri geri sallanıp yerde duran bir şeyi huşu içinde zikrediyorlardı...
Sophie'nin göremediği bir şeyi.
Şarkı yeniden başlamıştı. Hızlandı. Artık gürlüyordu. Daha hızlı. Katılımcılar içeri doğru
birer adım atıp, diz çöktüler. Sophie o sırada neye tanıklık ettiklerini görebilmişti. Dehşetle
gerilediği halde, bu manzara hafızasından sonsuza kadar silinmeyecekti. Tiksinti duyan
Sophie arkasını dönüp, taş duvarlara tutunarak merdiveni tırmanmıştı. Kapıyı çekerek
kapattıktan sonra evden kaçtı ve gözyaşları içinde Paris'e geri döndü.
O gece hayal kırıklığına ve ihanete uğramış bir halde eşyalarını toplayıp evden ayrıldı.
Yemek odasındaki masanın üstüne bir not bırakmıştı.
ORADAYDIM. BENİ BULMAYA ÇALIŞMA.
Notun yanına şatonun odunluğunda duran yedek anahtarı bıraktı.
"Sophie!" Langdon'ın sesi düşüncelerini bölmüştü. "Dur! Dur!"
Hatıralarından uyanan Sophie aniden frene asıldı ve araba patinaj yaparak durdu. "Ne? Ne
oldu?"
Langdon önlerindeki uzun caddeyi gösteriyordu.
Gördüğünde Sophie'nin kanı dondu. Yüz metre kadar ilerideki kavşak DCPJ polis
arabalarıyla kapatılmıştı. Çarpık park edilmişlerdi ve niyetleri belliydi.
Gabriel Bulvarı'nı
kapatmışlar!
Langdon içini çekti. "Bu gece büyükelçilik yasak bölge mi ilan edildi?"
Sokağın aşağısında, arabalarının yanında duran iki DCPJ polisi şimdi onların
bulunduğu
yöne doğru bakıyorlardı. Önlerindeki caddede böylesine tuhaf biçimde duran farların ne
olduğunu merak ettikleri ortadaydı.
Pekâlâ Sophie, yavaşça dön.
33
Sophie'nin SmartCar'ı diplomatik semtteki büyükelçilikler ve konsoloslukların önünden
hızla ilerledi. Sonunda bir yan sokağa saparak sağa dönüş yaptı ve
tekrar görkemli Champ-
Elysées Bulvarı’na çıktı.
Yumruklarını bembeyaz oluncaya kadar sıkan Langdon yolcu koltuğunda iki büklüm
oturuyor ve peşlerinden gelen polis olup olmadığını kontrol etmek için arka tarafa bakıyordu.
Birden kaçma kararını vermemiş olmayı diledi. Sonra kendine, bu karan sen vermedin, diye
hatırlattı. GPS noktacığını tuvalet penceresinden attığında bu kararı onun adına Sophie
vermişti. Şimdi büyükelçilikten tam gaz uzaklaşıp Champ-Elysées'nin
hafif trafiğinde
yılankavi kıvrımlar çizerken Langdon seçeneklerinin daha da kötüye gittiğini hissediyordu.
Sophie polisi atlatmış gibi görünüyordu ama Langdon en azından o an için, şanslarının devam
edeceğinden şüpheliydi.
Direksiyon başında oturan Sophie, elini süveterinin cebine daldırıp küçük metal bir nesne
çıkartarak Langdon'a uzattı. "Robert, şuna bir baksan iyi olacak. Büyükbabamın
Kayalıklar
Bakiresi'nin arkasında bana bıraktığı şey bu."
Aklına gelen çağrışımlardan ötürü tüyleri ürperen Langdon nesneyi eline alıp inceledi.
Ağırdı ve çarmıh biçimindeydi. İlk önce bir cenaze
pieu’su -mezarlıkta
toprağa gömmek için
tasarlanan bir tür minyatür anı çivisi- tuttuğunu düşündü. Ama daha sonra haçtan devam eden
gövdenin üçgen ve prizma formunda olduğunu fark etti. Ayrıca gövdenin üstünde titizlikle
işlenerek gelişigüzel dağıtılmış gibi görünen yüzlerce minik altıgen kabarcık vardı.
Sophie, ona, "Lazerle kesilmiş bir anahtar," dedi. "Elektrikli bir göz bu altıgenleri
okuyor."
Bir anahtar mı? Langdon daha önce böyle bir şeyi hiç görmemişti
Şerit değiştirip
kavşaktan dönerken Sophie, "Arka tarafına bak" dedi.
Langdon anahtarı çevirdiğinde hayretten ağzı bir karış açık kaldı. Haçın tam ortasına, bir
fleur-de-lis ile P.S. harfleri özenle kabartılarak işlenmişti. "Sophie," dedi. "Sana bahsettiğim
mühür bu! Sion Tarikatı'nın" resmi amblemi."
Sophie başını salladı. "Anahtarı çok uzun zaman önce gördüğümü sana söylemiştim. Bana
bundan bir daha asla bahsetmememi söylemişti"
Langdon'ın gözleri kabartmalı anahtar üstüne çakılı kalmıştı, İleri teknoloji üretimiyle
üstündeki asırlık semboller, eski ve yeni dünyayı birbirine kaynaştırmıştı.
"Bana bu anahtarın, pek çok sırrı sakladığı bir kutuyu açtığını söylemişti."
Langdon, Jacques Sauniére gibi bir adamın ne tür sırlar saklayabileceğini düşününce bir
ürperti hissetti. Eski
bir kardeşliğin, fütürist bir anahtarla ne işi olduğunu tahmin edemiyordu.
Tarikatın varoluşunun tek sebebi bir sırrı korumaktı. İnanılmaz güce sahip bir sırrı.
Bu
anahtarın bir ilgisi olabilir mi? Bu düşünce tüm zihnini sarmıştı. "Neyi açtığını biliyor
musun?"
Sophie hayal kırıklığına uğramış gibi görünüyordu. "Senin bildiğini sanıyordum."
Langdon elindeki haçı döndürüp, incelerken bir süre sessiz kaldı.
Sophie, "Hıristiyan işine benziyor," diye ısrar etti.
Langdon bundan o kadar da emin değildi. Anahtarın baş kısmı geleneksel uzun kollu
Hıristiyan Haçı’na değil de, Hıristiyanlıktan bin beşyüz yıl önceki
kare -dört kolu da eşit
uzunlukta- haçlara benziyordu. Bu tür haçların uzun kollu Latin Haçı'yla gösterilen çarmıhla
hiç ilgisi yoktu olarak Romalılar tarafından bir işkence aleti olarak kullanılmıştı. Langdon
kullandıkları sembolün tarihte çok vahşi bir ismi yansıttığını, 'çarmıha" bakan Hıristiyanların
çok az bir kısmının bilmesine her zaman hayret etmişti. "Haç" ve "çarmıh"
kelimeleri
Latincedeki
cruciare fiilinden geliyordu... yani işkence.