Papanın yazlık evi mi? Aringarosa daha önce oraya
hiç gitmemiş ve gitmek de
istememişti. On altıncı yüzyıldan kalma hisar, Papa'nın yazlıkevi olmasının yanı sıra,
Avrupa'daki en gelişmiş astronomi gözlemevlerinden biri olan Specula Vaticana'ya -Vatikan
Rasathanesi- ev sahipliği yapıyordu. Aringarosa, Vatikan'ın bilimle uğraşmasını bir türlü içine
sindirememişti. Bilimle inancı kaynaştırmanın mantığı ne olabilirdi ki? Tanrı inancı taşıyan
bir adam, bilimle tarafsız uğraşamazdı. İmanın ise fîziksel olarak teyit edilmesine gerek
yoktu.
Yıldızlarla kasım gökyüzüne doğru yükselen Castel Gandolfo alanına girdiğinde,
yine de
geldik işte, diye düşündü. Garaj yolundan bakıldığında Gandolfo, intihar atlayışı yapmayı
düşünen devasa bir taş canavara benziyordu. Uçurumun tam kenarına
inşa edilmiş şato,
İtalyan medeniyetinin beşiğine doğru eğilmişti, Roma'yı kurmadan önce Curiazi ile Orazi
kabilelerinin uzun zaman savaştıkları vadi.
Gandolfo'nun silueti bile görülecek bir manzaraydı... bu coşku verici uçurum sahnesinin
etkisini artıran etkileyici bir mimarisi vardı. Aringarosa şimdi, Vatikan'ın bina çatısına iki dev
alüminyum teleskop kubbesi yerleştirerek«mahvettiğini görmekten üzüntü duyuyordu. Bir
zamanların bu mağrur yapısını adeta, komik şapka giymiş gururlu bir savaşçı konumuna
düşürmüşlerdi.
Aringarosa arabadan indiği sırada bir Cizvit rahibi koşuşturarak, karşılamak için yanına
geldi. "Hoş geldiniz piskopos. Ben Peder Mangano. Bir gökbilimciyim."
Ne kadar iyi. Aringarosa homurdanarak onu selamladıktan sonra,
ev sahibinin peşinden
şatonun antresine girdi, Rönesans sanatıyla astronomi görüntülerinin zevksiz karışımından
oluşan geniş ve açık bir alan. Kendisine eşlik eden rahibi traverten merdivenlerde takip eden
Aringarosa konferans salonları, derslikler ve turist bilgilendirme hizmetlerine ait işaretler
gördü. Vatikan'ın her seferinde ruhani gelişim için mantıklı rehberlik hizmetinden geri kalıp,
turistlere astrofizik dersleri vermeye bir şekilde vakit bulduğunu düşünmek onu şaşırtmıştı.
Aringarosa, genç rahibe, "Söylesene," dedi. "Kuyruk ne zaman köpeği sallamaya
başladı?"
Rahip, ona tuhaf bir biçimde baktı. "Efendim?"
Bu gece yine o tartışmayı açmamak düşüncesiyle Aringarosa konuyu kapattı.
Vatikan
delirmiş. Taviz vermeden
ona değerleri öğretmek yerine, şımarık çocuklarının kaprislerine
boyun eğen üşengeç ebeveynler gibi, kilise de gittikçe yumuşuyor, doğru yoldan sapan bir
kültüre ayak uydurmaya çalınıyordu.
Üst kattaki geniş koridor oldukça lüks döşenmişti ve pirinç tabelalı kapıların bulunduğu
yöne doğru ilerliyordu.
Aringarosa burada Vatikan Astronomi Kütüphanesi Copernicus, Galileo, Kepler,
Newton
ve Secchi'nin nadir bulunan çalışmaları da dahil olmak üzere, yirmi beş binden fazla eser
bulunduğunu duymuştu. İddia edildiğine göre Papa'nın kıdemli çalışanları da burada özel
toplantılar düzenliyorlardı...Vatikan Şehri sınırları içinde yapmak istemedikleri toplantıları.
Kapıya yaklaşan Piskopos Aringarosa, içeride duyacağı haberi ya da harekete geçireceği
olaylar zincirini kesinlikle tahmin etmiyordu. Bir saat sonra toplantıdan sendeleyerek
çıkarken, kötü olaylara dair imalar yerine oturmaya başlamıştı.
Bundan altı ay sonra! diye
düşünmüştü.
Tanrı yardımcımız olsun!
Şimdi Fiat'ta oturmakta
olan Piskopos Aringarosa, o toplantıyı düşünürken yumruklarını
sıktığını fark etti. Yumruğunu gevşetip, yavaşça derin bir nefes aldı ve kaslarını gevşetti.
ASTRONOMİ KÜTÜPHANESİ
Fiat dağlara tırmandıkça, kendi kendine, her şey yolunda gidecek, dedi. Yine de cep
telefonunun çalmasını diliyordu.
Öğretmen beni neden aramadı? Silas şu ana kadar kilit
taşına ulaşmış olmalıydı.
Sinirlerini yatıştırmaya çalışan piskopos, yüzüğündeki
mor ametist taşa bakarak
meditasyon yaptı. Piskoposluk arması işlenmiş yüzüğünün elmasların dokusunu hissederek,
kendi kendine bu yüzüğün yakında sahip olacağı güçten çok daha küçük bir gücün sembolü
olduğunu hatırlattı.
35
Gare Saint-Lazare'ın içi, Avrupa'daki diğer tren istasyonlarına benziyordu. Her zamanki
müdavimleriyle -mukavva kutular taşıyan evsizler, sırt çantalarının üstünde uyuyup MP3
çalarlarını dinleyen gözleri çapaklanmış kolej öğrencileri ve sigara içen mavi üniformalı
hademeler- dolu büyük bir ambardan ibaretti.
Sophie başını kaldırıp yukarıda asılı duran sefer tablosuna baktı. Siyah beyaz kutucuklar
bilgi yenilendikçe dönerek değişiyordu. Listenin en üstünde şöyle yazıyordu:
LILLE-HIZLI TREN- 03.06
Sophie, "Keşke
daha erken hareket etseydi," dedi. "Ama Lille işimizi görür."
Daha erken mi? Langdon saatine baktığında 02.59 olduğunu gördü, Tren yedi dakika
sonra hareket edecekti ve henüz biletlerini bile almamışlardı.
Sophie, Langdon'ı bilet gişesine doğru sürükleyerek, "Kredi kartınla bize iki bilet al,"
dedi.
"Kredi kartı harcamalarının takip edildiğini sanıyordum..."
"Kesinlikle."
Langdon, Sophie Neveu'ya yetişmeye çalışmaktan vazgeçti. Kredi kartını kullanarak
Lille'e iki bilet aldı ve Sophie'ye uzattı.
Sophie, onu Lille yolcularının trene binmeleri için son çağrının yapıldığı peronların
bulunduğu yöne doğru götürdü. Önlerinde on altı farklı peron ayrımı uzanıyordu. Sağ
taraftaki üçüncü peronda Lille treni ayrılmak üzere düdüğünü öttürüyordu,
ama Sophie,
Langdon'ı kolundan tutup tam ters istikamete sürüklemeye başlamıştı bile. Hızla yan taraftaki
lobiye dönerek, gece boyunca açık bir kafeteryanın önünden geçtiler. Sonunda yan kapıdan
istasyonun batı tarafındaki sessiz sokağa çıkmışlardı.
Bir taksi tek başına kapının önünde bekliyordu.
Şoför, Sophie'yi görünce farlarını yakıp söndürdü.
Sophie arka koltuğa atladı. Langdon, onun ardından bindi.
Taksi istasyondan uzaklaşırken Sophie yeni satın aldıkları biletleri çıkartarak yırttı.
Langdon derin bir nefes aldı.
Yetmiş doları çok güzel harcadık.
Gerçekten kaçtıklarını Langdon ancak, taksi Rue de Clichy'den kuzeye giden düz bir yola
çıktıktan sonra anlamıştı. Sağ taraftaki camdan Montmarte'yi ve Sacré-Coeur'un güzel
kubbesini görebiliyordu. Bu manzarayı, karşı istikametten geçen polis arabasının ışıkları
böldü.
Sirenler uzaklaşana kadar Langdon ile Sophie başlarını aşağı eğdiler.
Sophie, taksi şoförüne sadece şehir dışına çıkmasını söylemişti. Langdon, onun çenesini
sıktığını gördüğünde, bir sonraki adımı hesapladığını sezinlemişti.
Langdon haç şeklindeki anahtarı cama tutarak yeniden incelemeye koyuldu. Anahtarın
nerede yapıldığını belirten herhangi bir işaret bulmak amacıyla gözlerine yaklaştırdı. Aralıklı
sokak lambalarının ışığında tarikat mührü dışında hiçbir işarete rastlayamadı. Sonunda,
"Hiçbir anlam ifade etmiyor," dedi. "Hangi kısmı?"
"Büyükbabanın, ne yapacağını bilmediğin bir anahtar bulman için bunca zahmete
girmesi." "Sana katılıyorum."
Tablonun arkasında başka bir şey yazmadığına emin misin?" Her yeri aradım. Hepsi bu
kadar. Bu anahtar tablonun arkasına sıkıştırılmıştı.
Tarikat mührünü gördüm, cebime attım ve
sonra çıktık."
Şimdi üçgen gövdenin kör ucuna bakmakta olan Langdon kaşlarını çattı.
Hiçbir şey.
Gözlerini kısarak anahtarı yaklaştırdı ve baş kısmın keti. Orada da bir şey yoktu. "Sanırım bu
anahtar yakın zaman önce temizlenmiş."
"Neden?"