yapamazsın. İstersen şimdi tek parça halinde buradan uzaklaşmaya konsantre olalım. Yakında
bu iş için yeterince vakit bulacaksın."
Langdon, onun haklı olduğunu biliyordu. Başını bir kez sallayarak kapağı kilitledi.
Arka tarafta bağlarından kurtulmaya çalışan keşiş, inliyordu.
Son aniden tekmelemeye
başladı.
Arkasını dönen Teabing, silahı koltuğun üstünden ona doğrulttu. "Şikâyetinizin nedenini
anlayamıyorum bayım. Evime izinsiz girip, sevgili dostumun kafasına kötü bir darbe indirdin.
Aslında seni hemen cesedini ormanda çürümeye terk edebilirim."
Keşiş sesini kesmişti.
Langdon, "Onu yanımızda götürmemiz gerektiğine emin misin?" diye sordu.
Teabing, "Katiyetle eminim," diye sesini yükseltti. "Cinayetten aranıyorsun Robert. Bu
hergele senin özgürlük biletin. Polis seni yakalamayı peşinden evime gelecek kadar çok
istiyor."
Sophie, "Benim hatam," dedi. "Büyük ihtimalle zırhlı aracın ileticisi vardı."
Teabing, "Konu bu değil," dedi. "Polisin sizi bulmasına şaşırmıyorum, Opus Dei'nin
bulmasına şaşırdım. Bana anlattıklarınızdan sonra, bu adamın adli
poliste ya da Zürih Emanet
Bankası’nda bir bağlantısı yoksa, evime kadar sizi nasıl takip ettiğini anlayamıyorum."
Langdon bunu biraz düşündü. Bezu Fache bu geceki cinayet için bir günah keçisi bulmaya
kesinlikle kararlıydı. Vernet ise onlara aniden düşman olmuştu. Langdon’ın dört cinayetle
suçlandığını bildiği düşünülürse, bankacının fikrini değiştirmesi anlaşılır bir şeydi.
Teabing, "Bu keşiş yalnız çalışmıyor Robert," dedi. "Ve tüm bunların arkasında
kim
olduğunu öğrenene kadar her ikiniz de tehlikedesiniz. İyi haberse dostum, şimdi
güç senin
elinde. Arkamdaki canavar bu bilgiye sahip ve ipler her kimin elindeyse, şu anda fazlasıyla
gergin olmalı."
Yola alışmaya başlayan Rémy hızını arttırıyordu. Bir çeşit su birikintisinin içinden
geçtikten sonra, hafif bir rampa aşıp, yeniden inmeye başladılar.
"Robert bana şu telefonu uzatabilir misin acaba?" Teabing ön konsoldaki telefonu işaret
ediyordu. Teabing bir numara çevirdi ve açılması için uzun süre bekledi. "Richard? Seni
uyandırdım mı? Elbette uyandırdım. Aptal bir soruydu. Üzgünüm. Ufak bir sorunum var.
Kendimi pek iyi hissetmiyorum. Tedavim için Rémy ile birlikte Isles'a gitmemiz gerekiyor.
Şey, doğrusunu istersen, hemen. Bu kadar geç haber verdiğim için üzgünüm. Elizabeth'i yirmi
dakika içinde hazırlayabilir misin? Biliyorum, elinden geleni yap. Görüşürüz."
Telefonu
kapattı.
Langdon, "Elizabeth mi?" dedi.
"Uçağım. Ona verdiğim parayla kraliçenin fidyesi ödenirdi."
Langdon arkasını dönüp ona baktı.
Teabing, "Ne?" diye hayret etti, "Adli polis peşinizdeyken Fransa'da kalmayı
düşünemezsiniz. Londra çok daha emniyetli."
Sophie de Teabing'e dönmüştü. "Ülkeden ayrılmamız gerektiğini mı düşünüyorsunuz?"
"Dostlarım, medeni dünyada, Fransa'da olduğundan çok daha fazla sözüm geçer. Bununla
birlikte, Kâse'nin Büyük Britanya'da olduğum inanılıyor. Kilit taşını açabilirsek, eminim
doğru yerde olduğumuzu gösterecek bir harita bulacağız."
Sophie, "Bize yardım etmekle," dedi. "Büyük bir tehlikeye atılıyorsunuz. Fransız
polisinde dostunuz kalmayacak."
Teabing yüzünü buruşturdu. "Fransa'yla işim bitti. Buraya kilit taşını bulmak için
taşınmıştım. O iş artık halloldu. Bundan sonra Château Villette'yi bile görüp görmemek
umurumda değil."
Sophie kuşkuyla sordu. "Havaalanı güvenliğinden nasıl geçeceğiz?"
Teabing kıkır kıkır güldü. "Ben Le Bourget'den havalanıyorum -buradan fazla uzak
olmayan özel bir hava sahasıdır. Fransız
doktorlar beni sinirlendiriyor, bu yüzden tedavi
görmek için on beş günde bir İngiltere'ye uçuyorum. Her iki tarafta da bazı imtiyaz hakları
için ödeme yapıyorum. Uçağa bindikten sonra, ABD Büyükelçiliğinden biriyle görüşüp
görüşmeyeceğinize karar verirsiniz."
Langdon aniden büyükelçilikle hiçbir şekilde görüşmek istemediğin fark etti.
Düşünebildiği tek şey kilit taşı, yazılar ve sonunda Kâse'ye ulaşıp ulaşamayacaklarıydı.
Teabing'in İngiltere konusunda haklı olabileceğini düşündü. Gerçekten de en yeni efsanelerde
Kâse'nin Birleşik Krallık’ta olduğu anlatılıyordu. Hatta Kral Arthur efsanesindeki Kâse
zengini Avalon Adası'nın bile İngiltere, Glastonbury'den başka bir yer olmadığına
inanılıyordu. Kâse
her nerede olursa olsun, Langdon bir gün onu şahsen göreceğini hiç tahmin
etmemişti.
Sangreal Belgeleri. İsa Mesih'in gerçek hikâyesi. Magdalalı Meryem 'in mezarı.
Bir an için, o gece kendini bir çeşit alacakaranlık kuşağına düşmüş gibi hissetti... sanki gerçek
dünyanın erişemeyeceği bir baloncuğun içindeydi.
Rémy, "Efendim?" dedi. "Gerçekten İngiltere'ye bir daha dönmemek üzere gitmeye kararlı
mısınız?"
Teabing, onu, "Rémy endişelenmene gerek yok," diye telkin etti "Kraliçenin ülkesine
dönmem, zevklerimden vazgeçip hayatımın geri kalanını ziyan edeceğim anlamına gelmiyor.
Kısa süre içinde yanımda temelli kalacağını tahmin ediyorum. Devonshire'da
muhteşem bir
villa satın almayı planlıyorum, bütün eşyalarını getirtiriz. Macera olacak Rémy. Kesinlikle bir
macera!"
Langdon gülümsemesine engel olamadı. Teabing, İngiltere'ye yapacağı zaferli dönüşün
planlarını yaparken, Langdon kendini onun bulaşıcı heveslerine kaptırmıştı.
Camdan dışarı boş gözlerle bakarak, sis farlarının zayıf sarı ışığında geçip giden ağaçları
seyretti. Ağaç dallarının yaladığı yan ayna içeri dönmüştü. Langdon arka koltukta sessizce
oturan Sophie'nin yansımasını gördü. Onu uzun süre seyrettikten sonra beklenmedik bir
memnuniyet duydu. Gece boyunca yaşadığı sıkıntılara rağmen,
Langdon böyle hoş bir
arkadaş bulmuş olduğuna minnettardı.
Sophie dakikalar sonra, Langdon'ın gözlerini üzerinde aniden hissetmiş gibi öne doğru
eğilerek elini onun omzuna koydu ve sıvazladı. "İyi misin?"
Langdon, "Evet," dedi. "Bir şekilde."
Sophie koltuğuna geri yaslandığında, Langdon, onun dudaklarında belli belirsiz bir
gülümseme gördü. Sonra kendisinin de sırıttığının farkına vardı.
Range Rover'ın arkasına tıkıştırılmış olan Silas güçlükle nefes alıyordu. Kolları arkadan
bağlanmıştı, ayak bileklerine kadar çamaşır ipi ve yapışkanlı bantla sarılmıştı. Yoldaki her
sarsıntı, çarpık duran omuzların da şiddetli ağrılara sebep oluyordu.
Onu tutsak alanlar en
azından
keçe kemerini çıkartmışlardı. Yapışkanlı bant yüzünden ağzından nefes alamadığı
için iki büklüm kıvrıldığı bagaj bölümündeki tozları içine çekerek ancak burnundan
soluyabiliyordu. Öksürmeye başladı.
Fransız şoför kaygılı bir sesle, "Sanırım boğuluyor," dedi.
Silas'a koltuk değneğiyle vurmuş olan İngiliz, dönüp koltuğun üzenden çatık kaşlarıyla
Silas'a baktı. "İngilizler insanın medeniyetini dostlarına gösterdiği merhametle değil,
düşmanlarına gösterdiği merhametle ölçtüğü için şanslısın." İngiliz eğilip, Silas'ın ağzındaki
yapışkanlı bandı tuttu. Hızlı bir hareketle, yerinden çıkardı.
Silas dudaklarının yandığını hissetti ama ciğerlerine dolan hava Tanrı’nın lütfü gibiydi.
İngiliz adam, "Kim için çalışıyorsun?" diye sordu.
Silas, kadının tekmelediği çenesindeki acıyla, "Tanrı'nın işini yapıyorum," diye tersledi.
Adam, "Sen Opus Dei'densin," dedi. Bu bir soru değildi.
"Kim olduğum hakkında hiçbir şey bilmiyorsun."
"Opus Dei kilit taşını neden istiyor?"