86
hüküm verilecekti
405
. Dolayısıyla bu manada o : “Sünneti delil olarak alma söz
konusu olmasaydı ve hükmümüz zâhire göre olsaydı, hırsızlık denilebilecek bir fiili
işleyen herkesin elini keserdik; hür ve evli bile olsa, zina eden herkese yüz sopa
vururduk ve Hz. Peygamberle aralarında akrabalık bağı olan herkese ganimetin beşte
birinden hisse verirdik..”
406
.
Ş
afi’ye göre eğer Kur’an’ın iki anlama/yoruma ihtimali varsa veya sünnet
ihtilaflı olarak rivâyet edilse veya sünnetin zâhirinin iki veche ihtimali varsa; Kitab,
sünnet, icmâ ve kıyasdan, kendisiyle amel edilmesini gerekli kılan ve de bunun
diğerinden daha evlâ olduğunu gösteren bir delâlet bulunmadıkça bu anlamlardan
biriyle amel edilemez
407
. “..Âlimlerin, Allah’ın Kitab’ında murad edilen manayı
tesbit için bir delâlet aramaları gerekir. Allah’ın Kitab’ında bir nass bulamazlarsa,
onu Peygamberin sünnetinde ararlar. Sünnette bir nass bulurlarsa, onu Allah’ın bir
hükmü olarak kabul ederler; çünkü Allah, Peygamber’e itaati farz kılmıştır”
408
.
Ş
âfiî’ye göre, birden fazla manaya ihtimali olan her sözle ilgili olarak onun
manalarından diğerlerine değil, yalnız birine delâlet eden bir sünnet mutlaka vardır
ve onunla istidlâl edilir. Her bir sünnet Kur’an’a uygun olup ona aykırılık teşkil
etmez. Meselâ, Kur’an’da hırsızlık ve zina cezaları anlatılmış ve bununla kimlere
ceza verileceğini sünnet göstermiştir
409
.
Ş
ayet, Kur’an’da muhtemel manalar içeren bir ifade bulunur ve sünnette
kastedilenin ne olduğuna ilişkin bir işaret ya da karîneye rastlanmazsa o konuda
hangi anlamın kastedildiğini anlamak için Hz. Peygamberin ashâbının görüşüne ve
405
Mesela zekâta tabi mallar, sünnetin delâletiyle sınırlandırılmış ve ilgili Kur’an ayetinin zahiri ve
umumî anlamı alınmamıştır. Şâfiî, Risâle, 114. (no. 534).
406
Şâfiî, Risâle, 47 (no. 235). Şâfiî’nin bu yaklaşımından onun, hüküm içeren her Kur’an âyetinin
anlamının, mütevatir dahi olmayan sıhhati üzerinde farklı değerlendirmeler bulunan ancak kendi
ictihadına göre sahih/sabit olan rivayet ve haberlere dayanarak sınırlandırılması gerektiği
anlayışında olduğu anlaşılmakta ve ilgili Kur’an ayetlerinin mutlaka sınırlandırılması gibi bir
zorlamada bulunulduğu görülmektedir. Halbuki sıhhati tartışmalı rivayetlere dayanarak
Kur’an’ın anlamını sınırlamak yerine bu tür durumlarda Kur’an’ın umumî ve zahirî anlamının
tercih edilmesinin de doğru olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Nitekim bazı durumlarda
Kur’an’ın genel ve zahirî anlamının alınmasının dinin amacına daha da uygun ve hakkaniyete
daha da yakın sonuçlar ortaya koyduğuna şahit olunmaktadır.
407
Şâfiî, Umm, VI. 287. Şâfiî’nin bu ifadesinden, onun zahirden ayrılmaya yönelik delilleri
sayarken, Kur’an, sünnet, icmâ’ya kıyası da eklediği görülmektedir. Ancak ekseriyetle zahirden
ayrılmayı Kur’an, sünnet ve icmâ’dan bir delâletle sınırlamaktadır.
408
Şâfiî, Risâle, 87- 88 (no. 397).
409
Şâfiî, Umm, VII. 44.
87
ilim ehlinin icmâ’ına bakılır. Zira onlar Allah’ın Kitabı’nı en iyi bilenlerdir ve
onların görüşleri- inşallah- Allah’ın Kitabı’na muhalif değildir. Eğer hangi anlamın
kasdedildiğine dair ne sünnet, ne Hz. Peygamberin Ashabı’nın görüşü ne de icmâ
bulunmazsa, Kur’an zahirî ve umûmî anlamı üzere bırakılır. Bu konuda Hz.
Peygamberin bir kısım Ashabı ihtilaf ederse, yine Kur’an’ın zahirine en yakın ve
benzer olanı alınır
410
.
Ş
âfiî tarafından yapılan bu yorum ve değerlendirmelerin tümünden şu
anlaşılmaktadır: O, âyet ve hadîslerin öncelikle zahirî/lafzî anlamları doğrultusunda
anlaşılması gerektiğini vurgulamakta ve bunu temel bir ilke olarak ortaya
koymaktadır. Ancak Şâfiî, bu ilkeyi her halukarda sıkı bir şekilde uygulamanın
mümkün olmadığını görmüş olmalı ki, ilgili nassların zahiri anlamında alınmasını
engelleyen bir başka nass veya icmanın bulunması şartıyla esnetmiş olmaktadır.
Dolayısıyla o, zahirden ayrılma olgusunu delâlet teorisi ile açıklamakta ve zahirden
ayrılmayı da konuyla ilgili bir başka âyetin, sünnetin/hadîsin veya icmâ’ın delâleti ile
sınırlamaktadır. Şayet bu sayılanlarda konuyla ilgili bir delâlet yoksa âyet ve hadîsler
zahiri ve umumî anlamları üzere bırakılmaktadır. Ne var ki genel olarak diğer âyet ve
hadîslerin manaya delâletlerinde de problemlerin olması ve bu arada icmânın da
sınırlı olması düşünülürse, zahirden ayrılmak Şâfiî’nin önerisine göre pek mümkün
görünmemektedir. Zira o, yukarıda sayılanların delâleti dışında, hiç kimseye akıl,
hikmet, illet ve maslahat gerekçesiyle hadîsleri farklı şekillerde yorumlama yetkisi
tanımamaktadır. O, nassların yine nasslarla, olmazsa icma ile te’vil edilmesi
taraftarıdır. Bunu daha sonra temas edeceğimiz gibi istihsanla ilgili tavrından
anlıyoruz.
Ş
âfiî’nin, hadîslerin daima varit olduğu üzere anlaşılması ve amel
edilmesini savunmuş olması da onun zahiri esas alma ilkesi hakkında ayrıca bir fikir
vermektedir. Zira ona göre bilgi, hadîsler hangi anlamda varit olduysa ancak o
anlama uymakla elde edilebilir. Nitekim onun şu sözü bu kanaatini net olarak ortaya
koymaktadır:
“
”
“Şüphesiz ilim, hadîse geldiği hal üzere uymakla
mümkündür”
411
. Şâfiî’ye göre Hz. Peygamberden sahih olarak geldiği tespit edilen
410
Şâfiî, Umm, VII. 44.
411
Şâfiî, Umm, V. 251.
Dostları ilə paylaş: |