90
hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?”
426
buyurmaktadır. Âyette onların, sözden
Allah’ın muradını anlamadıkları kasdetilmekte olup, bizzat sözü anlamadıkları
kastedilmemektedir. Zira Kur’ân, bizzât kendi dilleri ile inmekteydi. Ne varki onlar,
kelâmdan Allah’ın murâdının ne olduğunu anlamak konusunda bir çaba
göstermemişlerdir
427
. Bu nedenle Şâtıbî’ye göre, hitaptan maksat, sözün ibaresi
üzerinde derinleşmek değildir; aksine maksat, o sözle ne ifade edilmek istendiğinin
kavranması ve mananın yakalanmasıdır
428
.
Zâhirî yaklaşım ise, lafzın sınırları dahilinde hareket etmek, illet ve
maksatlarını araştırmamak, lafzın varid olduğu şartlara ve karînelere ehemmiyet
vermemek olarak tanımlanmıştır
429
. Buna göre Şâfiî’nin zahire bağlılık ilkesiyle âyet
ve hadîslerin ilk anlamına dayandığını, lafzın sınırları dahilinde bir yorumlamada
bulunduğunu, bir zarûret olmadıkça mana ve maksada itibar anlamına gelen bâtına
öncelik tanımadığını söylemek mümkündür. Bu nedenle Şâfiî’nin yorum ve
değerlendirmelerini tahlilde bulunurken onun zahir ve batın kavramlarına yüklediği
anlam daima göz önünde bulundurulmalıdır.
Buraya kadar tesbit edebildiğimiz Şâfiî’nin bizzat kendi ifadelerinden, onun
sistemli olarak zâhir ve bâtın kavramlarını da kullanarak lafızların zahirî/dış anlamını
esas almayı vurguladığı ve zahirden ayrılmanın sınırlarını çizerek yapılacak
yorumları kayıt altına almaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Şafiî’yi lafza bağlı/lafızcı
yaklaşım konusunda önemli bir şahsiyet kılan da onun bu husustaki işte bu tavrıdır.
Çünkü nassları anlama ve yorumlamada lafza ve manaya bağlılığı ifade eden zahir ve
batın kavramlarını temel kavramlar olarak oturtmaya çalışmış nasslara hep bu açıdan
yaklaşmaya büyük bir özen göstermiş, Kitab, sünnet ve icmaya dayanan bir delil
olmadığı müddetçe mesela herhangi bir maslahat ve istihasana dayanarak nassların
tevil edilmesine ve zahiri anlamının terk edilmesine karşı çıkmıştır. Oysa kendinden
önce başta gelen iki fıkıh ekolünün imamı olan Ebû Hanife ve mam Mâlik anlama
ve yorumlamada nasslara zahir ve batın ekseninde yaklaşmama gibi bir zorunluluk
426
4. Nisâ, 78.
427
Şâtıbî, Muvâfakât, III. 369.
428
Şâtıbî, A.g.e., III. 396.
429
Abdulmecîd, el- tticâhâtu’l-Fıkhıyye, s. 335.
91
görmemişler, dinin temel gaye ve ilkelerinden hareketle gerektiğinde daha uygun
gördükleri bir maslahat ve istihsana binaen nassların zahiri anlamını aşabilmişlerdir.
B- nsanlar Arasında Zahire Göre Hüküm Verilmesi
Ş
âfii’nin zâhir anlamın esas alınması gerekliliği konusunda en çok vurguda
bulunduğu bir diğer husus ise insanlar arasında zâhire göre hüküm verilmesi
meselesidir. Şâfiî, hüküm verirken insanların ızhar ettiklerine (dışa vurduklarına)
itibar edilmesi gerektiği ilkesini benimsemekte ve bu hususu Kur’an ve sünnetten
örnekler vererek pekiştirmeye çalışmaktadır. stihsan’ın iptali ile ilgili eserinin
başlarında da uzun uzadıya bunu vurgulamaya çalışmaktadır
430
. Şâfiî’nin, insanlar
arasındaki hadler dahil bütün hukukî durumlarda Hz. Peygamberin insanların zahirî
durumlarına göre hüküm verdiği
431
üzerinde hassasiyetle durması önemlidir. Hatta o,
herhangi bir delâlet bulunsun veya bulunmasın, insanların dışa vurduklarının hilafına
herhangi bir hüküm verilmesini Kur’an ve sünnete aykırı görerek doğru
bulmamaktadır
432
.
Ş
âfiî, bu konuda hemen hemen her defasında Hz. Peygamberin “Ben de bir
beşerim. Siz de davalarınızın halli için bana geliyorsunuz. Olabilir ki bazınız hüccet
yönüyle, diğer bazısından daha ikna edici olabilir, böylece ben de, işittiğime
dayanarak onun lehine hükmedebilirim. Kimin lehine, kardeşinin hakkından bir şey
hükmetmişsem onu almasın. Ben ancak, onun için cehennemden bir ateş parçası
vermiş olurum”
433
şeklindeki hadîsini delil olarak sunmaktadır. Şu halde Hz.
Peygamber insanlara, aralarında kendisine ızhar ettiklerine (dışa vurduklarına) göre
hüküm verdiğini bildirmiştir. Kendisinden sonra gelenler de zahire göre hüküm
vermiştir. Hiç kimse şâhidin şahitliğinin doğruluğunu gerçekte asla bilemez. Onların
yalan söylemesi, hata etmesi mümkündür. Şayet hüküm vermek ancak vahiy
430
Şâfiî, btâlu’l- stihsân, VII. 484-492.
431
Şâfiî, btâlu’l- stihsân, VII. 488.
432
Şâfiî, btâlu’l- stihsân, VII. 491.
433
Şâfiî, Umm, VII. 14. Bkz. Mâlik, Muvatta, 36, Akdiye 1, h. no: 1 (II. 719); Buhârî, Sahîh, 90,
Hıyel 10 (VIII. 62); 93, Ahkâm 20 (VIII. 112); Muslim, Sahîh, 30, Akdiye 3, h. no: 4 (II. 1337);
Ebû Davud, Sunen, 23, Akdiye 7, h. no: 3583 (IV. 12-14); Tirmizî, Sunen, 13, Ahkâm 11, h.
no: 1339 (III. 624); Nesâî, Sunen, 49, Kudât 13, h. no: 5398 (VIII. 233); bn Mâce, Sunen, 13,
Ahkâm 5, h. no: 2317-2318 (II. 777); Ahmed b. Hanbel, Musned, II. 232, VI. 203, 290, 307-
308, 320.
92
cihetiyle olmuş olsaydı, Hz. Peygamberden sonra hiç kimse hüküm veremezdi. Zira
Rasûlullah (a.s.)’dan sonra hiç kimse bâtını (işin iç yüzünü) bilemez
434
.
Ş
âfiî, insanlar arasında zahire göre hükmedilmesi gerektiğine delil olarak
sık sık bu hadîsi (Ben de bir beşerim…) kullanmaktadır. Ona göre bu hadîs ilgili
konuda bir çok delâlete sahiptir. Şöyleki hadîste imamların ancak zahire göre
hükmetmekle sorumlu olduklarına delâlet vardır. Ayrıca Hz. Peygamber, bazen
kendisi lehine hüküm verilen için, gerçekte bunun bâtında haram olabileceğine işaret
etmiştir. Hadîs, imamın (hakimin) hükmünün haramı helal, helalı haram
kılamayacağına da delâlet etmektedir. Yine hadîs, insanlar hakkında, niyetleri bunun
dışında olması mümkün olsa dahi, onların ifadelerine binaen onlardan duyulana
göre hüküm verilmesi gerektiğine delâlet etmektedir. Bir hakimin ancak bir kimsenin
söylediği şeye göre onun hakkında hüküm vermesinin helal olacağına, Allah’ın o işte
kendisine gaib kılarak (asla bilemeyeceği) herhangi bir niyet, sebep, zan ve töhmete
göre hüküm veremeyeceğine delâlet etmektedir
435
.
Ş
âfiî’ye göre olayların ve işlerin gerçek mahiyetini, iç yüzünü ve sırrını
yalnız Allah bilir ve buna dayanarak yalnız o cezalandırır. O, kullarından hiçbirine
alenî olandan başkasına dayanarak hüküm verme hakkı tanımamıştır. Dolayısıyla
hakim, kendisine tanınan yetki çerçevesinde zahire göre hükmettiğinde artık yalnız
Allah’ın bileceği bâtından sorumlu değildir
436
. Allah ve Peygamber, insanlar
hakkında, onların dışa vurduklarına göre hükmetmeyi bize emretmiştir. Allah’ın ve
Peygamber’in hükmü bu dünyada bu şekildedir. şlerin gerçek yüzünü, sırlarını
(serâir) yalnız Allah bilir. Ondan başka onu ne mukarreb melek ne de gönderilmiş bir
nebî bilebilir. Allah münafıkların müşrik olduğuna hükmetmiş ve onlara ahirette
cehennemi vacip kılmıştır
437
. Peygamber de onların ızhar ettiklerine göre, onlara
slam’ın ahkamıyla hükmetmiş, onların kanını dökmemiş, mallarını almamış ve
Müslümanların onlarla, onların da Müslümanlarla evlenmesine mani olmamıştır.
Oysa Hz. Peygambere vahiy geliyor ve onların gerçek durumlarını biliyordu
438
.
434
Şâfiî, Umm, VII. 14. .
435
Şâfiî, Umm, VI. 280.
436
Şâfiî, Umm, VI. 276. Ayrıca bkz. Şâfiî, Umm, I. 432-434.
437
“Şüphesiz münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar”. 4. Nisâ, 145.
438
Şâfiî, Umm, VII. 136. Ayrıca bak. Şâfiî, btâlu’l- stihsân, VII. 490.
Dostları ilə paylaş: |