Stephen King Yazma Sanatı



Yüklə 0,96 Mb.
səhifə10/20
tarix19.07.2018
ölçüsü0,96 Mb.
#56547
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   20

146

Yazma Sanatı



erkekler (Bay Strunk'un bu konuda sarf edebileceği politik anlamda doğru ama şaşaalı sözcükleri hayal edebiliyorum), sınıflarında yazma yeteneğinin sabit ve değişmez olduğunu söyleyen aynı kadın ve erkeklerdir; kekeme olan her zaman kekeme kalır. Bir yazar birkaç eleştirmenden olumlu eleştiriler alsa bile, tıpkı çocukluğunda yaramaz olan evli barklı saygın bir kadın gibi, önceki ününü daima üzerinde taşır. Bazı insanlar asla unutmazlar ve edebi eleştiriler ancak, kendisi kadar eski olan entelektüel züppelikle beslenen kast sistemini takviye etmeye yarar. II. Dünya Savaşı'nın ardından kent yaşamının kuralsızlığını ilk ele alanlardan biri olan Raymond Chandler şu anda yirminci yüzyıl Amerikan edebiyatında önemli bir figür olarak kabul ediliyor olabilir, ama böyle bir değerlendirmeyi hak ettiğini kabul etmeyen de bir sürü eleştirmen vardır. O bir kekemedir! diye öfkeyle söylenmeye devam ederler. Hem de hak etmediği şeyleri isteyen bir kekeme! En kötüsü yani! İçimizden birini alt edebileceğini sanan biri!

Bu entelektüel duvarları aşmaya çalışan eleştirmenler pek başarılı olamazlar. Meslektaşları Chandler'i kabullenseler bile onu masanın ayağma oturtma eğilimindedir. Ve tabi ki, her zaman şu malum fısıltılar da dolanır ortalıkta: ucuz roman geleneğinden geliyor, biliyorsun... sınıf atlamaya çalışıyor, değil mi?... Otuzlarda Kara Maske için yazmış, biliyor muydun?... ya, çok üzücü...

Romancılığın Shakespeare'i olan Charles Dickens bile, keyifli doğurganlığı (roman yazmadığı zamanlarda, karısıyla çocuk yapıyordu) ve elbette, hem kendi zamanında hem de günümüzde çok fazla okunma başarısı yüzünden sürekli olarak eleştiri saldırısına maruz kalmıştır. Eleştirmenler ve akademisyenler popüler başarıya her zaman kuşkuyla yaklaşır. Bu kuşkuları sık sık haklı çıkar. Entelektüel açıdan hiç kimse gerçekten zeki bir insan kadar tem-

147


Stephen King

bel olamaz; zeki birine biraz şans verin kürekleri atıp ta Bizans'a kadar sürüklenmeyi göze alır.

Yani evet... birilerinin, kendi lekesizden de temiz ünümü koruyarak beyinsizliği ve mutlu bir Horatio Alger felsefesini övmekle ve "Bizim sınıfımızdan olmayan" kişileri kulübe üyeliğe davet etmekle suçlamasını bekliyorum. Sanırım bununla yaşayabilirim. Ama devam etmeden önce, temel önermemi bir daha tekrar edeyim: eğer kötü bir yazarsanız, kimse sizi iyi bir yazar, hatta ehil bir yazar yapamaz. İyiyseniz ve olağanüstü olmak istiyorsanız...

Bundan sonra, iyi kurgu yazma üzerine bildiğim her şey geliyor. Mümkün olduğunca kısa keseceğim, hem sizin hem de benim zamanım değerli ve yazma üzerine konuşarak geçirdiğimiz saatlerin gerçekte oturup yazmakla uğraşmadığımız saatler olduğunu hepimiz biliyoruz. Elimden geldiğince yüreklendirici olacağım, çünkü bu benim doğamda var, çünkü bu işi seviyorum. Sizin de sevmenizi istiyorum. Ama kendinizi zahmete sokmak istemiyorsanız, iyi yazmaya çalışmakla işiniz olmaz... o zaman ehil yazar olmak üzere arkanıza yaslanın ve bu kadarı elinizden geldiği için şükredin. Bir ilham perisi var (ilham perileri genelde kadındır ama benimki erkek, korkarım bu gerçekle yaşamak zorunda kalacağız) ama uçarak çalışmanıza odanıza gelip de sihirli yaratıcılık tozlarını daktilonuza veya bilgisayarınıza saçmıyor. O bir bodrum adamı. Onun seviyesine inmeniz gerek ve bir kez oraya inince, adamın yaşaması için oraya bir kat döşemek zorundasınız. Bütün yorucu işleri yapmanız lazım, başka bir deyişle, peri oturup sigarasını içer ve hayran hayran bovling maceralarını düşünüp sizi yok saymaya çalışırken, siz ter dökeceksiniz. Sizce bu adil mi? Bence adil. Belki pek yüzüne bakılacak biri değil, belki pek konuşulacak biri de değil (benimki, görev başında olmadığı zamanlarda sadece homurdanır)

148

Yazma Sanatı



ama elinde ilham var. Bütün işleri sizin yapmanız ve bütün gece yarısı yakıtlarını tutuşturmanız normal, çünkü o sigaralı ve minik kanatlı adamın bir çanta dolusu sihri var. O çantanın içindekiler hayatınızı değiştirebilir.

Bana inanın, çünkü biliyorum.

-1-

Bir yazar olmak istiyorsanız, her şeyden önce yapmanız gereken iki şey var: çok okuyun ve çok yazın. Bildiğim bu iki şeyden kaçınmanın, kestirmeden gitmenin imkânı yok.



Ben ağır okuyan biriyim, ama genellikle çoğu kurgu olmak üzere, yılda yetmiş, seksen kitap okurum. Bunu çalışma olsun diye yapmam; okurum çünkü okumayı severim. Geceleri mavi koltuğuma yaslanıp yaptığım şey budur. Aynı şekilde, kurgu okumamın nedeni de bu alanda çalışmış olmak değil, hikâyeleri seviyor oluşum. Ama öğrenme süreci de bir yandan devam eder. Elinize aldığınız her kitabın kendi dersi ya da dersleri vardır ve kötü kitapların iyilerden daha çok şey öğrettiği durumlara da oldukça sık rastlanır.

Sekizinci sınıftayken, kitaplarının çoğunu kırklı ve ellili yıllarda, Amazing Storiesm gibi dergilerin kelime başına bir peni ödediği dönemlerde yazmış olan Murray Leinster'in ucuz baskı bir bilimkurgu kitabı elime geçmişti. Bay Leinster'in yazma kalitesinin farklılık gösterdiğini bilecek kadar kitabını okumuştum. Asteroit kuşağında yapılan madencilikle ilgili bu kitabı da pek çaba göstermediği kitaplarındandı. Ama bu da pek kibarca oldu. Aslında kor-

(1) Şaşırtıcı Öyküler.

149


Stephen King

kunçtu, kâğıt inceliğindeki karakterlerle dolu ve garip yerlerdeki gelişmelerin anlatıldığı bir hikâyeydi. En kötüsü de (ya da bana o zaman öyle gelmişti) Leinster'in latif kelimesine âşık olmuş olmasıydı. Karakterler maden cevheri asteroitlerin gelişini dudaklarında latif tebessümlerle izliyordu. Maden gemilerinde akşam yemeğine latif bir beklentiyle oturmaktaydılar. Kitabın sonuna doğru, kahraman, en iri göğüslü, en sarışın kadın kahramana latif bir şekilde sarılmıştı. Benim açımdan, kitap edebi olarak suçiçeği aşısının prospektüsüyle aynıydı: bildiğim kadarıyla latif kelimesini bir romanda ya da hikâyede asla kullanmadım. Tanrı affediyor ama ben asla etmiyorum.

Asteroit Madencileri (kitabın adı bu değildi ama buna benzer bir şeydi) okur hayatım açısından önemli bir kitap. Hemen hemen herkes bekâretini ilk kaybedişini hatırlar ve çoğu yazar da, hakkında ilk kez, "Ben bundan iyisini yapabilirim. Hatta zaten yapıyorum," diye düşündüğü kitabı hatırlar. Yazmaya uğraşan bir yazarı, yaptığı iş karşılığında para almış birinden daha iyi olduğunu anlamaktan daha yüreklendirici ne olabilir?

Kötü yazılmış... Asteroit Madencileri (veya Valley of the Dolls,m Flowers in theAttic^ ve The Bridges of Madison County0) de sayılabilir) gibi bir kitabı okumak, yazarken yapılmaması gerekenleri anlamak için iyi bir yazı okulunda, süper konuk hocalarla yapılacak bir sömestrlik dersten daha değerlidir.

Diğer yandan, iyi yazı da, öğrenme sürecindeki yazara üslup, çekici öykü, olay gelişimi, inanılır karakterler yaratma ve doğruyu söyleme konusunda dersler verir. Grapes of Wrath gibi bir kitap ye-

<" Bebekler Vadisi.

<2> Çatı.

<3> Yasak İlişki.

150


Yazma Sanatı

ni bir yazara ümitsizlik ve o eski güzel kıskançlık duyguları verebilir -"Ben asla böyle güzel bir şey yazamayacağım, bin yaşıma kadar da yaşasam olmayacak"- ama bu tür duygular aynı zamanda mahmuz görevi de yapabilir, yazarı daha sıkı çalışmaya ve daha yükseği hedeflemeye iter. Büyük bir öykü ve büyük bir yazarlık karşısında çarpılmak -aslında yere yapışmak- her yazarın formasyonunda olması gereken bir aşamadır. Kendi başınıza gelmedikçe, başka birine bu duyguyu yaşatmayı bekleyemezsiniz.

Yani, vasat ve son derece kötü kitapları görmek için okuruz; böyle bir deneyim, kendi işinize sızmaya başladıklarında bu tür şeyleri tanımanıza ve dümen kırıp onlardan kurtulmanıza yardımcı olur. Ayrıca kendimizi ölçmek için iyi ve olağanüstü şeyleri de okuruz, nereye kadar gidilebileceği duygusunu yaşarız böylece. Ve bir de farklı tarzları görüp tanımak için okuruz.

Kendinize özellikle bayıldığınız bir üslup bulmuş olabilirsiniz ve bunda yanlış bir şey de yoktur. Çocukken Ray Bradbury'yi okuduğumda, Ray Bradbury gibi yazardım... her şey yeşil ve harikuladeydi ve nostalji yağıyla parlatılmış merceklerin ardından görünürdü. James M. Cain'i okuduğum zaman ise yazdığım her şey kırpılıp soyunmaya ve çok kaynamaya başlamıştı. Lovercraft'ı okuduğum zaman, yazılarım ağır ve Bizans tarzı entrikalarla doldu. Gençlik yıllarımda bütün bu tarzların birbirine karıştığı öyküler yazdım, adeta keyifli bir yahni yapıyordum. İnsanın kendi tarzının gelişebilmesi için böyle tarz karışımları yaşaması gerekir, ama bu kendiliğinden olmaz. Çok geniş bir yelpazede kitap okumanız ve bir yandan da sürekli olarak kendi yazılarınızı rafine etmeniz (yeniden tanımlamanız) gerekir. Çok az okuyan kişilerin (ya da bazı durumlarda, hiç okumayanların) yazı yazabileceklerini ve insanların yazdıklarından hoşlanacaklarını ummalarına inanamıyorum, ama bu-

151

Stephen King



nun doğru olduğunu da biliyorum. Eğer bana yazar olmak istediğini ama okumaya vakit bulamadığını söyleyen herkes için kenara bir beş sent koymuş olsaydım, şimdi o parayla kendime mükellef bir ziyafet çekebilirdim. Acaba bu konuda dobra olabilir miyim? Eğer okumaya vaktiniz yoksa, yazmaya da vaktiniz (ya da gereçleriniz) yoktur. Bu kadar basit.

Okumak bir yazarın yaşamının yaratıcılık merkezidir. Nereye gitsem yanıma bir kitap alırım ve gittiğim yerde mutlaka o kitaba dalma fırsatı bulurum. Burada püf noktası, kendinize büyük yudumlar halinde olduğu kadar, küçük yudumlarla da okumayı öğretmek. Bekleme odaları kitaplar için yapılmıştır... tabi ki! Ama gösteri başlamadan önce tiyatro ve sinema lobileri, uzun ve sıkıcı kuyruklar ve herkesin favorisi tuvaletler de onun içindir. Sesli kitap devrimi sayesinde, araba kullanırken bile okuyabilirsiniz. Her yıl okuduğum kitaplardan altı ile on iki adedi basılmış kitaptır. Güzelim radyo programlarını da kaçırmazsınız, hadi... Deep Purp-le'nin "Highway Star" ını kaç kez dinleyebilirsiniz ki?

Kibar topluluklarda yemek yerken kitap okumak kabalık sayılır, ama yazar olarak başarılı olmak istiyorsanız, kabalık düşüneceğiniz son şeylerden biri olmalıdır. Son düşüneceğiniz şey de, kibar toplum ve onun beklentileridir. Eğer elinizden geldiği kadar düzgün yazmaya niyetiniz varsa, zaten kibar toplumda geçireceğiniz günler sayılı demektir.

Başka nerede okuyabilirsiniz? Spor yapmak için gittiğiniz kulüpte mutlaka bir yürüme bandı vardır. Ben her gün bir saatimi bu işe ayırmayı deniyorum ve sanırım bana eşlik eden güzel bir roman olmasa aklımı kaçırabilirim. Çoğu egzersiz ortamında (hem evlerde hem de dışarıda) artık televizyon izleme imkânı var, ama televizyon -ister çalışırken, ister başka zamanlarda- hevesli bir yazarın

152

Yazma Sanatı



ihtiyacı olan son şeydir. Eğer sporunuzu yaparken haber analizlerini veya borsa iniş çıkışlarını ya da spor tartışmalarını izlemeniz gerektiğine inanıyorsanız, yazar olmayı gerçekten isteyip istemediğinizi sorgulamanın zamanıdır. Yazar olmak için hayal aleminde ciddi bir biçimde içinize dönmeye hazır olmanız gerekir ve bu da, korkarım ki habercilerden ve şovmenlerden uzak kalacağınız anlamına gelir. Okumak zaman alır ama camlı kutu çok daha fazlasını götürür.

Televizyon özlemiyle kıvranma dönemini bir kez atlatınca, çoğu insan okuyarak geçirdiği zamanın hoşuna gittiğini fark eder. O aptal kutusunu sonsuza dek kapatmanın, yazı kalitenizi olduğu kadar, yaşam kalitenizi de yükselteceğini söyleyebilirim. Zaten burada bahsettiğimiz ne kadarcık bir fedakârlık ki? Bir Amerikalının hayatını tamamlaması için kaç tane Fmsier ve ER tekrarı izlemesi gerekir? Kaç tane Richard Simmons haber-reklamı? Kaç tane CNN şovu? Hadi hadi, başlatmayın beni. Geçeyim televizyonun karşısına, kalıbı dinlendireyim.

Oğlum Owen yedi yaşında filandı, Bruce Springsteen'in E Street Orkestrası'na, özellikle de orkestranın iriyarı saksofoncusu Clarence Clemons'a âşık olmuştu. Owen da Clarence gibi çalmayı öğrenmek istediğine karar verdi. Karım ve ben bu tutkusundan çok hoşlanmış ve heyecanlanmıştık. Aynı zamanda, bütün ebeveynlerin olacağı gibi, oğlumuzun bir yeteneği, belki de dehası ortaya çıkacak diye umutlanmıştık. Noel hediyesi olarak Owen'a bir tenor saksofon aldık ve çevremizdeki müzisyenlerden Gordon Bo-wie'den ders almasını sağladık. Sonra da. parmaklarımızı çapraz yapıp en iyisi olsun diye dua ettik.

Yedi ay sonra, karıma, eğer Owen da kabul ederse, saksofon derslerini kesme zamanının geldiğini söyledim. Owen kabul etti ve

153

Stephen King



gözle görülür biçimde rahatlamıştı -öncelikle de saksofon aldırdığı için bunu kendisi söylemek istememişti, ama Clarence Clemon'un muhteşem müziğine bayılsa da, saksofonun kendisine göre olmadığını anlaması için yedi ay yetmiş de artmıştı bile- Tanrı, ona bu özel yeteneği vermemişti.

Bu durumu Owen pratik yapmadığı için değil, sadece Bay Bo-wie'nin söylediği zamanlarda, yani haftanın dört günü okuldan sonra yarım saat, artı hafta sonlarında bir saat pratik yaptığı için anlamıştım. Owen notalarda ve ölçeklerde ustalaşmıştı -hafızasında, ciğerlerinde ya da el, göz koordinasyonunda bir sorun yoktu-ama onun saksofonla uçtuğunu, kendisini bile şaşırtacak yeni bir şeyler çıkardığını da hiç duymamıştık. Ve egzersiz süresi biter bitmez saksofonu ağızlığı ile birlikte kutusuna kaldırıyor, bir sonraki derse veya pratik saatine kadar bir daha kutunun kapağını açmıyordu. Bütün bunlar bana saksofonla oğlum bir araya geldiğinde asla gerçek bir müzik çalınmayacağım, işin daima prova düzeyinde kalacağını göstermişti. Bu iyi bir şey değildi. İşin içinde coşku yoksa iyi değildir zaten. Böyle bir durumda en iyisi, yeteneklerin daha zengin olabileceği ve coşku düzeyinin daha yükseklere çıkacağı başka alanlara bakmaktır.

Yetenek, olayı anlamsız provalardan icraata çevirir; yetenekli olduğunuz bir alan keşfettiğinizde, o işi (her ne ise) parmaklarınız kanayana, gözleriniz kafanızdan düşene dek yaparsınız. Hiç kimse dinlemese (veya okumasa ya da izlemese) bile, bütün performanslarınız mükemmeldir, çünkü yaratıcı olarak siz mutlusunuzdur. Hatta belki de kendinizden geçmişsinizdir. Bu durum okumak ve yazmak için olduğu kadar, bir müzik aleti çalmak, bir beysbol atışı yapmak veya dört kırklığı idare etmekte de geçerlidir. Benim savunduğum ağır okuma ve yazma programı -her gün, günde dört ila

154


Yazma Sanatı

altı saat arası- eğer bunu yapmaktan hoşlanıyorsanız ve okuyup yazmaya eğiliminiz varsa hiç de ağır gelmeyecektir; aslında, belki de zaten böyle bir program izliyorsunuzdur. Minik kalbinizin dile-diğince okuyup yazmak için bir on aya ihtiyacınız olduğunu düşünüyorsanız, onu da benim burada verdiğimi farz edin.

Okumanın asıl önemi yazarken bir rahatlık ve teklifsizlik ka-zandırmasmdadır; insan başkasının yazdıklarını okudukça, yazı dünyasına daha çok girmiş olur. Sürekli okumak sizi hevesle ve kendinizi kaybederek yazacağınız bir noktaya (bir zihin rahatlığına da diyebiliriz) getirir. Ayrıca, nelerin yapılmış olduğu, nelerin yapılmadığı, neyin demode neyin yeni olduğu, neyin işe yaradığı, neyin kâğıt üzerinde ölmek üzere (ya da çoktan ölmüş) olduğu hakkında giderek artan bir bilgi verir. Ne kadar çok okursanız, kaleminizle veya yazı gerecinizle kendinizi bir aptal durumuna düşürmekten o kadar uzaklaşmış olursunuz.

-2-


Eğer Büyük Emir "Çok oku, çok yaz" ise -ki sizi temin ederim öyle- ne kadar yazmak çok yazmak anlamına gelir? Elbette bu yazardan yazara değişir. Bu konuyla ilgili en sevdiğim öykülerden biri -muhtemelen gerçek olmaktan ziyade bir mittir- James Joyce ile ilgili (Joyce hakkında muhteşem öyküler vardır. Kesinlikle en sevdiklerimden biri, görüşü zayıfladığı zaman bir sütçü üniforması giyerek yazıyor olması. Bu üniformanın güneş ışınlarını yakalayıp kâğıda yansıttığına inandığı sanılıyor.) Hikâyeye göre, bir gün bir dostu ziyaretine gelmiş ve büyük adamı son derece umutsuz bir halde yazı masasının başına serili halde bulmuş.

155


Stephen King

"James ne oldu?" diye sormuş. "İşle mi ilgili?"

Joyce kafasını kaldırıp arkadaşına bakmaya bile zahmet etmeden başıyla onaylamış. Tabi ki sorun işle ilgiliymiş, zaten hep öyle değil midir?

"Bugün kaç kelime yazdın?" diye kurcalamış arkadaşı.

Joyce (hâlâ umutsuz hâlâ kafası masada). "Yedi," demiş.

"Yedi mi? Ama James ... bu iyi, en azından senin için!"

"Evet," demiş Joyce sonunda başım kaldırıp. "Sanırım öyle... ama onları nasıl bir sıraya sokacağımı bilmiyorum!"

Yelpazenin diğer ucunda da Anthony Trollope gibi yazarlar vardır. Trollope devasa kitaplar yazardı (Can You Forgive Her?(>> yeterli bir örnek; modern okurlar için bu kitabın adı, Acaba Bu Kitabı Bitirmeniz Mümkün mü? şeklinde değiştirilebilir.) ve şaşırtıcı bir şekilde art arda kitap bitirirdi. İngiliz Posta Idaresi'nde memur olarak çalışıyordu (İngiltere'nin dörtbir yanındaki kırmızı resmi posta kutuları Anthony Trollope'nin girişimidir.); her sabah işe gitmeden önce iki buçuk saat yazardı. Bu program asla şaşmıyordu. İki buçuk saati dolduğunda bir cümlenin yarısında kalmış bile olsa, ertesi sabah devam etmek üzere bırakıyordu. Ve eğer altı yüzer sayfalık kalın kitaplarından biri, günlük çalışma programının bitmesine on beş dakika kala tamamlanmışsa, o kitaba Son yazıp kalan on beş dakikada yeni kitabını yazmaya başlıyordu.

Gizemli bir İngiliz yazarı olan John Creasey de on değişik isim altında beş yüz (evet, doğru okudunuz) adet kitap yazmıştı. Ben şu ana dek otuz beş tane kadar yazdım -bazıları Trollo-pe'ninkilerin uzunluğunda- ve üretken bir yazar sayılıyorum, ama Creasey ile karşılaştırılınca tıkanmış gibi göründüğüm gerçek. Baş-

(1) Onu bağışlayabilir misin?

156

Yazma Sanatı



ka birçok çağdaş romancı da (örneğin Ruth Rendeli/Barbara Vine, Evan Hunter/Ed McBain, Dean Koontz ve Joyce Carol Oates) en az benim kadar kitap yazmışlardır; hatta bazıları daha bile fazla yazmıştır.

Diğer yandan -James Joyce yanından- sadece tek bir kitap (o harikulade -To Kill A Mockingbird)^ yazmış olan Harper Lee de var. Aralarında James Agee, Malcolm Lowry ve Thomas Harris'in (şimdiye kadar) bulunduğu bir sürü yazar da beş kitaptan az yazmış durumda. Bir sorun yok, ama bu kişilerle ilgili her zaman merak ettiğim iki şey vardır: yazdıkları kitapları yazmaları ne kadar sürdü ve geri kalan zamanlarında ne yaptılar? Kazak mı ördüler? Kilise kermesleri mi düzenlediler? Erikleri mi tanrısallaştırdılar? Burada muhtemelen küstahlık ediyorum, ama inanın bana gerçekten merak ediyorum. Eğer Tanrı, sana yapabileceğin bir şey ver-mişse, ne diye yapmazsın ki?

Benim kendi programım da oldukça nettir. Sabahlarım, yeni ne işle uğraşıyorsam ona aittir. Öğleden sonraları kestiririm ve mektuplarımla ilgilenirim. Akşamlarım ise okumak, aile, televizyonda Red Sox maçları ve beklemesi mümkün olmayan düzeltmeleri yapmakla geçer. Temel olarak, sabahlar benim en iyi yazı za-manlarımdır.

Bir projeye bir kez başladıktan sonra, kesinlikle mecbur kalmadıkça ne dururum ne de yavaşlarım. Eğer her gün yazmazsam, karakterler kafamda bozulmaya başlar... gerçek kişilerden çok roman karakterine benzerler giderek. Öykünün dönüm noktaları paslanmaya başlar ve ben de öykünün bütünlüğünü ve akışını yitirmeye başlarım. Hepsinden kötüsü, yeni bir şeyler yaratmanın he-

(1> Bülbülü Öldürmek.

157


Stephen King

yecanı söner. İş, işe benzemeye başlar ve çoğu yazar için bu bir ölüm öpücüğüdür. En iyi yazı, yazar için bir tür ilham verici oyun olduğu zaman yazılandır ve bu hep, hep, hep böyledir. Mecbur kalırsam soğukkanlılıkla da yazabilirim, ama en çok tazeyken ve neredeyse tutulamayacak kadar sıcakken yazmayı severim.

Röportajlarımda, Noel, Dört Temmuz ve doğum günüm dışında her gün yazdığımı söylemiştim. Bu bir yalandı. Onlara öyle dedim, çünkü bir röportajı kabul etmişseniz bir şeyler söylemeniz gerekiyor ve en azından yarı akıllıca bir şeyler demekte fayda var. Ayrıca bir işkolik gibi de görünmek istemedim. İşin doğrusu, yazarken ister işkolik olayım ister olmayayım, her gün yazarım. Her güne de Noel, Dört Temmuz ve doğum günüm (benim yaşımda zaten lanet doğum gününüzü görmezden gelmeye çalışırsınız) de dahildir. Ve çalışmıyorsam da, her ne kadar böyle zamanlarda kendimle ilgili sorunlar yaşasam ve uyumakta zorluk çeksem bile, hiç çalışmam. Benim için çalışmıyor olmak işe gitmek gibidir. Yazarken kendimi oyun bahçesinde gibi hissederim ve orada geçirdiğim en kötü üç saat bile yine de çok güzeldir.

Eskiden, şimdikinden daha hızlıydım; kitaplarımdan biri (The Running Man) bir haftada yazılmıştı, belki John Creasey bile bunu bir başarı olarak kabul eder (ama Creasey'in o esrarlı kitaplarının birçoğunu iki günde yazdığını okumuştum). Sanırım sigarayı bırakmak yavaşlattı beni; nikotin büyük bir uyarıcı. Tabi ki sorun, bir yandan yazmanıza yardım ederken bir yandan sizi öldürüyor olması. Yine de, bir kitabın ilk müsveddesinin -uzun bir kitabın bile- üç aydan, yani bir mevsimden uzun sürmemesi gerektiğine inanıyorum. Daha uzadığı takdirde -en azından benim için- hikâye garip bir yabancılığa bürünüyor, sanki Romanya İçişleri Bakanlığı'ndan

158

Yazma Sanatı



gönderilmiş bir tebliğe veya ciddi bir güneşlenme aktivitesi sırasında kısa dalgadan yapılan bir yayına benziyor.

Ben günde 2000 kelime, yani on sayfa yazmayı severim. Bu da üç ayda 180.000 kelime eder ki, bir kitap için iyi bir uzunluk sayılır... eğer öykü iyi işlenmişse ve tazeliğini korumuşsa okur kitapta mutlu bir biçimde kendini kaybedebilir. Bazı günler o on sayfa kolayca çıkar; saat on bir buçukta yazmayı bırakıp ciğer sucuğu bulmuş bir fare gibi keyifle dışarıdaki ufak tefek işlerimi görmeye giderim. Yaşım ilerledikçe, kendimi masamda öğle yemeği yerken ve günün yazılarını on üç otuzda bitirirken bulmaya başladım. Bazen, kelimeler zor çıktığında, çay vakti geldiğinde hâlâ masamda oturur oluyorum. Benim için hepsi uygun, ama gerçekten çok çok gerekmedikçe o günlük 2000 kelimeyi yazmadan yerimden kalkma izni vermem kendime.

Düzenli üretmek (Trollopian tarzı) için en büyük yardım sakin bir atmosferde çalışmaktır. Son derece doğal bir şekilde yazan yazarlar için bile, alarmların ve gezintilerin ender değil sık olduğu ortamlarda yazı yazmak zordur. Bana "Başarımın sırrı" sorulduğunda (saçma bir fikir ama kaçınmaya imkân yok) bazen iki sırrım olduğunu söylerim: fiziksel olarak sağlıklı kalmak (en azından 1999 yazında bir minibüs kaldırımda bana çarpana kadar) ve evli kalmak. Bu iyi bir cevaptır, çünkü soruyu unutturur ve çünkü içinde bir miktar gerçeklik vardır. Sağlıklı bir bedenle, kendine güvenen ve ne bana ne de başkasına metelik vermeyen bir kadınla evli olmanın yarattığı bileşim, yazı yaşamımın sürekliliğini sağlıyor. Ve bunun tersinin doğru olduğuna da inanıyorum: yazı yazmam ve bundan zevk almam sağlığımı ve ev yaşamımı olumlu bir biçimde etkiliyor.

159


Stephen King

-3-


Hemen hemen her yerde okuyabilirsiniz, ama iş yazmaya gelince, kütüphanelerin çalışma mekânları, park sıraları ve kiralık daireler son sığınaklarınız olmalıdır... Truman Capote en iyi çalışmalarını motel odalarında yaptığını söylemiş, ama o bir istisna; çoğumuz en iyi kendi mekânlarımızda yazarız. Böyle bir yer edinene kadar, yazma kararınızı ciddi bir biçimde uygulamakta zorluk çekersiniz.

Yazı odanızın Playboy Felsefesi'ne göre dekore edilmesi gerekmez, yazı gereçlerinizi koymak için eski dönem Amerikan sekreter tipi masaya da ihtiyacınız yoktur. Yayınlanan ilk iki kitabımı, yani Carrie ile Salem's Lot'u,w geniş karavanımızın çamaşır odasında, dizlerimin üzerine koyduğum bir çocuk masası üzerinde dengede tutmaya çalıştığım karıma ait portatif daktiloda yazmıştım; rivayete göre John Cheever de Park Caddesi'ndeki dairesinin bodrumunda, kalorifer kazanının yanında yazarmış. Odanız mütevazı olabilir (hatta, sanırım daha önce de dediğim gibi, olmalıdır da) ve gerçekten tek gerekli olan, istediğiniz zaman kapatacağınız bir kapıdır. O kapalı kapı, dünyaya ve kendinize meşgul olduğunuzu gösterme biçiminizdir; yazmak üzere ciddi bir karar almış ve işinizi doğru dürüst yapmaya niyetlenmişsinizdir.

Yeni yazı mekânınıza adımınızı attığınız ve kapıyı kapadığınız anda, günlük bir yazı hedefine odaklanmanız gerekir. Fiziksel egzersizde olduğu gibi, en iyisi başlangıçta bu hedefi küçük tutmak ve moral bozukluğundan kaçınmaktır. Ben günde bin kelime öneririm ve yüce gönüllü olduğum için de, en azından başlangıçta, haftada bir gün tatil yapmanızı da önerebilirim. Ama daha fazla


Yüklə 0,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə