Stephen King Yazma Sanatı



Yüklə 0,96 Mb.
səhifə13/20
tarix19.07.2018
ölçüsü0,96 Mb.
#56547
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   20

Ve böyle dikkatle oluşturulmuş eliptik bilgi patlamalarıyla akıp gidiyor. Lovecraft'm diyaloglarında, açıkça görülenin ötesinde neyin yanlış olduğunu söylemek zor aslında: çok yapay ve cansız, kırsal kesim üslubu ile doldurulmuş ("Hiçbir şeyin buradakilere benzemediği bir yerden"). Diyalog doğru olduğunda anlarız. Olmadığında da anlarız... kötü akort edilmiş bir müzik aleti gibi kulağımızı tırmalar.

Lovecraft her anlamda hem züppe hem de acıklı bir şekilde çekingendi (aynı zamanda da şaha kalkmış bir ırkçıydı, hikâyeleri tekin olmayan Afrikalılarla doluydu ve dört beş biradan sonra Ören Amca'mın Musevilerden korkmaya başlamasını hatırlatırdı), ciltler dolusu yazışma yapan ama insanlarla kişisel ilişkilerinde çok yetersiz kalan türden bir yazardı, şimdi hayatta olsa vaktinin çoğunu internetteki sohbet odalarında geçirirdi. Diyalog en iyi başkalarıyla konuşmaktan ve onları dinlemekten zevk alan insanların öğreneceği bir beceridir, özellikle de farklı grupları dinleyen ve aksanları, ritimleri, diyalektleri ve argoları yakalayan insanların. Lovecraft gibi münzeviler ya da kendi anadili dışında yazanlar çoğunlukla kötü diyalog yazar.

189

Stephen King



Çağdaş romancı John Katzenbach'm münzevi olup olmadığını bilmiyorum, ama romanı Hart's War'â&m bazı unutulmaz kötü diyaloglar var. Katzenbach yaratıcı yazarlık dersi öğretmenlerini çıldırtan türden bir romancı, harika bir hikâye anlatıcı, ama kendi kendini tekrarları yüzünden sanatı zarar görüyor (bu tedavi edilebilir bir hatadır) ve konuşma yazamıyor (bu muhtemelen tedavi edilemez). Hart's War, II. Dünya Savaşı sırasında POW kampında geçen bir cinayet dizisi, düzgün bir fikir, ama iş kızışınca Katzen-bach'ın elinde sorunlu hale geliyor. Aşağıda, Uçuş Komutanı Phillip Pryce'ın, Stalag Luft 13'de görevli Almanlar kendisini memleketine iade etmek üzere değil, muhtemelen ormanda vurmak üzere alıp götürmeden önce arkadaşlarıyla yaptığı konuşma yer alıyor:

Pryce bir kez daha Tommy'yi yakaladı. "Tommy," diye fısıldadı. "Bu bir tesadüf değil! Göründüğü gibi hiç değil! Çok daha derin kaz! Kurtar onu dostum, kurtar onu! Şimdi Scott'ın masum olduğuna her zamankinden çok inanıyorum... Artık kendi basmasınız çocuklar. Ve unutmayın, bunu aşacağınızı varsayıyorum! Kurtulun! Her ne olursa olsun!"

Almanlara döndü. "Pekâlâ Hauptmann," dedi ani, son derece soğukkanlı bir kararlılıkla. "Artık hazırım. Bana ne istiyorsanız yapın."

Ya Katzenbach komutanın diyalogunun her satırının kırkların sonlarındaki savaş filmlerinden alınma klişeler olduğunun farkında değil ya da bu benzerliği okurlarında o acıma, keder ve nostalji duygularını canlandırmak için kasten kullanmış. Her iki durumda

(1) Hart'ın Savaşı.

190


Yazma Sanatı

da işe yaramıyor. Metnin uyandırdığı yegâne duygu bir çeşit sabırsız kuşku. İnsan bunları herhangi bir editör gördü mü, gördüyse mavi kalemine engel olan neydi diye merak ediyor. Katzenbach'ın diğer alanlardaki yeteneklerine bakınca, buradaki başarısızlığı benim iyi diyalog yazmanın zanaat olduğu kadar sanat da olduğu hakkındaki fikrim doğrulanmış oluyor.

Pek çok iyi diyalog yazarı, tıpkı bazı müzisyenler ve şarkıcılar gibi, iyi ayarlı bir kulakla doğmuş gibi görünüyor. Şimdi de Elmore Leonard'ın romanı Be Cool'dan0> bir bölüme bakalım. Bu metni, yukarıdaki Lovecraft ve Katzenbach diyaloglarıyla karşılaştırabilirsiniz, her şeyden önce, Tanrı şahit ki, karşılıklı konuşma akıcı bir biçimde sürüyor, yapay bir kendi kendine konuşma durumu yok:

Chili... Tommy, "İyi misin?" diye sorarken tekrar kafasını kaldırıp baktı.

"Yani başarılı mıyım diye mi soruyorsun?"

"İşini kastediyorum. Nasıl gidiyor? Get Leo ile sorun olmadığını biliyorum, korkunç bir film, korkunç. Ve biliyor musun, iyiydi de. Ama sonuncusu, neydi onun adı?"

"Get Lost."

"Evet, ben daha görme fırsatı bulamadan ortadan kayboldu."

"Büyük bir açılış yapmayınca stüdyo vazgeçti. Ben zaten başlangıç olarak onu yapmaya karşıydım. Ama Tower'da prodüksiyondan sorumlu olan adam filmi benle ya da bensiz yapacaklarını söyledi. Ben de, eh, dedim, iyi bir öyküyle çıkabilirsem..."

(I) Soğukkanlı Ol.

191

Stephen King



İki adam Beverly Hills'te öğle yemeği yiyor ve anında ikisinin de oyuncu olduklarını anlıyoruz. Uydurma karakterler olabilirler (belki de değildirler) ama Leonard'ın hikâyesine anında oturuyorlar; aslında, onları kollarımız açık bir şekilde karşılıyoruz. Konuşmaları öyle gerçek ki, okurken, başkalarının konuşmalarını gizlice dinlemenin suçluluk duygusuyla karışık zevkini alıyoruz. Hafifçe de olsa karakterler hakkında bir fikir ediniyoruz. Bu daha romanın başı (ikinci sayfası aslında) ve Leonard eski bir usta. Bunu bu kadar erken yapmak zorunda olmadığını biliyor. Yine de, Chili'ye Get Leo'msn hem korkunç hem de iyi bir film olduğunu söylemesinden, Tommy'nin karakteri hakkında bir şeyler öğrenmiyor muyuz?

Kendimize, böyle bir diyalogun gerçek hayattan mı, yoksa hayatla, Hollywood oyuncuları, Hollywood yemekleri, Hollywood anlaşmaları ile ilgili bir fikirden mi çıktığını sorabiliriz. Bu da oldukça haklı bir soru olur ve cevabı da belki gerçek hayattan değildir, olabilir. Yine de, diyalog kulağımıza gerçek gelmiştir; Leonard sanatının zirvesine çıktığında (ve Be Cool her ne kadar eğlendirici olsa da, Leonard'ın zirvesi olmaktan çok uzaktır) bir tür sokak şiiri yazabilecek yetenektedir. Böyle diyaloglar yazabilmek için gereken beceri yıllarca pratik yapmaktan kaynaklanır; sanat kısmı ise, çok çalışan ve yaptığı işten zevk alan yaratıcı bir hayal gücünden gelir.

Kurgunun tüm diğer yönlerinde olduğu gibi, iyi diyalog yazmanın anahtarı da dürüstlüktür. Ve karakterlerinizin ağzından çıkan kelimeler konusunda dürüstseniz, kendinizi makul bir ölçüde eleştiriye maruz bıraktığınızı görürsünüz. En azından bir tane (çoğunlukla daha fazla) kızgın mektup almadığım hafta yoktur, beni bozuk ağızlı olmakla, bağnazlıkla, homofobik olmakla, cani olmakla, anlamsızlıkla veya psikopatlıkla suçlarlar. Halkla ilişkilercileri-

192


Yazma Sanatı

jnin en çok bunaldığı vakalar, diyaloglarımın arasında, "Canın cehenneme Dodge" veya "Biz buralarda zencilerle pek anlaşamayız" veya "Sen ne halt ettiğini sanıyorsun kahrolası homo?" türünden cümlelerin yer aldığı durumlardır.

Huzur içinde yatsın, annem de böyle küfürlü konuşmaları onaylamazdı; bunlara, "Cahillerin dili," derdi. Ama, rostoyu yaktığında veya duvara resim asarken çekici parmağına indirdiğinde de, "Bok canına!" diye bağırmaktan da geri kalmazdı. İster Hıristiyan olsun ister dinsiz, köpek tüylü halıya tuvaletini yapınca veya araba krikodan kayınca çoğu insan da bu tür şeyler (hatta daha da ağır şeyler) söyler. Önemli olan gerçeği söylemektir; William Carlos Williams'in da o kırmızı çekçek arabası hakkında yazarken söylediği gibi çok fazla şey buna bağlıdır. Terbiye Ordusu bok kelimesinden hoşlanmıyor olabilir, belki siz de hoşlanmıyorsunuzdur, ama bazen kullanmak zorundasınızdır... hiçbir çocuk annesine koşup da küçük kız kardeşinin banyoya hacetini yaptığını söylemez. Belki kakasını yaptı filan da diyebilir, ama korkarım ki basket sahalarında daha çok sıçtı deniyor (ne de olsa küçük oyuncuların kocaman kulakları var).

Eğer diyalogunuzda, iyi bir hikâye olduğu halde Hart's War'da olmayan rezonans ve realizm olmasını istiyorsanız mutlaka gerçeği söylemelisiniz... ve bu da, insanların parmaklarına çekiç vurduklarında söyledikleri sözleri de içerir. Terbiye Ordusu'nu düşünerek, "Bok canına!" yerine, "Şeker canına!" derseniz yazarla okur arasındaki yazılı olmayan sözleşmeyi bozmuş olursunuz... siz okura, uydurulmuş bir hikâyede insanları gerçekte olduğu gibi aktarma sözü veriyorsunuz.

Diğer yandan, karakterlerinizden biri (mesela başkahramanın hizmetçilik yapan halası) başparmağına çekici indirdikten sonra

193


F:13

Stephen King

sahiden de bok canına yerine şeker canına diyor da olabilir. Karakterinizi tanıyorsanız hangisini kullanacağını bilirsiniz ve biz de onu daha canlı ve ilginç kılan bir konuşma sayesinde tanımış oluruz. Önemli olan, Terbiye Lejyonu veya Hıristiyan Kadınlar Okuma Merkezi onaylar mı, diye düşünmeden, her karakterin özgürce konuşmasına izin vermektir. Aksine davranmak dürüstlüğe sığmayacağı gibi korkaklık da olur ve inanın bana, yirmi birinci yüzyıla girerken Amerika'da kurgu yazmak, entelektüel korkaklara göre bir iş değildir. Dışarıda bir sürü sansür memuru var ve her ne kadar farklı gündemleri olsa da, hepsi temelde aynı şeyi istiyor: onların gördüğü dünyayı görmenizi... ya da en azından farklı gördüğünüz şeyler hakkında çenenizi kapamanızı. Statüko ajanları da var. Kötü adamlar olmaları şart değil, ama entelektüel özgürlüğe inandığınızda tehlikeli adamlar olurlar.

Bir yandan anneme katılıyorum: küfürlü konuşma ve bayağılık cehaletin dilidir ve sözlü saldırıdır. Çoğunlukla yani, çünkü küfür olan, ama son derece canlı ve renkli özdeyişler de vardır. Kıç tekmeleme yarışma katılmış tek bacaklı bir adamdan daha meşgulüm; bir eline dilekleri, bir eline de bokları al, bak bakalım hangisi önce doluyor... bunlar ve buna benzer cümleler oturma odasına yakışmaz ama çarpıcı ve keskindirler. Ya da Richard Dooling'in Brain Storm adlı kitabından şu bölüme bakın, bayağılık şiir haline gelmiş:

"Kroki A: Kaba, koca kafalı bir penis, içinde en küçük bir terbiye zerresi olmayan barbarca bir düzüş-me. Bütün çapkınların hayali. Tek gözünde yılankavi bir ifadeyle iğrenç, solucansı bir boru. Karanlık göklerde ete vahşi bir yıldırım gibi çarpan mağrur bir

194


Yazma Sanatı

adam. Gölgeleri, kaygan yarıkları, tonbalığı esrikliğini ve uykuyu arayan doymak bilmez vahşi bir köpek..."

Her ne kadar diyalog olarak yazılmamışsa da, buraya Dooling' den başka bir pasaj daha almak istiyorum, çünkü bunda da tersini yapıyor: insanın bayağılığın veya küfrün yanına bile uğramadan da takdire şayan bir şekilde grafik olabileceğini gösteriyor:

Kadın, adama bacaklarını açtı ve gerekli veri bağlantılarının, erkek ve dişi adaptörlerin işleme hazır hale gelmesini sağladı, müşteri/hizmetli, efendi/köle fazlarını ayarladı, sistemi harekete geçirdi. Kablolu modemler kanalıyla sıcak giriş ve iki tarafın ileri işlemcilerine bağlantı sağlamak için, sadece birkaç değerli biyolojik makine sisteme girmişti.

Eğer sadece zenginler ve zeki üniversiteliler hakkında yazan Henry James ya da Jane Austen türü bir adam olsaydım, ayıp bir kelime ya da küfürlü bir cümle yazmama gerek kalmazdı; hiçbir kitabım Amerikan okul kütüphanelerinde yasaklanmaz veya bazı yardımsever dini bütün tiplerden, o milyonlarca dolarımın bir bardak su almama bile yetmeyeceği cehenneme gideceğimi bilmemi isteyen mektuplar almazdım. Ama ne var ki, ben bu tür insanlar arasında yetişmedim. Amerika'nın alt orta sınıfından biri olarak büyüdüm ve hakkında en dürüstçe ve bilerek yazabileceğim insanlar da onlar. Bu da, parmaklarını acıttıklarında şekerden çok bok dedikleri anlamına geliyor, ama ben bu konuda huzura erdim. Aslına bakarsanız pek de huzursuz değildim zaten.

195


Stephen King

Şu mektuplardan birini aldığımda veya beni bayağılıkla suçlayan yeni bir eleştiri ile karşılaştığımda -ki bir anlamda öyleyim- romanları arasında The Octopus,w The Pit(2) ve harika bir otantik kitap olan McTeague bulunan, yüzyıl başı sosyal gerçekçilerinden Frank Norris'in sözleriyle rahatlarım. Norris, çiftliklerde, kentlerde, fabrikalarda çalışan sınıftan insanları yazmıştır. Norris'in en başarılı çalışmasının ana karakteri McTeague okul yüzü görmemiş bir dişçidir. Norris kitapları halkın ahlaksızlığını anlatıyor, diye suçlanır ve yazar buna soğukkanlı bir tutumla dudak bükerek: "Onların ne düşündüğüne ne diye aldırayım ki?" diye yanıt verir. "Asla dalkavukluk yapmadım. Gerçekleri anlattım."

Tabi ki bazı insanlar gerçekleri duymak istemez, ama bu sizin sorununuz değildir. Sorun olan, gerçeklere doğrudan parmak basmak istemeyen bir yazar olmaktır. İster çirkin ister güzel olsun, konuşma, karakterin bir göstergesidir; aynı zamanda bazı insanların kapalı tutmayı tercih edeceği bir odadaki serin, ferahlatıcı nefes de olabilir. Sonuçta, sorulacak soru hikâyenizdeki konuşmaların korkutucu ya da ayıp olması değildir; yegâne soru, diyaloglarınızın sayfada nasıl aktığı ve kulağa nasıl geldiğidir. Eğer gerçeğe uygun bir şekilde akmasını istiyorsanız, o zaman kendinizle konuşmalısınız. Daha da önemlisi, susmalı ve başkalarının konuşmalarını dinlemelisiniz.

-8-


Kurguda, diyalog hakkında söylediğim her şey karakterlerin oluşturulmasında da geçerlidir. İş iki şekilde başarılı olur: çevre-

<¦> Ahtopot. <2> Kuyu.

196


Yazma Sanatı

nizdeki gerçek insanların nasıl davrandıklarına dikkat etmekle ve sonra da gördükleriniz hakkında gerçeği aktarmakla. Karşı komşunuzun, kimse bakmıyor sandığı zaman burnunu karıştırdığını fark etmiş olabilirsiniz. Bu harika bir ayrıntıdır, ama hikâyenin bir yerinde kullanmadıkça, bunu fark etmiş olmak sizi iyi bir yazar yapmaz.

Kurgu karakterler doğruca hayattan mı alınır? Tabi ki öyle olmaz, en azından bire bir anlamında olmaz... zaten, dava edilmek veya güzel bir sabah posta kutunuza giderken vurulmak istemiyorsanız öyle yapmayın. Pek çok durumda, Valley of the Dolls gibi roman â def romanlarda, karakterler çoğunlukla hayattan alınmıştır, fakat okurlar kaçınılmaz olarak kim kimdir tahmini oynamaya başlayınca, bu hikâyelerin tadı kaçmış, birbirini paralamaya çalışan gölge boksörü ünlülerle dolmuş ve sonra okurun zihninden hızla silinip gitmiştir. Ben Valley of the Dolls'xm yayınlanmasından kısa bir süre sonra okudum (o yaz bir batı Maine tatil köyünde aşçı yamaklığı yapıyordum), sanırım kitabı alan herkesin yaptığı gibi de heyecanla okudum, ama ne hakkında olduğunu bile doğru dürüst hatırlamıyorum. Genel olarak, sanırım The National Enquirer tarafından yayınlanan ve skandalların yanı sıra, yemek tarifleri ve pasta resimleri de görebileceğim zırvayı almayı tercih ederim.

Benim için bir hikâyenin akışı içinde karakterlere ne olacağı, sadece ilerledikçe onlar hakkında keşfettiklerimle ilgilidir... başka bir deyişle, nasıl geliştikleriyle. Bazen pek az gelişirler. Eğer çok gelişirlerse de, hikâyenin akışını etkilemeye başlarlar. Ben hemen hemen her zaman durumsal bir şeyle başlarım. Doğrusu budur demiyorum, sadece ben hep böyle çalışırım. Ama bir hikâye aynı biçimde sona ererse, bana veya başkalarına ne kadar ilginç gelirse gelsin, bunu bir başarısızlık sayarım. En iyi hikâyelerin daima olay

197

Stephen King



yerine insanlar hakkında bir sonla bittiğini düşünüyorum, buna karakter yanlısı olmak denebilir. Ama bir kez kısa hikâyenin ötesine geçildi mi (diyelim ki, iki bin ile dört bin kelimeye kadarı kısa hikâyedir), bunun bir karakter çalışması olduğuna pek inanmam; sonuçta, hikâyenin daima patron olması gerektiğini düşünürüm. Hey, bir karakter çalışması istiyorsanız ya bir biyografi alın ya da bulunduğunuz yerdeki üniversitenin tiyatro kulübü gösterilerine bilet bulun. Dayanabildiğiniz kadar karakter bulursunuz o zaman.

Unutmamak gereken başka bir şey de, gerçek hayatta hiç kimsenin "Kötü adam" veya "En iyi dost" ya da "Altın kalpli fahişe" olmadığıdır; gerçek hayatta her birimiz kendimizi başkarakter, lider, büyük oyuncu sayarız; kamera hep bizim üstümüzdedir bebeğim. Bu tutumu kurgunuza yansıtabilseniz de parlak karakterler yaratmayı daha kolay bulamayabilirsiniz, ama popüler kurguda çok fazla rastlanan tek boyutlu aptal karakterler yaratmak daha da zor gelebilir.

Annie Wilkes yani Misery'de Paul Sheldon'u esir alan hemşire bize psikopat gibi görünebilir, ama onun kendisine son derece aklı başında ve makul göründüğünü unutmamak önemlidir... berbat piçlerle dolu düşman bir dünyada var olma savaşı veren, abluka altında bir kadın. Zaman zaman tehlikeli ruh hali dönüşümleri yaşadığını gördük ama hiçbir zaman kestirip atmamaya ve, "Annie o gün depresif ve muhtemelen intihara eğilimliydi" ya da "Annie o gün özellikle mutlu görünüyordu," dememeye çalıştım. Size anlatmak zorunda kalırsam şaşırır kaybederim. Ama diğer yandan, size sessiz, kirli saçlı, saplantılı bir şekilde kek ve şeker yiyen bir kadını gösterebilirsem ve sizin o gün Annie'nin manik depresif döngünün depresif yanında olduğu sonucuna varmanızı sağlayabilirsem, kazanırım. Ve eğer, kısaca bile olsa, dünyanın Wilkes gözüyle nasıl

198


Yazma Sanatı

göründüğünü göstermeyi başarabilirsem -onun deliliğini anlamanızı sağlayabilirsem- belki o zaman onu sempati duyduğunuz, hatta özdeşleştiğiniz biri yapabilirim. Sonuç? Her zamankinden daha da ürkütücü olur, çünkü gerçeğe yaklaşmıştır. Diğer yandan, eğer onu gıdaklayan yaşlı bir kocakarıya döndürürsem, ortaya başka bir uyduruk kadın çıkmış olur ve bu da hem benim için hem de okur için büyük zaman kaybıdır. Böyle bir cadıyı kim tanımak ister ki? Daha Wizard of Oz ilk baskısını yaptığında Annie'nin o versiyonu yaşlanmıştı bile.

Sanırım Misery'deki Paul Sheldon'un ben olup olmadığımın sorulması normaldir. Kesinlikle bazı kısımları benim... ama sanırım kurgu yazmayı sürdürürseniz siz de göreceksiniz ki, her karakter kısmen sizsiniz. Belirli bir karakterin ortaya konan bir dizi durum karşısında ne yapacağını kendinize sorduğunuzda, kendinizin ne yapacağını (ya da söz konusu olan kötü adamsa, ne yapmayacağını) baz alarak karar verirsiniz. Kendinize ait olumlu ve olumsuz çeşitli karakter özelliklerinin yanı sıra, başkalarında gözlemlediğiniz özellikleri de kullanırsınız (örneğin, kimsenin bakmadığına inandığı zaman burnunu karıştıran adamı). Çok güzel bir de üçüncü unsur vardır: saf, pırıl pırıl hayal gücü. Misery'yi yazarken kendimi bir süre psikopat bir hemşire hissetmem bu unsur sayesindedir. Ve Annie olmak hiç de zor değildi. Aslında bir tür eğlenceydi. Bence Paul olmak daha zordu. O akıllı ben akıllı, hiç de dört günlüğüne Disneyland'a gitmek gibi değildi.

Romanlarımdan The Dead Zone, iki sorudan türedi: Bir siyasi suikastçı acaba haklı da olabilir mi? Ve eğer olursa, onu bir romanın kahramanı yapabilir misiniz? Romanın iyi adamı? Bu fikirler zihnimde tehlikeli derecede kaypak bir siyasetçi şekillendirdi... siyaset merdiveninin basamaklarını, dünyaya neşeli, dostane bir yüz

199

Stephen King



göstererek tırmanan ve oyunu bilinen şekliyle oynamayı reddederek seçmenleri cezbeden bir adam görmeye başladım. (Greg Still-son'un yirmi yıl önce hayal ettiğim kampanya taktikleri, Jesse Ven-tura'nın Minnesota valilik koltuğu için yürüttüğü başarılı kampanyayla aynıydı. Neyse ki, Ventura başka yönlerden Stillson'a hiç benzemiyor.)

The Dead Zone'un kahramanı Johnny Smith de normalde iyi bir adam ve onunki rol değil. Onu farklı kılan tek şey, çocukluğunda geçirdiği bir kaza sonucunda geleceği görme konusunda sınırlı bir yetenek edinmiş olması. Bir siyasi gezide Greg Stillson'un elini sıkan Johnny, Stillson'un Birleşik Devletler Başkanı olacağını ve hemen ardından III. Dünya Savaşı'nı başlatacağını görür ve bu durumu önlemenin -başka bir deyişle dünyayı kurtarmanın- tek çaresinin Stillson'un kafasına bir kurşun sıkmak olduğu sonucuna varır. Johnny öteki vahşi, paranoyak mistiklerden bir tek yanıyla ayrılmaktadır: o geleceği gerçekten görür. Ama hepsi zaten öyle söylemiyor mu?

Durumun beni çeken tedirgin edici, yasadışı bir yanı vardı. Eğer Johnny'yi sentetik bir azize döndürmeden sahiden iyi bir adam yapa-bilirsem hikâyenin başarılı olacağını düşündüm. Aynı şey Stillson için de geçerliydi, ama tersineydi: onun da otantik olarak kötü biri olmasını ve içinde her zaman potansiyel bir şiddet duygusu kaynadığı için değil de, kahrolası inadı yüzünden okuru korkutmasını istiyordum. Okurun devamlı olarak: "Bu adam kontrolden çıkmış... nasıl olur da kimse onun bu yüzünü göremez?" diye düşünmesini arzu ediyordum. Johnny'nin bu gerçeği görmüş olmasının da, okurun daha da sıkı bir şekilde ondan yana olmasını sağlayacağı düşüncesindey-dim.

200


Yazma Sanatı

Potansiyel suikastçıyla ilk karşılaştığımızda, kız arkadaşını ilçe fuarına götürmüş, çeşitli eğlencelere katılıyordu. Bundan daha normal, daha hoş ne olabilirdi? Sarah'a evlenme teklif etmek üzere oluşu da ondan daha çok hoşlanmamızı sağlıyordu. Daha sonra, Sarah ilk kez sevişmelerini önerdiğinde, Johnny evlenene kadar beklemek istediğini söyledi. Burada ince bir çizgi üstünde yürüdüğümü hissetmiştim, okurların Johnny'yi aşkta dürüst ve içten biri olarak, konuya direkt yaklaşan ama erdem taslama meraklısı da olmayan biri olarak görmesini istiyordum. O prensip sahibi halini, çocuksu bir mizah duygusu vererek bir nebze aşabildim; Sarah'ı karanlıkta parlayan bir Cadılar Bayramı maskesiyle karşılıyordu (maskenin aynı zamanda sembolik bir anlam yaratmasını umuyordum; Johnny aday Stillson'a bir silah doğrulttuğunda gerçek bir canavar gibi algılanacaktı). Sarah gülerek, "Bildiğimiz Johnny," diyordu ve ikisi Johnny'nin eski kaplumbağa Volkswagen arabasıyla fuardan ayrılırken sanırım Johnny Smith, mutlu bir hayat sürmekten başka bir derdi olmayan ortalama bir Amerikalı olarak, bir dostumuz haline gelmişti. Yolda düşürdüğünüz cüzdanı bulsa içindekilere dokunmadan size getirecek ya da yanınızdan geçerken patlak lastiğinizi değiştirdiğinizi görse durup yardım edecek türden bir adam. John F. Kennedy'nin Dallas'ta vuruluşundan sonra, büyük Amerikan şeytanı, yüksek bir yerdeki tüfekli adam olmuştu. Ben de o adamı okurun dostu yapmak istiyordum.

Johnny karakteri zordu. Ortalama bir adamı alıp canlı ve ilginç kılmak her zaman zordur. Greg Stillson (çoğu kötü adam gibi) daha kolay ve çok daha eğlenceliydi. Onun o tehlikeli, bölünmüş karakterini kitabın ilk sahnesine çakmak istiyordum. İşte, New Hampshire'daki Amerikan Temsilciler Meclisi için koşturmasından birkaç yıl önce, Stillson ortabatı taşra halkına İncil satan

201


Stephen King

genç bir gezgin pazarlamacı. Bir çiftlikte durduğunda hırlayan bir köpek tarafından tehdit ediliyor. Çiftlikte hiç kimsenin olmadığından emin olana dek dostane ve güler yüzlü tavrını koruyor. Sonra köpeğin gözüne gözyaşı gazı sıkıp öldürene kadar tekmeliyor.

Okur tepkisindeki başarıyı ölçmek mümkün olsa, The Dead Zo-ne'un açılış sahnesi (ilk ciltli çok satan kitabım) en başarılı sahnelerimden biri olurdu. Kesinlikle hassas bir yere dokunuyordu; mektup yağmuruna tutulmuştum, çoğu da hayvanlara karşı zulüm uyguladığım için beni kınıyordu. O insanlara cevap yazıp her zamanki şeyleri sıraladım: a) Greg Stillson gerçek değildi; b) köpek gerçek değildi; c) ben hayatım boyunca ne kendi evcil hayvanlarımdan birine ne de bir başkasınınkine ayağımı sürmüş değildim. Ayrıca, belki o kadar açık olmayan başka bir noktayı da belirttim... Gregory Ammas Stillson'un son derece tehlikeli ve bunu kamufle etme konusunda son derece başarılı olduğunu göstermem gerekiyordu.

Kitabın sonundaki yüzleşmeye kadar, Johnny ile Greg'in karakterlerini çeşitli sahnelerle işlemeye devam ettim, kitabın sonunda olaylar beklenmedik olmasını umduğum bir biçimde kendi kendilerini çözeceklerdi. İyi ve kötü kahramanlarımın karakterleri anlatmam gereken hikâye tarafından belirlenmişti, başka bir deyişle, bulduğum fosil tarafından. Benim işim (ve bunun hikâye anlatmak için geçerli bir yaklaşım olduğuna karar verirseniz sizin de işiniz) bu kurgu kişileri, hem hikâyeye yardımcı olacak hem de bize makul görünecek bir şekilde, onlar hakkında o ana dek bildiklerimize (ve gerçek hayat hakkında bildiklerimize elbette) uygun hareket ettirmek. Bazen kötüler de kendilerinden kuşkuya düşer (tıpkı Greg Stillson'un düştüğü gibi); bazen acıma duygusu hissederler (Annie Wilkes'in hissettiği gibi). Ve bazen de iyi adam tıpkı Johnny Smith'in yaptığı gibi doğru şeyleri yapmaktan vazgeçer...

202

Yazma Sanatı



duayı düşünecek olursanız ("Bu kupayı dudaklarımdan al") İsa bile Gethsemane Bahçesi'nde aynı şeyi yapmıştı. Ve eğer işinizi yaparsanız, karakterleriniz canlanır ve her şeyi kendi başlarına yapmaya başlar. Eğer sahiden denemediyseniz bunun biraz saçma göründüğünün farkındayım, ama olduğu zaman müthiş eğlencelidir. Ve bir çok sorununuz da çözülmüş olur inanın bana.

-9-


İyi hikâye anlatmanın bazı temel yanlarını konuştuk, hepsi dönüp dolaşıp aynı öz fikirlere geliyor: pratik yapmak paha biçilmezdir (ve hoşunuza gidecekse ben pratik yapmaktan hiç hoşlanmam aslında) ve dürüstlük vazgeçilmezdir. Betimleme, diyalog ve karakter geliştirme becerilerinin hepsinin yolu net bir şekilde görmekten veya duymaktan, sonra da gördüklerinizi ya da duyduklarınızı aynı netlikle kâğıda aktarmaktan geçer (ve de o bıktırıcı, gereksiz zarfları kullanmamaktan).

Ayrıca bir sürü çanlar ve ıslıklar da vardır... doğal sesleri yansıtan sözcükler, aşamalı tekrarlar, bilinç akışı, iç diyaloglar, kelimelerle oynamak, arkadaki hikâyeyle ilgili o yapışkan soru (hikâyeye ne kadar girdiniz ve ne kadarı hikâyeye ait), tema, hız denetimi ve bir düzine diğer başlık; bunların hepsi de (bazen insanı bıktıracak kadar çok) yazma kurslarında ve standart yazı kitaplarında anlatılır.


Yüklə 0,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə