Stephen King Yazma Sanatı



Yüklə 0,96 Mb.
səhifə2/20
tarix19.07.2018
ölçüsü0,96 Mb.
#56547
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   20

İğneyi kulağıma soktu ve kulak zarımı deldi. O gün duyduğum acı, bugüne dek hissetmiş olduğum bütün acıların ötesindeydi; ona yakın tek şey, 1999 yazında bir minibüs bana çarptıktan sonraki iyileşme döneminin ilk bir ayıydı. O acı daha uzun süreliydi, ama öylesine yoğun değildi. Kulak zarımın delinmesi dünya ötesi bir acıydı. Çığlık attım. Kafamın içinde bir ses vardı; yüksek tonlu bir öpücük sesi. Kulağımdan sıcak bir sıvı aktı; sanki yanlış delikten gözyaşı dökmeye başlamıştım. Tanrı biliyor ya doğru deliklerden

22

Yazma Sanatı



de yeteri kadar gözyaşı döküyordum. Gözyaşları içindeki yüzümü kaldırdım ve gözlerime inanamayarak kulak doktoru ile kulak doktorunun hemşiresine baktım. Sonra hemşirenin muayene masasının üçte birlik kısmına sermiş olduğu beze baktım. Üstünde kocaman ıslak bir leke vardı. Bezde sarı irin kalıntıları da vardı.

"Haydi bakalım," dedi kulak doktoru omzuma hafif hafif vurarak. "Çok cesurdun Stevie ve hepsi bitti gitti işte."

Ertesi hafta annem bir başka taksi çağırdı, tekrar kulak doktoruna gittik ve ben kendimi bir kere daha başımın altında emicisi yaygıyla yan tarafıma yatar halde buldum. Kulak doktoru bir kere daha alkol kokuları çıkardı ki, bu kokuyu ben hâlâ, sanırım birçok insanın yaptığı gibi acıyla, hastalıkla ve şiddetle ilişkilendiririm ve alkol kokusuyla birlikte uzun bir iğne çıktı ortaya. Bir kere daha acıtmayacağı konusunda güvence verdi bana ve ben de bir kere daha inandım ona. Bütünüyle değilse de iğne kulağıma girerken sessiz kalacak ölçüde.

Acıttı. Aslına bakılırsa hemen hemen ilk seferindeki kadar. Kafamın içindeki öpüşme sesi de daha yüksekti; bu defa devler öpüşüyormuş gibiydi (bir zamanlar dediğimiz gibi birbirlerinin suratına yumulmuş dil tokuşturuyorlardı). "Haydi bakalım," dedi kulak doktorunun hemşiresi iş bittiğinde ve ben sulu cerahat birikintisinin içinde ağlaya ağlaya yattım. "Yalnızca azıcık acıtıyor, ama sağır olmak istemezsin, değil mi? Zaten bitti gitti işte."

Yaklaşık beş gün buna inandım ve sonra bir taksi daha geldi. Tekrar kulak doktoruna gittik. Taksi şoförünün anneme, eğer şu veledi susturamazsa kenara çekip bizi indireceğini söylediğini hatırlıyorum.

Ben bir kere daha muayene masasında, kafamın altında çocuk beziyle yatıyorum ve annem bekleme odasında muhtemelen kendi-

23

Stephen King



sinde okuyacak güç bulamadığı (ya da ben öyle hayal ediyorum) bir dergiyle oturuyor. Bir kere daha keskin alkol kokusu ve doktor okul cetvelim kadar uzun görünen iğneyle bir kere daha geliyor üstüme. Bir kere daha gülücük, yaklaşma, bu defa acıtmayacağına dair güvence.

Altı yaşındayken yaşadığım bu kulak zarı mızraklamalarından bu yana en sıkı ilkelerimden biri şu oldu: Beni bir kere aldatırsan, bunun ayıbı senin. Beni iki kere aldatırsan, bunun ayıbı benim. Beni üç kere aldatırsan, bunun ayıbı her ikimizin. Kulak doktorunun masasındaki üçüncü seferimde mücadele ettim; çığlıklar attım, kırıp döktüm ve savaştım. İğne kulağıma her yaklaştığında tekmeleyip uzaklaştırdım. Sonunda hemşire bekleme odasındaki annemi içeri aldı ve iki kadın bir olup doktor iğnesini kulağımın içine sokana kadar beni zapt etmeyi becerdiler. O kadar yüksek sesle ve o kadar uzun süre çığlık attım ki, hâlâ işitebiliyorum kendi çığlıklarımı. Aslına bakılırsa kafamın içindeki derin bir vadide son çığlığım zannedersem hâlâ yankılanmakta.

-6-

Bundan kısa bir süre sonra sıkıcı soğuk bir ay içinde ki, eğer olay sırasını doğru hatırlıyorsam, 1954 yılının ocak ya da şubat ayı olabilir, taksi bir daha geldi. Bu defa uzman kulak doktoru değil boğaz doktoruydu. Bir kere daha annem bekleme odasında kaldı, bir kere daha ben civarda dolanan bir hemşireyle muayene masasına oturdum ve bir kere daha o keskin alkol kokusu vardı, o koku ki, hâlâ beş saniye içinde kalp atışlarımı iki katına çıkartma gücüne sahip.



24

Yazma Sanatı

Ancak bu seferkinin bir çeşit pamuklu çubukla boğaz temizleme olduğu anlaşıldı. Boğazım yandı, ağzımdaki tat berbattı, ama kulak doktorunun uzun iğnesinden sonra bu iş parkta gezinti gibiydi. Boğaz doktoru, bir şeritle kafasına tutturulmuş ilginç bir alet takınmıştı. Aletin ortasında bir ayna ve tıpkı üçüncü bir göz gibi parlayan kuvvetli parlak bir ışık vardı. Beni, çene kemiklerim çatlama sesleri çıkartana dek ağzımı açmaya zorlayıp uzun uzun gırtlağıma baktı, ama içime iğneler sokmadı ve ben de kendisini sevdim. Bir süre sonra ağzımı kapatmama izin verdi ve annemi çağırttı.

"Sorun, bademcikleri," dedi doktor. "Bademciklerini sanki bir kedi tırmalamış gibi. Alınmaları gerekiyor."

Bunun ardından, bir noktada, tekerlekli masayla parlak ışıkların altına doğru götürüldüğümü hatırlıyorum. Beyaz maskeli bir adam üstüme eğildi. Üstünde yatmakta olduğum masanın başında dikiliyordu (1953 ile 1954 benim masalarda yattığım yıllardı) ve tepeden bakarak konuşmaya başladı.

"Stephen," dedi. "Beni işitebiliyor musun?"

İşitebildiğimi söyledim.

"Derin bir nefes almanı istiyorum," dedi. "Uyandığında, istediğin kadar dondurma yiyebilirsin."

Bir aleti yüzüme yaklaştırdı. Hafızamın gözünde bu alet dıştan takmalı bir motora benziyor. Derin bir nefes aldım ve her şey karardı. Uyandığımda gerçekten istediğim kadar dondurma yememe izin vardı ki, bu bir tür ince espri sayılırdı, çünkü canım dondurma istemiyordu. Boğazım kabarmış ve şişmiş gibi geliyordu. Ne var ki bu, şu bizim eski kulak iğnesi numarasından daha iyiydi. A, evet. Her şey o bizim eski kulakta iğne numarasından daha iyiydi. Gerekiyorsa bademciklerimi alın, mecbursanız bacağıma çelik bir kuş kafesi koyun, ama Tanrı, beni otiyolojistten korusun.

25

Stephen King



-7-

O yıl ağabeyim David okulda dördüncü sınıfa geçti ve beni okuldan aldılar. Annem ile okul, birinci sınıfta çok fazla devamsızlığım olduğuna karar vermişlerdi; eğer sağlığım düzelirse, ertesi yılın sonbaharında yeniden başlayabilirdim.

O yılın çoğunu ya yatakta geçirdim ya da hiç çıkmadan evde. Tom Swift ile Dave Dawson'dan başlayıp (irtifa kazanmak için daima çeşitli uçakların "pervanelerini zorlayan" kahraman bir II. Dünya Savaşı pilotu) Jack London'un tüyler ürpertici hayvan hikâyelerine geçtim. Bir noktada kendi öykülerimi yazmaya başladım. Yaratıcılıktan önce taklitçilik vardı; Mavi At bloknotuma Combat Casey^ öykülerini kelimesi kelimesine kopyalıyor, bazen uygun gördüğüm yerlere kendi tanımlarımı ekliyordum. "Geniş, lanetli bir çiftlik evinde konaklamışlardı," diye yazabilirdim; lanet (drat) ile esintilinin (draft) iki farklı kelime olduğunu keşfedene dek bir-iki yıl daha geçmesi gerekiyordu. Aynı dönemde ayrıntının (details) diş (dentals) olduğuna ve bir orospunun da fazlasıyla uzun bir kadın olduğuna inandığımı hatırlıyorum. Orospu çocuğu da bir basketbol oyuncusu oluyordu bu durumda. Altı yaşındayken loto toplarınızın çoğu hâlâ çekilişin yapıldığı kafesin içindedir.

Bir zaman sonra bu kopya melezlerden bir tanesini anneme gösterdim ve annem sevindi; hafif şaşkın gülümseyişini hatırlıyorum; sanki kendi çocuklarından bir tanesinin bu kadar akıllı olduğuna, pratikte kahrolası bir harika çocuk yani Tanrı aşkına, inanmakta zor-lanıyormuş gibiydi. Daha önce yüzünde bu bakışı hiç görmemiştim; en azından kendimle ilgili olarak ve bundan çok hoşlandım.



<¦> Savaşçı Casey.

26

Yazma Sanatı



Öyküyü kendi kendime yazıp yazmadığımı sordu bana ve ona çoğunu bir çizgi roman dergisinden kopyaladığımı itiraf etmek zorunda kaldım. Hayal kırıklığına uğramış gibiydi ve bu da keyfimin bir kısmını tüketti. Sonunda bloknotumu bana geri verdi. "Bir tane de kendin yaz Stevie," dedi. "O Combat Casey çizgi roman dergileri saçma sapan şeyler; her zaman birilerinin dişlerini döküyor adam. İddiaya girerim sen bundan iyisini yaparsın. Bir tane de kendin yaz."

-8-


Bu fikir, güçlü bir olabilirlik duygusu yaratmıştı bende; sanki kapalı kapılarla dolu kocaman bir binaya buyur edilmişim de bu kapılardan istediğimi açma iznim varmış gibi. Bir insanın bir ömür boyu açamayacağı kadar çok kapı var, diye düşündüm (hâlâ da böyle düşünüyorum).

Bir zaman sonra eski bir arabayla ortalıkta dolaşıp küçük çocuklara yardım eden dört büyülü hayvana dair bir öykü yazdım. Liderleri, adı Bay Tavşan Trick olan koca beyaz bir tavşandı. Öykü dört sayfa uzunluğundaydı, büyük bir emek sarf edilerek elle yazılmıştı. Hatırlayabildiğim kadarıyla o öyküdeki hiç kimse Graymore Oteli'nin damından atlamıyordu. Bitirdiğimde, oturma odasında kitap okumakta olan anneme verdim öyküyü. Hemen elindeki kitabı bırakıp yazdığım öyküyü okumaya başladı. Beğendiğini söyleyebilirdim; bütün gerekli yerlerde gülmüştü; ne var ki, bunu beni sevdiği ve kendimi iyi hissetmemi istediği için mi yoksa gerçekten öyküyü sevdiği için mi yaptığını söyleyemezdim.

"Bunu bir yerden kopya etmedin değil mi?" diye sordu bitirdiğinde. Hayır dedim, kopya etmemiştim. Bir kitaba girecek kadar

27

Stephen King



iyi olduğunu söyledi. O gün bu gündür, kimseden duyduğum hiçbir söz beni bundan daha mutlu etmedi. Bay Tavşan Trick ile arkadaşları hakkında dört öykü daha yazdım. Annem her biri için bana çeyrek dolar verdi ve öyküleri, zannederim kendisine acımakta olan dört kız kardeşine yolladı. Ne de olsa onların dördü de hâlâ evliydiler, erkekleri çekip gitmemişti. Fred Enişte'nin pek mizah duygusunun olmadığı ve açılır kapanır arabasının tepesini açık tuttuğu doğruydu, ayrıca Ören Enişte'nin epeyce içtiği ve dünyayı Yahudilerin yönettiğine dair karanlık kuramları olduğu da doğruydu, ne var ki ikisi de oradaydılar. Buna karşılık Don kaçıp gittiğinde Ruth kucağında bebeğiyle kalmıştı. Hiç değilse bebeğin yetenekli olduğunu görmelerini istiyordu.

Dört öykü. Öykü başına bir çeyrek. Bu işten kazandığım ilk dolar oydu.

-9-

Connecticut, Stratford'a taşındık. Artık ikinci sınıftaydım ve bitişikteki sevimli genç kıza deli gibi âşıktım. Gündüz vakti kız bana asla iki kere üst üste bakmıyordu, ama geceleri yatakta yatar ve uykuya dalarken gerçekliğin zalim dünyasından kaçıp gidiyorduk onunla. Yeni öğretmenim, Frankestein'ın Gelini Elsa Lanchester grimsi saçları ve patlak gözleriyle nazik bir hanım olan Bayan Taylor'du. "Karşılıklı konuşurken, düşerler müşerler diye avuçlarımı bitiştirip Bayan Taylor'ın göz deliklerinin altında tutmak istiyorum," derdi annem.



Yeni üçüncü kat dairemiz West Broad Sokağı'ndaydı. Tepeden bir sokak aşağıda, Teddy'nin bakkalının hemen yakınında ve

28

Yazma Sanatı



Burrets İnşaat Malzemeleri'nin karşısında, uzak ucunda bir hurdalık olan, ortasından tren yolu geçen koskocaman, karmakarışık bir boş alan vardı. Burası, zihnimde gidip durduğum yerlerden biridir; kitaplarımda ve öykülerimde değişik isimler altında tekrar tekrar ortaya çıkar. Orada yaşayan çocuklara bakılırsa adı Barrens idi; bizse orman diyorduk. Yeni yerimize taşındıktan hemen sonra Dave ile birlikte keşfe çıktık. Yaz aylarıydı. Sıcaktı. Müthişti. Bu yeni oyun parkının yeşillikli kısmının derinliklerindeydik ki, aniden bağırsaklarımı boşaltma ihtiyacı duydum.

"Dave," dedim. "Beni eve götür! Kakam geldi!" (Bu özel işlev için kullanabileceğimiz isim buydu.)

David anlamazlıktan geldi. "Git, ağaçların altına yap," dedi bana. Beni eve götürmesi en azından yarım saat sürerdi ve sırf küçük kardeşi sıçmak zorunda diye böylesine parlak bir zaman diliminden vazgeçmek niyetinde değildi.

"Yapamam!" dedim fikirden dehşete düşmüş bir halde. "Burada silinemem ki!"

"Tabi ki silinebilirsin," dedi Dave. "Yapraklara silin. Kovboylarla kızılderililer de öyle yaparlardı."

Artık muhtemelen eve gitmek için de çok geç zaten; başka şansım kalmamış olduğuna dair bir inancım var. Ayrıca bir kovboy gibi sıçma fikrinin de cazibesine kapılmıştım. Çalı dibine, böyle mahrem bir anda farkına varmadan yakalanmamak için tabancasını çekmiş olarak çömelen Hopalong Cassidy olduğumu düşündüm. İşimi gördüm ve temizlenme işini de ağabeyimin önerdiği gibi, kıçımı, avuç dolusu parlak yeşil yaprakla dikkatlice silerek yaptım. Bu yaprakların zehirli sarmaşık olduğu sonradan anlaşıldı.

İki gün sonra dizlerimin arkasından omuz başıma kadar kıpkırmızıydım. Penisim kurtulmuştu ama er bezlerim far ışıkları gi-

29

Stephen King



biydi. Kıçım ta kaburgalarıma kadar kaşınıyordu. Ancak en kötüsü, silindiğim elimin haliydi; Vakvak ördek çekiçle vurduktan sonra Miki Fare'nin şişen eli kadar şişkindi ve parmakların birbirine kavuştuğu noktalarda devasa su toplamaları vardı. Bunlar patladığında, çiğ pembe etten derin oyuklar kaldı geriye. Altı hafta boyunca, açık kapıdan annemle ağabeyimin radyoda Peter Tripp'in geri sayımlarını dinleyip gülüşmelerini ve Çılgın Sekizliler'i çalışlarını duyarak kendimi sefil ve aşağılanmış ve aptal hissede hissede ılık kola banyolarında oturdum.

-10-


Dave müthiş bir ağabeydi, ama on yaşında bir çocuğa göre fazla akıllıydı. Beyni başını daima belaya sokuyordu ve bir an geldi ki, (muhtemelen kıçımı zehirli sarmaşıkla sildikten sonra) rüzgâr bela taşıyorsa, Stevie kardeşi, yanı başında hedef noktasında tutmanın çoğu kez mümkün olduğunu öğrendi. Dave benden asla kendisinin çoğunlukla pek parlak çuvallamalarının bütün suçunu üstlenmemi istemedi; ne sinsiydi ne de korkak; ama bir sürü durumda paylaşmam talep edildi. Sanıyorum ki, Dave ormanın içinden akan ırmağa baraj kurup da West Broad Sokağı'nm alt kısımlarının çoğuna su basmasına neden olduğunda ikimizin de başı bu yüzden belaya girdi. Suçu paylaşmak ayrıca, ölümcül olma ihtimali olan bir okul bilim projesini uygulamaya sokarken öldürülme riskini birlikte almamızın da gerekçesiydi.

Muhtemelen 1958 yılındaydık. Ben Merkez İlkokulu'ndaydım; Dave ise Stratford Ortaokulu'na gidiyordu. Annem Stratford çamaşırhanesinde çalışıyordu ki, kendisi tokmakçılar arasındaki tek beyaz

30

Yazma Sanatı



hanımefendiydi. Dave, Bilim Fuarı Projesi'ni yapılandırırken annemin yaptığı iş buydu; çarşafları tokmağa vermek. Benim ağabeyim, çizim kâğıdına kurbağa diyagramları çizerek veya plastik Tyco tuğlaları ve boyalı tuvalet kâğıdı rulolarıyla Geleceğin Evi'ni yaparak tatmin olacak bir oğlan değildi; Dave yıldızlara ulaşmayı hedefliyordu. O yılki projesi Dave'in Süper Hiper Elektromıknatısı'ydı. Ağabeyimin süper hiper ve kendi adıyla başlayan şeylere yönelik büyük bir sevgisi vardı; bu ikinci alışkanlığı Dave'in Rag'iyla son buldu ki, kısa bir süre sonra ona da geleceğiz.

Süper Hiper Elektromıknatıs'ın ilk denemesi pek süper hiper değildi; aslına bakılırsa hiç çalışmamış bile olabilir; kesin olarak hatırlamıyorum. Zaten fikir Dave'in kafasından ziyade güncel bir kitaptan çıkmıştı. Fikir şuydu: bir enser çivisini sıradan bir mıknatısa sürterek mıknatıs haline getiriyordunuz. Kitapta, çiviye yüklenen manyetik kuvvet zayıf olsa da birkaç parça demir talaşını yeri-den kaldırmaya yeterli olacağı söyleniyordu. Bunu denedikten sonra enserin gövdesine bir parça bakır tel sarmanız ve telin uçlarını kuru bir pilin uçlarına bağlamanız gerekiyordu. Kitaba göre elektrik, mıknatısın gücünü artıracaktı ve siz de birkaç parça demir talaşını daha yerinden oynatabilecektiniz.

Ne var ki, Dave aptal bir demir talaşı kümesini yerinden oynatmakla yetinmek istemiyordu. Dave, Buick arabaları, kapalı demiryolu vagonlarını ve mümkünse ordunun nakliye uçaklarını yerinden oynatmak istiyordu. Dave cereyanı verip dünyayı yörüngesinden çıkartmak istiyordu.

Vay! Süper!

Süper Hiper Elektromıknatıs'ın yaratılmasında her birimizin bir rolü vardı. Benim rolüm mıknatısı sınamaktı. Küçük Stevie King, Stratford'un Chuck Yeager'a yanıtıydi.

31

Stephen King



Dave'in deneyinin yeni versiyonu, evdeki elektrik sistemi yararına, eski hantal kuru pili baypas ediyordu (zaten hırdavatçıdan satın aldığımızda işe yaramaz durumda olacak, diye gerekçelendir-mişti kararını). Dave birinin çöple birlikte kaldırımın kenarına bıraktığı eski bir lambanın elektrik telini kesti, telin üstündeki plastiği fişine kadar boydan boya soydu ve ardından mıknatıslanmış enserini çıplak telden helezonlarla sarıp sarmaladı. Ardından West Broad Sokağı'ndaki apartmanımızın mutfağında yere oturup Süper Hiper Elektromıknatıs'ını bana sundu ve benden kendi rolümü üstlenerek mıknatısı prize sokmamı talep etti.

Bir tereddüt yaşadım (hiç olmazsa bu kadarcık bir güven gösterebilirsiniz bana), ama sonuç itibariyle Dave'in manyakça keyfi karşı durulacak gibi bir şey değildi. Fişi prize soktum. Çok önemli bir mıknatıslanma olmadı, ama aygıt, evimizdeki bütün ışıkları ve elektrikli aletleri, binadaki bütün ışıkları ve elektrikli aletleri ve (rüyalarımın kızının zemin katındaki dairede yaşadığı) komşu binadaki bütün ışıkları ve elektrikli aletleri devre dışı bıraktı. Dışarıdaki elektrik transformatöründe birtakım patlamalar oldu ve polisler geldi. Dave'le birlikte -sokağa bakan tek pencere olan- annemin yatak odası penceresinden (Diğer pencereler, arka taraftaki çimensiz, boklu avluya bakıyordu ki, burada yaşayan tek şey Ro-op-Roop adındaki uyuz itti.) dışarıyı gözetleyerek korkunç bir saat geçirdik. Polisler gittiğinde bir elektrik santralı kamyonu geldi. Kabaralı papuçları olan bir adam, transformatörü denetlemek için iki apartman arasındaki direğe tırmandı. Koşullar başka türlü olsaydı, bu gösteriyle kendimizi yitirirdik, ama gün o gün değildi. O gün bizim tek derdimiz, annemizin gelip bizi ıslahhanede ziyaret edip etmeyeceğiydi. Bir zaman sonra ışıklar geri geldi ve elektrik santralı aracı uzaklaşıp gitti. Yakalanmamış ve bir günü daha çı-

32

Yazma Sanatı



kartmak üzere yaşamayı sürdürmüştük. Dave bilim projesi için Süper Hiper Elektromıknatıs yerine Süper Hiper Planör yapabileceğine karar verdi. Bana, planöre ilk binenin ben olabileceğimi söyledi. Harika olmaz mıydı?

-11-


Ben 1947 yılında doğmuştum ve biz, ilk televizyonumuzu ancak 1958 yılında alabilmiştik. Televizyonda izlediğimi hatırladığım ilk şey, goril kılığına girip kafasına da bir süs balığı kavanozu geçirmiş olan bir herifin (kendisine Ro-Man deniyordu) bir nükleer savaştan sonra hayatta kalan son insanları öldürmeye çalışarak etrafta koşuşturduğu Robot Monster1^ idi. Bunun çok yüksek bir sanat olduğunu hissine kapılmıştım.

Ayrıca Broderick Crawford'un korkusuz Dan Matthews rolünü oynadığı Highway Patrol<2) ile dünyanın en meşum gözlerine sahip John Newland tarafından sunulan One Step Beyond(3) da izlediğim programlar arasındaydı. Cheyenne ve Sea Hunt,w Your Hit Parade ile Annie Oakley de vardı; Lassie'nin yığınla dostundan ilki olan Tommy Retig; The Range Rider'da.^ Jock Mahoney ile o garip yüksek tınılı sesiyle "Hey, Vahşi Bili, beni bekle!" diye uluyan Andy Devine da vardı. Siyah-beyaz, çaprazlamasına otuz üç santim ebadında, paketlenmiş olarak gelmiş ve bana hâlâ şiir gibi gelen marka isimlerin sponsorluğunu yaptığı, kendini başkalarının yeri-

°> Canavar Robot.

(2> Otoyol Devriyesi.

(3> Bir Adım Geriden.

(4) Deniz Avı.



<5) Resmi Geçit.

33

F:3



Stephen King

ne koyarak hayal kurabileceğin koca bir dünyaydı. Hepsini seviyordum.

Ne var ki, televizyon King'lerin evine nispeten geç girmişti ve buna memnun oluyorum. Durur da düşünürseniz ben epeyce seçkin bir grubun bir üyesiyim: günlük görsel abur cuburunu tıkın kuşağından evvel okumayı ve yazmayı öğrenmiş bir avuç son Amerikan romancısı arasındayım. Bu önemli olmayabilir. Diğer yandan yazarlığa henüz başlıyorsanız, televizyonunuzun elektrik kablosunu soyup bir enser çivisine doladıktan sonra tekrar prize sokun. Bakın patlayan ne oluyor ve ne kadar uzağa gidiyor.

Yalnızca bir fikir...

-12-

1950'li yılların sonlarında Forrest J. Ackerman adında bir temsilci ve sıkı bir bilimkurgu hatıratı koleksiyoncusu, Famous Monsters of Filmlandm adlı bir derginin editörlüğünü yapmaya başladığında, binlerce çocuğun hayatını değiştirdi (ben de onlardan biriydim). Bu dergiyi, son otuz yılda fantezi-korku-bilimkurgu tarzlarıyla ilgilenmiş kime sorarsanız bir kahkaha, gözlerde çakan bir ışık ve pırıltılı bir hatıra akımıyla karşılaşırsınız; uygulamada güvence veriyorum.



1960 dolaylarında, (kendi kendinden kimi zaman "Acker-monster," diye söz eden) Forry bilimkurgu filmlerini ele alan bir dergi olan, kısa ömürlü ama ilginç Spacemen'im ortaya çıkardı. 1960 yılında Spacemen'^ bir öykü yolladım. Hatırlayabildiğim ka-

(1) Film dünyasının ünlü canavarları. <2) Uzaylılar.

34

Yazma Sanatı



darıyla basılması için yolladığım ilk öyküydü bu. Başlığını hatırlamıyorum, ama o sıra ben henüz gelişmemin Ro-Man evresindey-dim ve malum öykü hiç kuşku yok ki, kafasında süs balığı kavano-zuyla dolaşan katil gorile çok şey borçluydum.

Öyküm reddedildiyse de Forry tarafından muhafaza edildi (Forry evini, Ackermansion'u dolaşmış olan herkesin söyleyebileceği gibi her şeyi muhafaza eder). Yirmi yıl kadar sonra Los Angeles'daki bir kitabevinde kitaplarımı imzalarken, imza almak için sıra bekleyenlerden biri de Forry idi; elinde on bir yaşındayken annemin bana Noel armağanı olarak vermiş olduğu ve çoktandır kaybolup gitmiş Royal daktilomda, tek aralıklı olarak yazılmış öyküm vardı. Öyküyü kendisi için imzalamamı istedi ve sanırım imzaladım; mamafih karşılaşmamız öylesine gerçek ötesiydi ki, kesin olarak emin olamıyorum. Hayaletten bahset, karşına çıksın. Aman aman aman!

-13-

Gerçekten basılan ilk öyküm Birmingham, Alabama'lı Mike Garrett'in yayımladığı bir korku fantezi dergisinde çıktı (Mike hâlâ ortalarda ve hâlâ bu işlerin içinde). Kısa romanımı Terörün Yarı Dünyası adıyla yayımladı, ancak ben kendi başlığımı hâlâ daha çok seviyorum. Benimkisi, Yeniyetme Bir Mezar Soyucusuydum idi. Süper hiper! Vay!



-14-

İlk özgün öykü fikrim (zannederim ilkinin hangisi olduğunu hepiniz biliyorsunuz) Ike'nin sekiz yıllık selim iktidarının sonlarına

35

Stephen King



yakın çıktı ortaya. Durham, Maine'deki evimizin mutfak masasında oturmuştum ve annemin S&H'nin yeşil Kupon dizilerini deftere yapıştırmasını izliyordum (yeşil Kuponlara ilişkin daha renkli öyküler için bkz. Liars Club). Küçük aile troykamız, annem çöküş yıllarında anne ve babasına bakabilsin diye tekrar Maine'e taşınmıştı. Büyükannem o sıra seksen yaşında falandı, obezdi, yüksek tansiyonluydu ve çoğu zaman kördü. Büyükbabam Guy seksen iki-sindeydi, cılızdı, maraziydi ve yalnızca annemin anlayabildiği patlamalara eğilimliydi. Annem Büyükbabam Guy'a, "Fazza," diye hitap ediyordu.

Kız kardeşleri bu işi anneme, belki tek taşla iki kuş vuracaklarını düşünerek sağlamışlardı; hem yaşlı anne ve babaya sevecen bir kız çocuk tarafından bir ev ortamında bakılacaktı hem de Sürüp Giden Ruth Sorunu böylece çözülmüş olacaktı. Sabahın beşinde kurabiye pişirerek ya da ısının çoğu kez kırk dereceyi bulduğu ve temmuz ayından eylüle kadar işçi başının her öğleden sonra on üç ile on beşte tuz pilleri dağıttığı çamaşırhanelerde çarşaf ütüleyerek iki erkek çocuğa bakmaya çalışıp neredeyse amaçsızca Indiana'dan Wisconsin'e, oradan Connecticut'a geçip öylece sürüklenmeyecek-ti artık.

Annemin yeni işinden nefret ettiğini düşünüyorum; kız kardeşleri, ona bakacağız derken bizim kendi kendisine yeten, komik, azıcık çatlak annemizi, büyük oranda nakitsiz bir varoluşta yaşayan bir ortakçıya dönüştürmüşlerdi. Kız kardeşlerinin her ay yolladığı para, yiyecek giderlerini karşılıyordu, ama fazlasına yetmiyordu. Kız kardeşler bize kutu kutu giyecek yolluyorlardı. Her yazın sonuna doğru Clayt Enişte ile Ella Teyze (Öyle sanıyorum ki, bunlar gerçek akraba bile değillerdi.) kutular dolusu konserve sebze ile kavanoz içinde reçel getirirlerdi. İçinde yaşadığımız ev Ethelyn

36

Yazma Sanatı



Teyze ile Ören Enişte'ye aitti. Ve annem o eve girdiği anda ökseye tutulmuştu. İhtiyarlar öldükten sonra başka bir gerçek iş buldu kendisine, ama kansere yakalanıncaya kadar o evde yaşamayı sürdürdü. Durham'ı son defa terk ettiğinde (Hastalığının son aşamasında kendisine David ile eşi Linda bakmışlardı.), gitmeye gerektiğinden fazla hazır olduğuna dair bir düşüncem var.

-15-


Şimdi bir şeyi açıklığa kavuşturalım, tamam mı? Fikir Deposu diye, Öykü Merkezi diye, Gömük Çok Satanlar Adası, diye bir yerler yok; iyi öykü fikirleri kelimenin tam anlamıyla yoktan var oluyor, boş bir gökyüzünde dosdoğru üstünüze geliyorlar; daha evvelden birbiriyle hiç ilişkisi olmayan iki fikir bir araya gelip güneşin altında yepyeni bir şey oluşturuyor. Sizin işiniz bu fikirleri bulmak değil ve fakat kendilerini gösterdiklerinde onları tanımak.

O belli fikir, gerçekten iyi olan, kanat açıp bana doğru geldiğinde, annem Noel için kız kardeşi Molly'e vermek istediği lambayı alabilsin, diye bir Kupon defterine daha ihtiyacı olduğuna değinmişti ve bunları zamanında biriktirebileceğini düşünmüyordu. "Noel yerine doğum gününde vereceğim zannedersem," dedi. "Bu sövülesi şeyler deftere yapıştırana dek çokmuş gibi görünüyorlar." Ardından gözlerini kapattı ve bana dilini çıkarttı. Çıkarttığı zaman da dilinin S&H yeşili olduğunu gördüm. İnsan o lanet Kupon'lan mahzende yapabilse ne iyi olurdu, diye düşündüm ve Mutlu Kuponlar adlı öykü o anda dünyaya geldi. Yeşil Kuponlar'ın taklitlerini yapma kavramı ile annemin yeşil dilinin görüntüsü öyküyü bir anda yaratıvermişti.


Yüklə 0,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə