Stephen King Yazma Sanatı



Yüklə 0,96 Mb.
səhifə3/20
tarix19.07.2018
ölçüsü0,96 Mb.
#56547
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   20

37

Stephen King



Öykümün kahramanı sizin klasik Zavallı Budalanır; kalpazanlıktan iki kez hapis yatmış olan Roger adında bir adamdı; bir daha tutuklanırsa zavallılığı üçe katlanmış olacaktı. Bunun üzerine para yerine Mutlu Kuponlar'ın kalpazanlığını yapmaya başladı; ne var ki, Mutlu Kuponlar'ın tasarımının gerzekçesine basit olduğunu ve aslına bakılırsa hiç de kalpazanlık ediyor olmadığını fark etmişti; gerçek maldan fazla miktarlarda üretmekteydi. Komik bir bölümde ki, o güne kadar yazdığım en uzmanca bölümdü bu, Roger yaşlı annesiyle oturma odasında oturuyordu ve aşağıda baskı makinesi çalışır, aynı takas Kuponları'ndan balyalar dolusunu üretirken ana oğul Mutlu Kuponlar katalogu hakkında ileri geri konuşuyorlardı.

"Vay başıma!" diyordu annesi. "Buradaki ince yazılara bakılırsa Mutlu Kuponlar'la ne istersen alabiliyorsun Roger; sen onlara ne istediğini söylüyorsun, onlar da kaç tane defter gerektiğini hesaplıyorlar. Yani, altı ya da yedi milyon defterle banliyöde bir Mutlu Kuponlar evi alabiliriz bir ihtimal!"

Ne var ki, Roger, Kuponlar kusursuz olsa da, zamkın sorun çıkardığını anlamıştı. Kuponları yalar ve deftere yapıştırırsan sorun yoktu; ama mekanik bir ıslatıcı kullandığında pembe olan Mutlu Kuponlar maviye dönüşüyordu. Öykünün sonunda Roger mahzende, bir aynanın önünde duruyordu. Arkasında, masanın üstünde yaklaşık doksan tane Mutlu Kuponlar defteri vardı ve her defter tek tek yalanmış Kupon tabakalarıyla doldurulmuştu. Kahramanımızın dudakları pembeydi. Dilini dışarı çıkartıyordu; dili daha da pembeydi. Dişleri bile pembeleşmeye başlamıştı. Anası neşeyle merdivenlerden aşağıya sesleniyordu; Terre Haute 'daki Mutlu Kuponlar Ulusal Değişim Merkezi'nden aramışlardı ve telefondaki hanım yalnızca on bir milyon altı yüz bin Mutlu Kupon defteri kar-

38

Yazma Sanatı



şılığında Weston'da Tudor stili güzel bir eve sahip olabileceklerini söylemişti.

"Çok iyi, anneciğim," diyordu Roger. Dudakları pembe ve gözleri kasvetli, aynada bir dakika daha kendisine bakıyor ve ağır ağır tekrar masaya dönüyordu. Önünde, mahzendeki depolama sandıklarına tıkıştırılmış milyarlarca Mutlu Kupon vardı. Kahramanımız ağır ağır yeni bir kupon defterini açıyor ve sonra tabakaları yalayarak içine yapıştırmaya başlıyordu. Öykü sona ererken yalnızca on bir milyon beş yüz doksan bin defter kaldı, diye düşünüyordu, sonra annem Tudor tarzı evine sahip olabilir.

Bu öyküde yanlışlıklar vardı (en büyük delik de muhtemelen Roger'ın farklı bir zamk kullanarak işe baştan başlamamış olmasıydı) ama sevimliydi, bir hayli özgündü ve güzel yazdığımı biliyordum. Yıpranmış Writer's Digest'imdem pazar incelemesi yaparak uzunca bir vakit geçirdikten sonra Mutlu Kuponlar'ı Alfred Hitch-cock'un Gizem Dergisi'ne yolladım. Üç hafta sonra üstüne reddedildiğine dair bir not kâğıdı iliştirilmiş olarak geri geldi. Bu not kâğıdının üstünde, kırmızı mürekkeple, Alfred Hitchcock'un başka biriyle karıştırılması olanaksız profili vardı ve öyküm için bana iyi şanslar dilenmişti. Kâğıdın alt kısmına imzasız bir not düşülmüştü ki, bu sekiz yıl süreyle periyodik olarak öykü yolladığım AHGD' den aldığım yegâne kişisel yanıt olacaktı. Notta, "Metnini yazdığın kâğıtları telle zımbalama," diye yazılıydı. "Tek tek kâğıtlar artı bir ataş eşittir metin yollamanın doğru yolu." Epeyce soğuk bir tavsiye, diye düşünmüştüm, ama kendince yararlı. O gün bugündür metinlerimi asla telle zımbalamadım.

(1) Bütün Dünya.

39

Stephen King



-16-

Durham'daki evimizde benim odam üst katta, saçak altındaydı. Geceleri bu saçakların birinin tam altında yatakta yatar (aniden oturur duruma gelirsem kafamı küt, diye saçağa geçirme olasılığım vardı) ve tavanda gülünç, boğum boğum bir boa yılanı gölgesi oluşturan deve boyunlu bir lambanın ışığında okurdum. Bazen fırının harlaması ve çatı arasındaki farelerin bıcır bıcır söyleşmeleri dışında ev pek sessiz olurdu; bazen de büyükannem gece yarısına doğru bir saati gidip birilerine Dick'i denetlemeleri için bağırarak geçirirdi; Dick'in aç kalmış olabileceğinden korkuyordu. Dick öğretmenlik yaparken sahip olduğu attı ve öleli en az kırk yıl oluyordu. Odadaki diğer saçağın altında bir çalışma masam, eski Royal daktilom ve çoğu bilimkurgu olan, süpürgeliğe dayamış olduğum yüzden fazla cep kitabım duruyordu. Çalışma masamın üstünde Metodist Gençler Birliği'nde, ayet ezberleyerek kazanmış olduğum bir İncil ile döner tablası solgun bir yeşil kadifeyle kaplı, değiştiricisi otomatik Webcor gramafon vardı. Gramafonda çoğunluk Elvis, Chuck Berry, Freddy Cannon ve Fats Domino'nun 45'likle-rini çalardım. Fats'ı seviyordum; Rock yapmayı biliyordu ve eğlendiği belliydi.

AHGD'den red notunu alınca Webcor'un üstündeki duvara bir çivi çaktım ve notun üstüne "Mutlu Kuponlar" yazdım ve notu çiviye tutturdum. Ardından yatağımın üstüne oturarak Fats'den Hazırım parçasını dinledim. Aslına bakılırsa kendimi iyi hissediyordum. Henüz tıraş olmayacak kadar gençseniz, iyimserlik, başarısızlığa mükemmel bir yasal yanıt oluşturuyor.

On dördüme geldiğimde (ve ihtiyacım olsa da olmasa da haftada iki kere tıraş olmaya başladığımda) duvarımdaki çivi artık üs-

40

Yazma Sanatı



tüne tutturulmuş red notlarının ağırlığını taşıyamayacak hale gelmişti. Çiviyi çıkartıp yerine bir enser çaktım ve yazmaya devam ettim. On altıma geldiğimde tel zımba kullanmaktan vazgeçip ataş kullanmama ilişkin nasihattan biraz daha cesaret verici el yazısı notlar içeren red yanıtları almaya başladım. Ümit verici bu notlardan ilki o zamanlar Fantasy and Science Fiction'mm editörü olan ve benim Kaplanın Gecesi adlı öykümü (Bunun ilham kaynağı, zannediyorum ki, Kaçak'm Dr. Richard Kimble'ın bir hayvanat bahçesi ya da bir sirkte kafesleri temizleyen odacı olarak çalıştığı bölümüydü.) okumuş bulunan Algis Budrys idi ve şöyle yazmıştı: "Güzel öykü. Bize göre değil ama güzel. Yeteneğin var. Başkalarını da gönder."

Ardında kocaman ipliksi izler bırakan bir dolmakalemle yazılmış bu dört kısa cümle on altıncı yaşımın kasvetli kışını aydınlatmıştı. On yıl kadar geçip birkaç roman sattıktan sonra Kaplanın Gecesi adlı öykümü eski metinlerimi sakladığım bir kutuda buldum ve her şeye rağmen fevkalade saygın bir öykü olduğunu düşündüm; maalesef kısa ve belirgin şekilde yazmayı öğrenmeye yeni yeni başlamış bir herif tarafından yazıldığı aşikârdı. Yeniden yazdım ve ani bir ilhamla yine aynı dergiye yolladım. Bu defa satın aldılar. Dikkat ettiğim bir şey de şudur ki, henüz başarılı olmamışsanız dergiler bu deyimi kullanmaya fazlaca eğilimli oluyorlar: "Bize göre değil."

-17-

Sınıf arkadaşlarından bir yaş küçük olduğu halde ağabeyim liseden sıkılmıştı. Bunun bir kısmını zekâsına borçlu olmalıydı; Da-



(1) Fantezi ve Bilim Kurgu.

41

Stephen King



ve'in IQ'su 150'ler veya 160'lar civarındaydı; ama bana kalırsa esas sebep huzursuz doğasıydı. Dave açısından lise yeterince süper hi-per değildi işte; vay çekilecek pata küte diz vurulacak eğlenecek bir şey değildi. Sorunu, en azından geçici olarak, Dave'in Paçavrası adını verdiği bir gazete çıkartarak çözdü.

Paçavra'nm bürosu, bodrum katımızın kirli zeminli, taş duvarlı, örümcek bulaşmış derinliklerinde, ısıtıcının kuzeyine ve Clayt ile Ella'nm sonsuz sayıda reçel kavanozları ile konservelerinin muhafaza edildiği kilerin doğusuna bir yere yerleştirilmiş bir masaydı. Paçavra, aile içi haber bülteniyle iki hafta bir çıkan kasaba gazetesinin garip bir bileşimiydi. Bazen, eğer Dave başka ilgi alanlarının (Akçaağaç şekerlemesi yapmak, elma şarabı üretmek, füze imal etmek, arabaları özgün hale getirmek bunlardan yalnızca birkaçı) peşine düşmüşse ayda bir çıkardı; o zaman Dave'in Paçavrası'mn o ay nasıl da azıcık geç kaldığına dair veya bodrum katta, Paçavra üstünde olduğu için Dave'i rahatsız etmememiz gerektiğine dair benim anlamadığım şakalar yapılırdı.

Şaka yapılsa da yapılmasa da tiraj sayı başına beş taneden (yakındaki aile üyelerine satılmacasına), her yeni baskıyı hevesle bekleyen, küçük kasabamızdaki akrabalarımız ve komşularımızın akrabaları sayesinde elli ya da altmışa tırmandı ağır ağır(Durham'ın 1962 yılındaki nüfusu dokuz yüzdü). Tipik bir sayısında insanlar, Charley Harrington'ın kırılmış bacağının iyileşmekte olduğunu, West Durham Metodist Kilisesi'ne hangi ziyaretçi konuşmacıların gelebileceğini, evin arkasındaki kuyunun kurumasına engel olmak için King delikanlılarının kasaba rezervuarmdan ne kadar su çektiklerini (Elbette ki ne kadar su çekersek çekelim kuyu, her yaz kuruyordu.), Methodist Corners'in öte yanındaki Brown'lan veya Halls'ları kimlerin ziyaret ediyor olduğunu ve yazın kimin akraba-

42

Yazma Sanatı



larımn kasabaya geleceğini öğreniyorlardı. Dave ayrıca spora, kelime oyunlarına, hava durumu raporlarına ("Yağmursuz bir döneme girdik, ama yerel çiftçilerimizden Harold Davis, eğer ağustos ayı içinde en az bir kere iyi bir yağış almazsak gülümseyeceğini ve bir domuzu öpeceğini söylüyor"), yemek tarifleri, tefrika halinde devam eden bir öykü (bunu ben yazmıştım) ve Dave'in Şakaları ile Mizah'a da yer veriyordu ki bu bölümde aşağıdaki gibisinden ıvır zıvır vardı:

Stan: "Kunduz, meşe ağacına ne demiş?" Jan: "Sizi kemirdiğime sevindim."

1. Bitnik: "Carnegie Salonu'na nasıl ulaşılır?"

2. Bitnik: "Egzersiz yaparak dostum, egzersiz yaparak."

Paçavra'nm ilk yılında baskı mürekkebi mordu; sayılar hek-tograf adı verilen dümdüz bir jel tabakası üstünde hazırlanıyordu. Ağabeyim kısa zamanda hektografm baş ağrısından başka bir şey olmadığına karar verdi. Kendisi için fazlasıyla yavaştı. Kısa pantolon giyen bir çocukken bile Dave durdurulmaktan nefret ederdi. Annemizin erkek arkadaşı Milt ("Akıllı olmaktan çok sevimli," demişti annem, adamı bıraktıktan birkaç ay sonra bir gün) ne zaman trafiğe veya trafik ışıklarına takılsa Dave Milt'in Buick'inin arka koltuğundan öne doğru uzanır ve bağırırdı, "Üstlerine sür Milt Amca! Üstlerine sür!"

Bir yeniyetme olarak, basılan sayfalar arasında hektografm "tazelenmesi" için ("tazelenme" sırasında baskı eriyerek jelin içinde bir denizayısının gölgesi gibi asılı duran belli belirsiz mor bir zara dönüşüyordu) beklemek Dave'i sabırsızlıktan delirtiyordu. Ayrıca

43

Stephen King



gazetesine fotoğraf eklemeyi de çok istiyordu. Güzel fotoğraflar çekiyordu ve yaşı on altıya geldiğinde fotoğrafları büyütmesini de öğrenmişti. Dolaplardan birinde uydurup bir karanlık oda yapmıştı ve bu karanlık odanın minicik, kimyasal kokan derinliklerinde berraklıkları ve kompozisyonlarıyla insanı çoğu kez irkilten resimler üretiyordu (The Regulators'un(1) arka kapağında, beni basılmış ilk öykümün bir kopyasıyla gösteren fotoğraf Dave tarafından eski bir Kodak'la çekilmiş ve dolap içi karanlık odasında büyültmüştü.)

Bu kızgınlıklar yetmezmiş gibi, günlük baskı görevimiz biter bitmez belalı ağır aksak şeyin üstünü örtmekte ne kadar eli çabuk da davransak hektograf jeli tabakalarının, kuluçkalanma ve bodrumumuzun tatsız atmosferinde koloniler halinde spora benzer tuhaflıklar yetiştirme gibi bir eğilimi de vardı. Pazartesi basbayağı sıradan görünen bir şey hafta sonunda kimi zaman bir H.P. Lovec-raft dehşet öyküsünden çıkma bir şeye benzer hale geliyordu.

Liseye gittiği Brunswick'de Dave küçük, silindirli baskı makinesi satan bir dükkân buldu. Çalışır durumdaydı; ancak. Metninizi, yerel kırtasiyede tanesi on dokuz sentten satın alabileceğiniz şablonlara daktiloyla yazıyordunuz; ağabeyim bu görevi "şablon kesme" diye adlandırıyordu ve ben daha az daktilo hatası yapmaya meyilli olduğumdan genellikle bu benim isimdi. Şablonlar baskı makinesinin, dünyanın en kötü kokulu, en iğrenç mürekkebiyle sıvanmış silindirlerine iliştiriliyordu ve sonra motoru çalıştırıyordunuz; kolu düşene kadar çevir evlat. Eskiden hektografla bir hafta süren işi iki gecede bitirmemiz mümkün oluyordu ve silindirli baskı pis olmakla birlikte potansiyel olarak öldürücü olabilecek bir hastalık bulaşacak gibi de görünmüyordu. Dave'in Paçavrası kısacık altın çağına girmişti.

{1) Düzenleyiciler.

44

Yazma. Sanatı



-18-

Ben baskı süreciyle pek fazla ilgilenmiyordum ve fotoğrafların önce büyültülmesi ve sonra da basılması muammasıyla da hiç ilgilenmiyordum. Arabalara Hearst vites takımları yerleştirmek elma şarabı yapmak ya da belli bir formülün plastik bir füzeyi stratosfere gönderip göndermeyeceğini görmek (genellikle evin üstüne kadar bile gönderemiyorlardı) de umurumda değildi. 1958 ile 1966 arasında benim en çok umursadığım filmlerdi.

Ellili yıllar yerini altmışlı yıllara bırakırken bölgede, ikisi de Lewiston'da olmak üzere yalnızca iki tane sinema vardı. The Empire, Disney filmleri, İncil'den kahramanlık öyküleri ve tertemiz görünümlü kimselerden oluşan büyücek toplulukların dans edip şarkı söylediği müzikaller gösteren bir ilk gösterim sinemasıydı. Eğer gidecek vasıta bulursam bunlara da giderdim (ne de olsa film filmdi) ama pek de sevmezdim. İnsanı sıkacak kadar erdemliydiler. Sonunda ne olacağı başından belli olan filmlerdi. The Parent Trapm oynarken Hayley Mills'in The Blackboard Jungle'âani2) Vic Morrow'la karşılaşmasını umut ederdim. Allah için bu ortamı canlandırırdı. Vic'in sustalı bıçağına ve burgu gibi delici bakışlarına bakmasının, Hayley'in önemsiz ev içi sorunlarını mantıklı bir perspektife yerleştireceğini hissediyordum. Ve geceleri saçağımın altında ağaçların arasından geçen rüzgârı veya tavan arasındaki fareleri dinleyerek yatağımda yatarken hayalini kurduğum Tammy rolündeki Debbie Reynolds veya Gidget rolündeki Sandra Dee değil

<'> Aile Tuzağı.

<2> Karatahta Ormanı.

45

en Jvıng



de Attack of the Giant Leeches 'den(1) Yvette Vickers ya da Dementia ii'ten Luana Anders olurdu. Sevimliliğe prim verdiğim yoktu; yüceliğe prim verdiğim yoktu; Pamuk Prenses ile Yedi Belalı Cüce'ye prim verdiğim yoktu. On üçümdeyken kentleri bütün olarak yutan canavarları, okyanustan çıkıp sörf yapanları yiyen radyoaktif cesetleri ve karavanlarda yaşayan sürtüklere benzeyen, kara sutyenler giyen kızları istiyordum.

Dehşet filmleri, bilimkurgu filmleri, etrafı kolaçan eden yeni-yetme çetelerine ilişkin filmler, motosikletli, kaybetmeye mahkûm kişilere ilişkin filmler; benden on numara alanlar bu türden malzemeydi. Bunların bulunduğu yer ise Lizbon Caddesi'nin üst kesimindeki The Empire değil alt kesiminde, tefeci dükkânlarının orta yerinde bulunan ve 1964 yılında ilk Beatle botlarımı satın almış olduğum Louie's Giyim'den çok uzak olmayan Ritz idi. Evim ile Ritz arasındaki mesafe 22 kilometre kadardı ve 1958 ile sürücü ehliyetimi en sonunda aldığım 1966 arasındaki sekiz yıl boyunca hemen hemen her hafta sonu otostop yaparak gittim oraya. Bazen arkadaşım Chris Chesley ile gittim, bazen yalnız gittim ama eğer hasta filan değilsem hep gittim. Tom Tyron'un oynadığı / Married a Monster from Outer Space'i;(2) Claire Bloom ile Julie Harris'in oynadığı The Haunting'i;^ Peter Fonda ile Nancy Sinatra'nın oynadığı The Wild Angels 'i<4) orada gördüm. Olivia de Havilland'ın James Caan'm gözlerini uyduruk bir bıçakla oyduğu Lady in a Cage'i^ gördüm, Joseph Cotten'in ölümden döndüğü Hush... Hush Sweet

(1> Dev Sülüklerin Saldırısı.

(i) Uzaylı Bir Canavarla Evlendim.



<•'> Hortlak.

(4) Vahşi Melekler.

(5' Kafesteki Kadın.

46

Yazma Sanatı



Charlotte'u(1) gördüm ve Allison Hayes'in bütün giysilerini çıkartıp çıkartmayacağını görmek için nefesimi tutarak izledim Attack of the 50 Ft. Woman'i. Ritz'in hayattaki hoş şeylerin hepsi el altındaydı... Ya da üçüncü sırada oturur, dikkatinizi verir ve yanlış bir anda gözlerinizi kırpmazsanız eğer, el altında olması mümkündü.

Chris de, ben de korku filmlerinin hepsini seviyorduk, ama favorilerimiz, çoğu Roger Corman tarafından yöneltilmiş olan, başlıkları Edgar Allan Poe'dan apartılmış American-International filmleri dizişiydi. Edgar Allan Poe'nun çalışmaları üstünde temel-lendirilmis diyemiyorum, zira Poe'nun gerçek öykülerinden ya da şiirleriyle az da olsa ilgili pek az şeyler vardı {Kuzgun komedi film olarak çekilmiş; dalga geçmiyorum.). Yine de en iyileri; The Haunted Palace,^ The Conqueror Worm{i), The Masque of the Red Deaths kendilerine özel bir hava veren halüsinasyonumsu bir tekin-sizlik düzeyine erişmişlerdi. Chris ile bu filmleri kendimizce tanımlamış; ayrı bir janra sokacak bir başlık altında toplamıştık. Wes-tern'ler vardı, aşk öyküleri vardı, savaş öyküleri vardı... Ve bir de poefilmleri vardı.

"Cumartesi öğleden sonra gösteriye otostoplayalım mı?" diye Chris sorardı. "Ritz'e gidelim mi?"

"Ne oynuyor?" diye sorardım ben de.

"Bir motosiklet filmi ile bir poefilmi," derdi o da. Tabi ki bu bileşim benim için nefes almak gibiydi. Bruce Dern, Harley'in üstünde korkunç numaralar çeviriyordu; Vincent Price dalgalı bir denize karşı hayaletli bir şatoda akla gelmez kötülükler yapıyordu;

<>> Sus... Sus... Tatlı Charlotte.

(2> Perili Ev.

(3) Saldırgan Solucan.

(4) Kızıl Ölümün Maskesi.

47

Stephen King



daha fazlasını kim isteyebilir? Eğer şansınız yaver giderse, Hazel Court da dantelli, açık saçık bir gecelikle etrafta dolaşıyor olabilir. Poefilmlerinin tamamı içinde Chris ile beni en derinden etkileyen The Pit and the Pendulumm idi. Richard Matheson tarafından yazılan ve hem geniş ekran hem de renkli olarak filme çekilen (bu filmin piyasaya çıktığı 1962 yılında renkli korku filmleri hâlâ çok fazla yoktu) Pit'te bir dizi standart gotik bileşen alınmış ve özel bir şeye dönüştürülmüştü. George Romero'nun ölünesi yırtıcı The Night of the Living Dead'm(2) ortaya çıkmasından ve her şeyi sonsuza kadar değiştirmesinden (birkaç konuda iyiye doğru, pek çok konuda da kötüye) önceki, stüdyoda çekilmiş, gerçekten büyük son korku filmi olabilir. En iyi sahnesi, Chris'i de, beni de koltuklarımızda donduran, John Kerr'i şato duvarını kazar ve canlı canlı gömüldüğü aşikâr olan kız kardeşinin cesedini keşfederken gösteriyordu. Bu cesedin, kırmızı filtreyle ve çehresi kocaman bir sessiz çığlık izlenimi vererek, zoom yaparak gerçekleştirilmiş yakın çekimini asla unutmadım.

O gece eve dönmek için yaptığımız ve uzun süren otostopta (eğer fazla araba yoksa, 10 ya da 12 kilometre boyunca yürür ve hava kararmadan eve dönemezdiniz) harika bir fikir geliştirdim: The Pit and the Pendulum 'u bir kitaba dönüştürecektim. Jack the Ripper,Q) Gorgo ve Konga gibi ölümsüz film klasiklerini.romanlaştı-ran Monarch Kitaplar gibi romanlaştıracaktım. Ama ben bu şaheseri yalnızca yazmakla kalmayacak aynı zamanda bodrumdaki baskı makinesini kullanarak basacak ve baskıları okulda satacaktım. Hey! Ohşşş!

m Yaşayan Ölülerin Gecesi.

(2) Kuyu ve Pandül.

(3) Karın Deşen Jack.

48

Yazma Sanatı



Ne denmişse öyle yapıldı. Daha sonra eleştirel bir tavırla alkış alacağım bir özen ve temkinlilikle The Pit and the Pendulum'un roman versiyonunu, doğrudan baskıda kullanacağım şablonlara yazarak iki günde ortaya çıkardım. O şaheserin hiçbir baskısı elimde olmadığı halde (en azından bildiğim kadarıyla), her biri tek aralıklı ve paragraf aralan da mutlak olarak minimumda tutulmuş sekiz sayfa uzunluğunda olduğuna inanıyorum (unutmayın ki, her şablon tabakası on dokuz sente mal oluyordu). Standart bir kitapta olduğu gibi yaprakların iki tarafına da baskı yaptım ve üstüne kan gibi görüneceğini umduğum küçük kara lekeler akıtan kaba saba bir sarkaç çizdiğim bir de kapak sayfası ekledim. Son anda yayınevini belirlemeyi unuttuğumu fark ettim. Bir saat kadar zevk içinde düşünüp taşındıktan sonra kapağımın sağ üst köşesine BİR Ç.Ö.K. KİTABI kelimelerini daktiloyla yazdım. Ç.Ö.K, Çok Önemli Kitap anlamına geliyordu.

Dünya tarihinde aşırmacılık ve telif haklarıyla ilgili ne kadar yasa varsa hepsini ihlal ettiğimden neşe içinde habersiz The Pit and the Pendulum'dan yaklaşık kırk kopya bastım; okulda hit olursa ne kadar kazanacağım konusunda yoğunlaşmıştım. Şablonlar 1.71 dolara mal olmuştu (kapak sayfası için tam bir şablon kullanmış olmak iğrenç bir savurganlıktı, ama gönülsüzce insanın görüntü vermek zorunda olduğuna karar vermiştim; insan orta yere eski zamanlara özgü terbiyeli bir biçimde çıkmalıydı), kâğıt da bir-iki dolar tutmuştu, ağabeyimden yürütülmüş olan tel zımba beleşti (dergilere öykü yollarken öykülerinizi ataşla tuturmak zorunda olabilirsiniz ama bu bir kitaptı, bu büyük işti). Biraz daha düşündükten sonra Ç.Ö.K. No.l, The Pit and the Pendulum, yazan Steve King'i adedine çeyrek olarak fiyatlandırdım. On tane satabileceğimi düşünmüştüm (başlangıç olarak annem bir tane alacaktı; ona

49

F:4


Stephen King

her zaman güvenebilirdim) ve bu da toplam 2.5 dolar edecekti. Bundan kırk sent kazanacaktım ki, bu da, Ritz'e yapılacak bir başka öğretici yolculuğun finansmanına yeterdi. İki tane daha satarsam koca bir torba dolusu mısır patlağı ve bir kola da alabilirdim.

The Pit and the Pendulum benim ilk çok satanım oldu. Baskıların tamamını kitap çantamda okula taşıdım (1961 yılında Dur-ham'ın yeni inşa edilmiş, dört odalı ilkokulunda ben sekizinci sınıfa gidiyor olmalıyım.) ve o gün öğlen olmadan iki düzinesini sattım. Duvara gömülmüş hanımefendiye ilişkin haberler dağıldıktan sonra, öğle tatilinin sonunda, ("Kaçmak için duvarı çılgınca kazımış olduğunu anlayarak parmak uçlarından fırlamış kemiklere dehşetle bakakaldılar") üç düzine satmış bulunuyordum. Okul çantamın (ki üstüne, Durham'ın Daddy Cool'a yanıtı olarak "Aslan Bu Gece Uyuyor" şarkısının sözlerinin çoğu titizce basılmıştı) dibinde ağırlık yapan dokuz dolarlık bozukluğum olmuştu ve zenginliğin önceden ummadığım topraklarına ani tırmanışıma inanmak-sızın rüyada gibi dolaşıyordum ortalıkta. Her şey gerçek olamayacak kadar iyi görünüyordu.

Öyleydi de. Saat on dörtte okul bittiğinde, müdürün resmen çağrıldığım odasında, okulu, özellikle de dedi Miss Hisler, The Pit and the Pendulum gibi bir süprüntüyü satabileceğim bir pazar yerine döndüremeyeceğim söylendi bana. Kadının tutumu beni çok şaşırtmadı. Miss Hisler daha önceki okulumda, beşinci ve altıncı sınıfı okuduğum tek odalı Methodist Corners'da öğretmendi. O dönemde de casusluk ederek yeniyetmeler arasında gümbürtü kopartan epeyce sansasyonel bir roman (The Amboy Dukes,(1) yazan Irving Shulman) okuduğumu keşfederek kitabı elimden almıştı. Bu

(1) Amboy'un Efendileri.

50

Yazma Sanatı



yaptığı da aynı türden bir şeydi ve olayın böyle sonuçlanacağını önceden düşünmediğim için kendimden tiksindim. O günlerle aptalca şeyler yapan insanlara gerzek derdik/1» Acayip gerzekçe davranmıştım.

"Anlamadığım şu, Stevie," dedi kadın. "Öncelikle böylesi bir pisliği niye yazasın ki sen. Yeteneğin var. Bu yeteneğini neden harcamak isteyesin ki?" Ç.Ö.K. #l'in bir sayısını kıvırmıştı. Tıpkı halıya sıçmış bir köpeğe, kıvırdığı bir gazeteyi sallayan biri edasıyla söz konusu kopyayı bana doğru savuruyordu. Benim cevap vermemi bekledi; (kabul etmek gerekir ki, soru yalnızca retorikten ibaret değildi), ama benim verecek cevabım yoktu. Utanmıştım. O günden sonra pek çok yılımı (çok fazla, bana sorarsanız) yazdığımdan utanarak geçirdim. Birkaç satır olsun bir şeyler yayımlamış hemen hemen bütün kurgu yazarlarının ve şairlerin birileri tarafından Tanrı vergisi yeteneğini harcamakla suçlandığını anladığımı zannediyorum ki, kırk yaşıma gelmiştim. Eğer yazıyorsanız (veya resim yapıyorsanız ya da dans ediyorsanız, heykel yapıyorsanız veya şarkı söylüyorsanız, zannediyorum) birileri sizi, yaptığınızın yetersiz olduğuna inandırmaya çalışıyor; bu böyle. Editörlük yapmıyorum; yalnızca size gerçekleri kendi gözümle gördüğüm gibi aktarıyorum.

Miss Hisler, bana herkesin parasını geri vermem gerektiğini söyledi. Hiç tartışmadan paraları geri verdim: hatta Ç.Ö.K. #l'le-rini geri vermemek için ısrarcı olan çocuklara bile (mutlulukla söyleyebilirim ki, sayıları da epeyce fazlaydı bunların). Sonuçta bu işten zarar etmiştim, ama yaz tatili geldiğinde yeni bir öyküden, Yıldız Yaratıklarının İşgali başlıklı özgün bir işimden dört düzine bas-

(1> İng. Dubber; Maine'li iseniz dubba diye okunur.

51

Stephen King



tim ve dört, beş tanesi dışında hepsini sattım. Öyle sanıyorum ki, sonuçta kazanan ben oldum; en azından maddi anlamda. Ama yüreğimin içinde utancım sürüyordu. Miss Hisler'in bana yeteneğimi neden ziyan ettiğimi, zamanımı niye harcadığımı, niye süprüntü yazdığımı sorduğunu işitmeye devam ettim.


Yüklə 0,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə